Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (October 2003) > Dosya > Uluslararası düzende bölgeselleşme hareketleri ve Türkiye
Dosya
Uluslararası düzende bölgeselleşme hareketleri ve Türkiye
Adem Yılmaz
WESTPHALİA Antlaşması’yla doğan uluslararası sistem Soğuk Savaş’la birlikte dönüşüme uğradı ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra mücadele alanı ilk kez dini, siyasi ve askeri alandan iktisadi alana kaydı. Artık uluslararası aktörler için askeri güçten çok ticari, teknolojik ve parasal araçlar iç ve dış politikada belirleyiciydi. Uluslararası ekonomik düzende en büyük ekonomi olan ABD, Truman Doktrini ve Marshall yardımlarıyla yeni sistemin başat aktörü oldu. Amerika, bir yandan ulus-devletlerin kendi kaderlerini tayin etmelerini öngören self-determinizmi destekleyerek uluslararası kolonyal sistemi çözdü; diğer yandan Asya’ya, Avrupa’ya, Balkanlar’a ve dünyanın değişik ülkelerine, ekonomik yardım bahanesiyle, dolar ihraç ederek kapitalist sistemi kendine bağımlı hale getirmeye çalıştı.
ABD dışında Avrupa, Asya, Afrika, Orta Doğu ülkeleri, yeni düzende sürdürülebilir iktisadi kalkınma yoluyla güven içerisinde varlıklarını idame ettirebilmek için, bölgesel anlamda ticari ve siyasi örgütler kurmaya başladılar. Dış ticaretin “mukayeseli ve mutlak üstünlükler” ilkesi ve “refaha olumlu katkısı” yeni düzende iktisadi aktörleri bölgesel oluşumlara itiyordu. Ekonomik güvenlik güdüsüyle her devlet, başta komşuları olmak üzere, diğer devletlerle bölgesel işbirliği veya bütünleşme çabasına girdi. Bazı bölgesel entegrasyonlar, iki veya daha fazla ülke arasındaki yoğun ticari ilişkinin resmiyete dönüşmesiyle kolayca kuruluyordu. 1951 Paris ve 1957 Roma Antlaşmaları’yla Avrupa Topluluğu’nun ve Avrupa Serbest Ticaret Alanı’nın kurulması bölgeselleşme hareketlerinde öncü oldu. Birinci dönem diyebileceğimiz bu dönemde bölgeselleşme hareketleri, Avrupa ülkelerini istisna tutarsak, büyük oranda periferik ülkeler arasında gerçekleşti. Yükselen piyasalar denilen bu ülkelerin büyük çoğunluğu ithal ikameci sanayileşme modelini benimsemişti. İkinci dönem bölgeselleşme hareketleri ise, iktisadi ve teknolojik küreselleşme olgusuyla birlikte, ABD dahil dünyanın zengin ülkeleri arasında seksenli yılların sonunda görüldü. Birinci dönemin motor gücü AB iken; küreselleşme ile at başı giden ikinci dönemin öncüsü, Kanada ve Meksika ile arasında serbest ticaret bölgesi (NAFTA) kuran ABD oldu. Bu dönemde doğrudan dış yatırım ön plana çıktı. Bu anlamda birbiriyle çelişik görünen iki kavram, küreselleşme ve bölgeselleşme, paradoksal olarak birbirini beslemeye başladı.
 
Herkes Kendi Hinterlandında Bölgeselleşiyor
Asya kıtasının en önemli ticaret örgütü olan ve dünya ticaretinin %46’sını gerçekleştiren Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC), ticari olmanın ötesinde siyasi bir entegrasyona dönüşmedi. Kuşkusuz bunda, kuruluş amacının ticari olması kadar, farklı coğrafya ve kültürleri bir araya getirmiş olması önemli rol oynadı. Zira örgüt, ABD Kanada, Japonya, Güney Kore, Avustralya, Yeni Zelanda ve Çin gibi üyelerden oluşuyordu.
APEC’e göre daha yakın coğrafyaları ve kültürleri bir araya getiren Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi (EFTA), Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (NAFTA) ve az gelişmiş ülkelerin girişimiyle pek çok bölgesel örgüt -ki bunlar; Kuzey Amerika’da (And Ülkeleri Paktı, Orta Amerika Ortak Pazarı, Karayip Ülkeleri Topluluğu, Doğu Karayip Ülkeleri Topluluğu, Güney Amerika Ortak Pazarı); Afrika’da (Arap Mağrip Birliği, Merkezî Afrika Gümrük ve Ekonomik İşbirliği, Mano Nehri Birliği, Batı Afrika Ekonomik Topluluğu); Asya’da (Güney Doğu Asya Ulusları Birliği, Bankok Anlaşması, Güney Asya Bölgesel İşbirliği Topluluğu, Ekonomik İşbirliği Teşkilatı, Maşrık, Körfez İşbirliği Konseyi) ve son olarak Türkiye’nin önderliğindeki D-8 girişimi- bir anda kuruldular. Yine coğrafî ve kültürel unsurlara dayanan Arap Birliği ve Arap Ortak Pazarı başarısız olurken; din esasına dayalı İslam Birliği Teşkilatı da, Irak ve Filistin devletlerinin mevcut haline bakılırsa, uluslararası düzende etkin ve fonksiyonel olamadı.
 
Dünya Bölgeselleşmenin Meyvesini Topluyor, Ya Türkiye?
Dünyada bölgesel oluşumlar, üyeler arasında ticari işbirliğini ve endüstri çeşitliliğini artırarak, büyümeye pozitif etki yaptılar. ABD, AB ve Japonya üçgeninin dahil olduğu ticari bloklarda intra-regional (bölge-içi) ticaret hacmi oranı inter-regional (bölgeler-arası) ticaret oranıyla mukayese edildiğinde, birincisinin artış trendinde olduğu gözlemlenmektedir. Bir taraftan küreselleşirken diğer taraftan bölgeselleşen dünyanın önde gelen ülkelerinden oluşan ve dünya ticaretindeki payı %52 olan Yediler Grubu (G-7), bölge içi ticaretten en verimli şekilde faydalanmaktadır. Grup üyeleri, dünya ekonomisinin geleceğini şekillendirerek, büyüme hızına, ticarete, mali akışlara yön verecek nitelikte kararlar almaktadır. Bu oluşumların hiç birinde yer alamayan Türkiye, kendi hinterlandında başarısız bölgeselleşme deneyimlerinde bulundu.
Türkiye Birinci Dünya Savaşı sonrasında edindiği askeri ve stratejik pakt oluşturma tecrübesini uluslararası organizasyonlara üyelikler ve bölgesel oluşumlarla sürdürdü. 1959’da başladığı Avrupa Topluluğu ile müzakerelere, “Yunanistan müracaat ediyor; biz dışarıda kalmayalım” saikıyla girişti. 1963’te imzalanan Ankara Anlaşması’ndan bu yana geçen otuz yılın sonunda Türkiye, AB’ye üye olmadan Gümrük Birliği üyesi olan tek ülke oldu. Ayrıca Soğuk Savaş dönemi başlarında BM, NATO, OECD’ye; daha sonra da İKÖ’ye üye olurken elini çabuk tuttu. Birinci dönem bölgeselleşme hareketleri başladığında, o zamanki adıyla, Avrupa Topluluğu’na üye olmaya çalışırken; ikinci dönem başlarında kendisi, iki bölgesel örgütün kurucusu oldu: Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (KEİ) ve D-8.
Soğuk Savaş sonrası, Moskova’nın tehdit olmaktan çıktığı dönemde, üyesi olduğu NATO içindeki stratejik öneminin kısmen kaybolduğunu hisseden Türkiye, 90’lı yıllarda ekonomik dış politika yelpazesini geliştirecek yeni arayışlara girdi. Bütünüyle ekonomik kaygılarla kurduğu KEİ örgütü ile ekonomik ve siyasi motiflerle oluşturulan D-8 projesi, Türkiye’nin doksanlı yıllarda uluslararası ilişkilerde yalnızlaşma fobisine düşmekten çekindiğini gösterir. Ancak, kuruluşundan beri KEİ ve D-8’in Türkiye’ye ve üyelerine sağladığı ticaret hacmi katkısı binde bir oranına bile ulaşamıyor. KEİ, özel sektöre öncelik veren bir model üzerine kurulmasına rağmen, bugüne kadar, 14 Mart 1996 tarihinde devreye giren ve fiber optik bağlantı sağlayan Itur Projesi dışında her hangi bir proje gerçekleştiremedi. Aynı şekilde 1996’da Türkiye’nin öncülüğünde kurulan ve temelde İslam ülkeleri arasında ekonomik ve parasal birlikteliği öngören D-8 projesi de, iki yıl gibi bir zaman diliminde de facto olarak işlevsizleştirildi. Türkiye’de muhalif siyasi ve bürokratik elitin başından beri soğuk baktığı bu projenin sahiplerinin en büyük yanılgısı, siyasal söylemi öne çıkarmaları oldu. Oysa, mevcut haliyle bölgesel hareketlere örneklik teşkil eden AB bile, ilk kurulduğunda yalnızca savaşın hammaddesi olan kömür ve çelik üzerinde serbest ticaret bölgesi kurarak işe başlamıştı. Siyasal ve parasal birliğe fiilen geçiş, ancak 1992’de, Maastricht’le mümkün olmuştu.
Bölgesel girişimlerde çeşitli arayışlara giren, fakat başarılı olamayan Türkiye, yeni uluslararası ekonomik düzende rekabet edebilme yeteneğinin yüksek olduğu endüstri alanlarında; Suriye, Irak, İran, Yunanistan ve Ermenistan dahil, sınır komşularıyla ticaretini geliştirmelidir. Bu tür bir girişim, Türkiye’nin ulusal çıkarları ve güvenliği açısından etkili ve verimli olacaktır.

Paylaş Tavsiye Et