Sinema sezonu açısından mümbit bir ay geçirdik.
Filmin birinde Ata, padişah oldu.
Kimsenin gıkı çıkmadı.
Oturduk, gelmişimize, geçmişimize gani gani rahmet okuduk.
Bana sorarsanız, padişah rolünü Ata isimli bir aktöre oynatması, yönetmenin hıyaneti değil ise en azından gaflet ve dalaletidir.
Ama heyhat ki ulusalcı kesim Can Dündar’a gösterdiği kesim arzusunun binde birini Gani Müjde’ye göstermedi.
Halbuki tam da kurban vakti.
Madem Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ı kesemiyoruz, yönetmen de mi kesemeyeceğiz?
Diyebilirler ki film, müjdeli haber içeriyor.
Osmanlı ile dalga geçiyor.
Onu niye keselim?
Ben de filme benzer duygularla gitmiştim.
İstedim ki biraz güleyim, eğleneyim.
Ecdadımıza tebessüm edeyim.
Ama o komik bildiğimiz adam film boyunca hüzünlü bir portre çiziyor!
Hem sakallı hem heybetli!
Hem fesli hem içli!
Avrupa Yakası’ndaki adamdan zerre eser yok ortada.
Film baştan sona tam bir Asya Yakası tadında!
Uçurtmanın rüzgara karşı durmasından bile dem vuruyor.
Böylelikle film ulusalcı çabalara destek veriyormuş gibi yapıyor.
Ancak karşı devrim çabalarına meze olmaktan kurtulamıyor.
Yönetmen bu art niyetini gizlemek için Atasever soyadlı bir bayan oyuncudan medet ummuş.
Ama iki yanlış Ata’dan bir doğru çıkmamış.
Bu yüzden filmi kınıyorum.
Anlayış yetkililerinden dergide bir KınıYORUM köşesi açmalarını talep ediyorum.
DÜNDARLAYIN YUMUŞACIK OLSUN
Diğer film, düşün dünyasının en ağlamaklı kabiliyetinin eseri.
Bu film de maalesef yönetmeninin “Mıstık’ı perdeye kıstırtırım, üç mum yaktırtırım, seyrine baktırtırım” pragmatizmine kurban gitmiş.
Reklam dünyasının bir sloganının filmin omurgasını oluşturduğu, onca çabaya rağmen gizlenememiş.
Kirli, kara çarşaflar vernellenip nasıl yumuşacık oluyorsa, Can da sanmış ki resmî tarih de Dündarlanınca yumuşacık oluverecek.
Mis gibi kokuverecek.
Ama bizimkiler aniden toparlanınca yönetmen Hanya’yı Konya’yı anladı.
Bizim softalar bu ilk filmde kül yutmamışlardı.
Hemen ayaklanıverdiler.
Ne söylemeleri gerekiyorsa hepsini bir bir söylediler.
“Bu kadar soft din olmaz” dediler.
“O yere inmez” dediler.
“O içki içmez” dediler.
“Onu uyku tutmaz” dediler.
“Onun karnı acıkmaz” dediler.
“Dinime küfreden bari Kemalist olsa” dediler.
“Can’ın canını almak isterük” dediler.
“Kelle isterük” dediler.
“Şeriat isterük” dediler.
AKAİD
Az kalsın yeni bir Menemen vakasına şahit olacaktık.
Ancak birileri “O yalnız değildi, etrafı kalabalıktı” deyince Can “Hayır efendim yalnızdı” diye ısrar etti.
İşte Can’ın bu ısrarı, Hume’un Kant’ı uyandırması gibi beni derin uykumdan uyandırdı.
Baktım akaidimizin en temel ilkesine sadece Can vurgu yapıyor.
Demek ki dedim, her şeye rağmen o içimizden biri.
Yoksa herkes bilir ki “Dündarlayalım yumuşacık olsuncular”a karşı ben “Dündarlamayalım kaskatı kalsıncılar” safındayım.
Ama saf değilim.
Aramızdaki bu maç anlamsız değil.
Ancak bu maçın şimdi sırası değil.
Bu ne yapacağını bilememe halinden sıyrılmamız ve safları sıklaştırmamız lazım.
Her şeyden önce de korkmamamız, paniklemememiz lazım.
Tekkeye, hareme, saraya, kadın-erkek arasındaki ölçülü ilişkilere, farklı bir zaman ve mekan algısına göndermeler yapan Dinle Neyden’in esamisi okunuyor mu?
Okunmuyor.
O zaman neden korkacağız?
Korkacaksak tarihin suyunun çıkarılmasından korkmalıyız.
Cem Yılmaz ne yaptı mesela?
“Madem tarihî filmler furyası moda, en eskisini çekmezsem şerefsizim” dedi.
Milattan öncesine gitti.
Bana sorarsanız böyle ciddiyetsiz yapımlar tarihin içine ediyor.
Fragmanlarda görüyoruz;
Kendi ettiklerini yan yana getirip sözde sanat eseri yapıyor.
Halbuki iki Ata’nın yan yana gelmesi ile bir sanat eseri ortaya çıkmadığını az önce ispatladım.
Bana sorarsanız buz gibi bir espri.
Ona sorarsanız buz devrinin esprisi ancak bu kadar yapılır.
Sonra bir tuzak sahnesi görüyoruz.
Kurdukları tuzakla avlarını avlayacaklarını düşünürken av, tuzağı parçalayıp geçiyor.
Şimdi Sn. Cem istediği kadar “Bu sahne milattan şu kadar önce geçiyor” desin.
Ben bu sahnede kendime, benimgillere ve süregiden davaya ağır bir hakaret seziyorum.
O eski numaralar artık sökmüyor, ava giden avlanıyor diklenmesi görüyorum.
Bu tavrı da şiddetle kınıyorum.
KınıYORUM köşesinin önümüzdeki sayıdan itibaren dergi sayfalarında yer alması teklifimi şiddetle yineliyorum.
YÜRÜ KOÇUM
Madem Buz Devri’nden bahis açtık.
Oradan devam edelim.
Buz Devri 2 filminde iki tarla faresi vardı.
Bir tehlike ile karşılaştıklarında bu iki tarla faresi kendilerini yere atıp ölü taklidi yapıyorlar, tehlike geçene kadar yerlerinden milim kıpırdamıyorlardı.
Bir gün filmin kahramanı mamut onları korkaklıkla suçladı.
“Biraz cesaret” dedi.
Koca mamut tabii.
Dev gibi cüssesi, delinmez postu, upuzun dişleri var.
Neşesi yerinde, keyfi keka.
Farelere cesaret dersi veriyor.
Farelerde mamuta bir ders verdiler.
Koca mamuta kaşlarını çatıp, parmaklarını uzatarak “Biz tırsığız ve pısırığız, tamam mı?” dediler.
“Bu halimizden de gocunmuyoruz.
Hayatımızı ancak böyle idame ettirebiliyoruz.”
Ben de o filmi izledikten beri farelerin bu atak tavrını kendime şiar edindim.
“Biraz cesur ol be kardeşim!” diyenlere hemen sesimi yükselterek “Ben tırsığım ve pısırığım, tamam mı?” diye karşı saldırıya geçiyorum.
Karşımdaki afallayıp kalıyor.
İkinci adımı atmaya cesaret edemiyor.
“İkinci adım da ne?” diyeceksiniz.
Hemen izah edeyim:
Birisi sizden neden cesur olmanızı ister?
Düşünün bakalım!
Kendisinin tek başına atamayacağı bir adımı size attırtabilmek için.
Sizden cesaret isteyen biri kısmen veya tamamen arsız olmanızı isterken ne istediğinin farkındadır.
İstenense kendisinden istenilenden bihaberdir.
“Arsızlıkla cesaretin ne alakası var?” diyeceksiniz büyük ihtimalle.
Cesaretin ortasındaki “ar”ı çıkartın bakalım.
Ortada ne kalır?
Ceset.
“Yürü koçum!” diye komut verenler çoğunlukla mamutlardır.
Yürü koçum denilenler kimlerdir peki?
Neredeyse her zaman kurban edilmek istenen kuzulardır.
Ana kuzuları çoğu zaman bu tok sesli çağrıya kanarlar.
Gönül rızasıyla kendilerini ateşe atarlar.
Ölmeye can attıklarından değil.
Ölmeyeceklerine olan inançlarından.
Mamutların kendilerine kol kanat gereceklerini sandıklarından.
Halbuki mamutlar sandık dizaynı çalışması yapmaktadırlar.
Dizayn istenen sonucu verdiğinde ölen öldüğüyle, kazanan kazandığıyla kalır.
Uzun lafın kısası:
Tırsmak ve pısmak zamanı, tırsmak ve pısmak gerekir.
Evet, her daim tırsarak ve pısarak yaşanmaz.
Bu bir gerçek.
Ama gerektiğinde tırsmayınca da yaşanmaz.
Bu da başka bir gerçek.
Ömrü bu memlekette geçmiş her ölümlü bu acı gerçekleri bilir.
Bu iki gerçek arasında bir denge kurabilene “siyasetçi” diyorum.
Bu iki gerçek arasında bir denge kuramayana “politikacı” diyorum.
Bu ikisinden biri doğru, diğeri yanlış diyene “Sen bilirsin” diyorum.
Her ikisi de yanlış diyene “Yürü koçum, kim tutar seni” diyorum.
OBAMA
Kızılderililer kendilerine saldıran beyazların yanındaki siyah adamı görünce şaşırmışlar.
“Hadi” demişler “beyazları anladık, ama şu kara beyaz adama ne oluyor ki!”
Bu anekdotu çok sevdiğini belirten bir okurum köşemde yayınlanmak üzere bir güfte yollamış.
Adı Temel’miş, Karadenizliymiş.
O yüzden Obama’ya bir sempatisi varmış.
Sempatisinin neden kaynaklandığını anlamadım ama güfteyi beğendim.
İşin garibi sanki bestesini de biliyorum gibi geliyor bana.
Uy Obama, Obama Uy Obama, Obama
Sakın vurma obama Sakın vurma oğluma
Uy Obama, Obama Uy Obama, Obama
Sakın girme odama Çıkma sakın yoluma
Uy Obama, Obama Uy Obama, Obama
Sakın vurma bubama Uymayasın şeytana
Uy Obama, Obama Uy Obama, Obama
Sakın vurma karıma Çıkmasın yüzün kara
Uy Obama, Obama Uy Fadime, Fadime
Sakın vurma kızıma Tez celesun yanıma
SON TAHMİN
Tarih dünyevileştirir, dünyevileştirecek...
Paylaş
Tavsiye Et