Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2004) > Dosya > ABD, Çin’i çevreleyebilecek mi?
Dosya
ABD, Çin’i çevreleyebilecek mi?
İbrahim Öztürk
ÇİN’İN 25 yıldır çift haneli iktisadî büyüme süreci içerisinde, başarılı uzay çalışmaları, dev teknoloji transferi harekatıyla “bir yere” gittiği kesin ama, acaba bunu seyredenler olaya nasıl bakıyorlar? Daha doğrusu “seyirci” kim, “oyuncu” kim? Açıkça gözlemlediğimiz şekliyle, Avrasya’nın yeni çağda kazandığı stratejik önem nedeniyle Çin, Soğuk Savaş sonrasında bölgede ortaya çıkan boşluğu doldurmak üzere erken hareket ederek Şanghay İşbirliği Örgütü ile ilk hareketi ve niyetini ortaya koydu. Yeterince heyecan ve dalgalanma da yarattı bu ilk süreç. Ancak oyun tek aşamalı değildi ve büyük devlet olmak sonraki aşamalarda tepkinin devamını gösterebilmeyi gerektiriyordu. Olaya buradan bakıldığında Avrasya ve Orta Doğu’da ABD’nin yapmaya çalıştığı şeyin, aslında endüstrisi artan oranlarda enerji girdisine bağımlı hale gelen Çin’in alternatif kaynaklarını ablukaya almak suretiyle bu ülkenin yükselişini dizginlemek olduğu ifade edilebilir. Gerçekten de Çin, 2003 yılı itibariyle ABD’den sonra en çok enerji tüketen ülke konumuna gelmiştir. Bütün iktisatçılar enerji kullanımı ile sanayileşme ve kalkınma arasında birebir ilişki kurarlar.
ABD, Soğuk Savaş döneminde Rusya’yı “çevrelediği” gibi, bu sefer de Çin’i çevrelemek istiyor. Çin bir yandan hızlı “büyüme” sürecinde iken, bir yandan da bunu sürdürülebilir, kendi ayakları üzerinde durabilir ve “model” olabilir bir tarza dönüştürebilmenin arayışları içerisindedir. Bunu genel olarak literatürden yakalamak mümkün; ama Mart ayının sonuna doğru Tokyo’da katıldığım bir “çalışma toplantısı”nda Çinli birkaç akademisyenin sunumlarından ve ikili değerlendirmelerimizden bir kez daha bu izlenimi edinmiş oldum. Salt iktisadî büyümenin bir insanın fiziksel olarak vücudunun büyümesine benzediği, oysa iktisadî kalkınmanın aynı kişinin zihinsel ve psikolojik olarak da büyümesi anlamına geldiği söylenebilir. Birçok sosyal bilimciye göre, Japonya’da bile bu sorun hâlâ aşılabilmiş değil. Bu durumun farkında olan Çinli entelektüeller Çin’in bir an önce süreci bir “kalkınmacılık” yarışından kurtararak yukarıda çizilen çerçeveye oturtması gerektiğini vurgulamaktalar. Günümüzde Çin’in, “Japonya’nın geçmişte yaptıklarını taklit ettiği” kanısı yaygındır. Bunun bir anlamı da, Japonların salt iktisadî büyüme adına düştükleri bir takım temel hatalardan Çin’in kendine göre dersler çıkartabileceğidir.
Bazı akademisyenler, Çin’in henüz “orijinal bir yaklaşım” ortaya koyamadığını ve çoktan modası geçmiş bürokratik yönlendirmeye dayalı bir sanayi politikasına sığındığını ileri sürüyorlar. Bu görüşü savunanlar arasında ABD’li akademisyenlerin ağırlıkta olduğunu söylemeye bile gerek yok. Bu “Çin sever” ABD’liler, “üzüntümüz odur ki Çin’in başı çok yakın gelecekte büyük bir belaya girebilir” diyerek, aslında ne kadar “insanî kaygıları” olduğunu göstermekteler.
 
ABD: “İmamın Yaptığına Değil, Dediğine Bak!”
Gerçekten acaba Çin’in başı, izlediği sanayi politikaları nedeniyle yakında büyük belalara mı girecek? İlk olarak ifade edilmelidir ki, bu görüşü savunan Anglo-Sakson ekonomi yaklaşımına göre, zaten List’ten beri hiçbir zaman sanayi politikalarının geçerliliği kabul edilmemiştir. 1930’larda Büyük Buhran sürecinde ABD’de benimsenen “New Deal” yaklaşımları ile piyasa süreçlerine doğrudan müdahale edildiği bilindiği gibi, 1980 sonrasında bilhassa mikro elektronik sektörde Japonlarla başa çıkabilmek için “korumacı sanayi politikaları” izlenmesi gerektiğinin ısrarla tavsiye edildiği bilinmektedir. ABD’liler her zaman “imamın yaptığına değil, söylediğine bakın” politikasını başarıyla savunagelmiştir.
Öte yandan tarihsel olarak bakıldığında, serbest rekabet ortamının kayıtsız şartsız Batı kapitalizminin lehine olduğu bir durumda neden sanayi politikaları desteklenmiş olsun ki? Sanayi politikaları sonradan bu yola girenlerin ihtiyacına dayanan bir gündem olduğuna göre, bunun gereğinin ortaya konulmasını ABD’li iktisatçılardan beklemek akıl kârı olmasa gerek. Aksi takdirde Merkantilist korumacılığın ana vatanı olan İngiltere’de bir anda serbest rekabetin ve ticaretin erdeminden bahsedilmeye başlanmasını başka türlü nasıl izah edeceğiz? Önce çıkarlar, ardından da bunun “modeli” gelmektedir.
Bütün bu sanayi politikalarının aleyhine olan “bilimsel modeller” bir yana, II. Dünya Savaşı’nın hemen akabinde kendileri adına çeşitli kölelik senaryoları yazılan Asya uluslarının, baş döndürücü kalkınmaları; çevrede fakir ve basit bir pazar ve hammadde deposu olmaktan çıkarak bizzat uluslararası rekabeti şekillendirecek “piyasa yapıcı” ülkeler haline gelmeleri zaten başlı başına bir meydan okumaydı. Ama Asya’nın hakkettiği pozisyonun “kölelik ve sefalet” olması gerektiğine o kadar çok “takmış” ki Batı’lılar, kendilerine ait bir takım hataların yanı sıra, kapitalizmin iç çelişkileri ve biraz da uluslararası tröstlerin ve ABD yönetiminin desiseleriyle bu ülkelerde ne zaman bir “kriz” çıksa, ardından “Asya’nın çöküşü”, “Asya’nın sefaleti”, “piyasa yapıcılığının ve bürokratik yönlendirmenin hezimeti” gibi sözde bilimsel yayınlar sökün etmektedir. Sonra da “nakilci” veya “kopyacı” bir takım yerli iktisatçılar da, disiplin tarafından “bilim adamı olarak kaale alınmanın dayanılmaz cazibesi” altında biteviye bunların papağanlığını yapmaktadırlar. Zaten kırk defa söyleyince kendileri “icat etmiş gibi” buna inanmaktadırlar da.
ABD’de yaşanana “piyasa ekonomisi”, başka yerlerdekine de “piyasa dışı” demek hakkını kim kime vermektedir? Madem orada piyasa ekonomisi var ve bu her türlü kirlenmenin katalizörüdür; o halde ABD’de yaşanan Irangate, Whitewater skandalları ile Qwest, Xerox, Enron, World Com vb. birçok yolsuzluk olaylarına ne demeli? Sırf Enron ve World Com skandalları sadece dünya ekonomilerini sarsacak kadar derin tesir yaratmakla kalmamış; aynı zamanda ortaya çıkan yolsuzlukta Arthur Anderson gibi bir zamanların en güvenilir denetim şirketinin de yer alması, “denetleyenlerin denetimi” gibi son derece kritik bir sorunu da gündeme getirmiştir. Tabii bunların her nasılsa ortaya çıkanlar olduğu, halının altına nelerin süpürüldüğünün bilinmediği de ilave edilmeli. Bir de ABD’nin sahip olduğu imkanlar sayesinde kendi krizlerini yıllardan beri başka yerlere ihraç edebildiği unutulmamalı.
 
Çin Kapitalizminin Meydan Okuması
Amerikalılar ve iktisatçılar konuşadursun, Çin yoluna dolu dizgin devam ederek 2003 yılında resmî rakamlara göre %9,1; bağımsız araştırma kaynaklarına göre ise en az %12 civarında büyüme kaydetmiştir. Çin’in 1979-2001 arasındaki yıllık ortalama büyüme oranı % 9,3 olarak verilmektedir. Sırf ABD ile olan ticaret fazlası 100 milyar doları geçen Çin’in ihracatı GSMH’nin %30’unu aşmış bulunmaktadır. Bugün bu oran herhangi bir sanayi ülkesinde %10-13 arasındadır. GSMH’nin yaklaşık %27-30’luk bir kısmı reel yatırımlara gitmektedir. Finansal sistemin %80 kadar bir kısmını devlet denetiminde tutan ve sermaye hareketlerini denetleyen Çin’de, ulusal tasarrufların da %30 gibi inanılmaz düzeylerde gerçekleştiği bilinmektedir. Bu yetmezmiş gibi yıllık 50 milyar dolardan aşağı düşmeyen yabancı sermaye yatırımları da büyümeyi desteklemektedir. Forbes dergisinin bir haberine göre dünyanın en büyük 500 şirketinin %80’i Çin’de yatırım yapmış; belli ki, henüz yapmamış olanlar da izin almak için sıraya girmiş bulunmaktadır. Çin’in ileri teknoloji içeren ürün ihracatının %75’i bu şirketlerce gerçekleştirilmektedir. Elbette bunun çok kritik bir sonucu da şudur ki; bu sayede sadece en ileri teknolojiler ülkeye gelmiş olmamakta, aynı zamanda şu aşamada bu dev sanayileşme katarının gerektirdiği gelişmiş beşeri sermaye stokuna sahip olmayan Çin’in bu açığının kapanması da sağlanmakta; ayrıca köyden kente akın eden insanlara da istihdam yaratılmaktadır. Bu katarı sürüklemek üzere içeride gelir arttıkça büyük bir tüketim pazarı da yola çıkmış durumdadır. ABD’nin böylesine dinamik bir sosyo-ekonomik sistemi SSBC kadar kolaylıkla çevreleyebileceğini düşünmek ise çocukça bir hayaldir.

Paylaş Tavsiye Et