Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (February 2005) > Topluyorum > ‘Merkez ülke’nin siyasal dinamizmi ve finansal açmazı
Topluyorum
‘Merkez ülke’nin siyasal dinamizmi ve finansal açmazı

 

Arkadaşlar 2005’in ilk topluYORUM’unu yapıyoruz. Maalesef bu yıla acıyla başladık. 26 Aralık’ta Endonezya’nın Banda Açe kentinin güneydoğusunda, Hint Okyanusu’nda meydana gelen deprem ve ardından oluşan dev dalgalar yüzünden büyük bir insanlık dramı yaşandı; hâlâ da yaşanıyor. En son bilgilere göre ölü sayısı 280 bine yükseldi. Ben topluYORUM’u, Allah’tan ölen Müslümanlara rahmet, geride kalanlara da sabır ve imdat dileyerek açmak istiyorum.
Bu duaya hepimiz iştirak ederiz. Bu meseleyi biraz konuşsak iyi olur. Geçen ayın sonunda olduğu için değerlendirme fırsatımız olmamıştı. Ben Türkiye’nin bu felaket karşısında yeteri kadar duyarlı davranmadığını düşünüyorum. Böyle büyük bir afetin benzerinin acı hatırası ve dünyanın her yerinden yardıma koşan insanların dayanışma sahneleri zihinlerimizde tazeydi halbuki. Üstelik özellikle felaketten en fazla etkilenen Açe, tarihî olarak kuvvetli bağlarımız olan bir bölge.
Ama Türkiye’de de yardım kampanyaları yapılmadı mı? Hem devlet yardım gönderdi, hem de kampanyalar hâlâ devam ediyor.
Evet ama çok geç kalındı. İlk açıklanan yardım 1 milyon 250 bin dolardı. Hükümet isteksiz davranınca halk da konunun önemini kavrayamadı. Mesela 5 Ocak’ta toplanmış olan yardım ancak 250 bin YTL idi. Bahsettiğin kampanyalar ancak Ocak ayının 15’inden, yani neredeyse olayın üstünden bir ay geçtikten sonra, biraz da bayramın etkisiyle hız kazandı. Türkiye dayanışmada refleks göstermeliydi; herkesten önce harekete geçmeli ve dünyaya örnek olmalıydı.
Ama felaketin boyutu hemen anlaşılamadı. ABD bile önce sadece 35 milyon dolar yardımda bulunmuştu; onlar da rakamı sonra 350 milyona yükselttiler.
Basına yansıyan ilk manzaralar felaketin sadece turistik bölgeleri vurduğu gibi bir yanlış imaj oluşturdu. Olay, futbolcular ve sevgililerini kurtarmaya indirgenince işin vahameti ilk elde anlaşılamadı ve insanlar ilgi göstermedi. İnsanî boyut ortaya çıktıkça da Türkiye devletiyle, toplumuyla harekete geçti. Kızılay kalıcı yardım ekibi gönderdi, Deniz Feneri ve İHH gibi sivil yardım kuruluşları afet bölgelerinde faal hale geldi.
Ne olursa olsun, devlet öncülük etmeli, halkı aydınlatmalıydı. Resmî yardım 1 milyon küsur olup bir de bahsettiğiniz sebepler eklenince ilk anda kötü bir imtihan verdik.
Söylediklerin kısmen doğru; ama bence bir hata yapıyorsun. Yardım kampanyaları gibi işler, dinamiğini temelde sivil toplumun oluşturması gereken etkinliklerdir. Resmî organizasyonlar ancak toplumun taleplerinin koordine edilmesi noktasında önem kazanır. Devlet yardımları da aslında toplumsal talebin sonucunda oluşur; onun öncüsü veya yönlendiricisi olarak değil. Bizde maalesef devlet ile sivil toplumun işlevleri ve ikisi arasındaki ilişkiler bir türlü sağlıklı bir zemine oturtulamıyor. Hem her şeyi devletten bekliyoruz, hem de devlet aşırı güçlenip toplumu ezmeye veya bazı projelerini dayatmaya kalktığında şikayet ediyoruz. Bu bir tutarsızlık.
Bu nokta bence de çok önemli. Buradan sözü başka bir konuya bağlamak istiyorum. Benzer bir edilgenlik sosyo-politik yapının tümüne hakim. Nedense toplum, sorunlarını çözmek için sivil inisiyatif oluşturmak yerine, bu sorunları siyasal örgütlere ciro etmeyi tercih ediyor. Mesela sorunu çözeceğini vadeden partiyi iktidara getirip sonra bekliyor. Bu arada taleplerini takip etmek, politika üzerine etkide bulunmak gibi işlerden uzak duruyor. Talepleri gerçekleşmezse bir dahaki seçimde tepki gösteriyor belki; ama arada sessiz kalıyor. AKP iktidara gelince manevî değerlere önem veren kuruluşların atalete düşmesi, ‘nasılsa baştakiler bizden, sorunları halletsinler’ rehavetine kapılması da buna örnek.
Çok doğru; ben de Türkiye’de hangi kesimden olursa olsun sivil toplum kuruluşlarının devletle ilişkilerinin yapısı hakkında doğru bir kavrayışa sahip olmadığını düşünüyorum. Adı üzerinde ‘sivil’ toplum kuruluşu… Bizim STK’lar genelde sırtlarını ‘politik’ topluma, yani devlete dayamayı tercih ediyor. Geçmişte devletle ilişkileri sorunlu olmuş, derin devletin mesafeli durduğu, ‘akredite etmediği’ kesimler bu bakımdan nispeten daha avantajlı. Mecburiyetten de olsa, ‘sivil’ olmaya yatkınlar.
Bu bahsettiğiniz mesele AB üyeliği sürecinde beni biraz endişelendiriyor doğrusu. STK’lar çok önemli.
Nasıl yani? Sivil toplumun yetkinliği AB kriterlerinden biri olduğu için mi?
Daha ziyade farklı bir yönden. Hatırlarsınız topluYORUM’larda AB’yi tartışırken hep söylediğimiz bir husus; merkez ülke olma şuuru ile medeniyet ve tarihî derinliğinden aldığı kuvvetle Türkiye’nin AB tarafından dejenere edilme korkusuyla değil, AB’yi etkileme vizyonuyla hareket etmesi gerektiğiydi. Bu ise sivil topluma büyük mesuliyet yüklüyor. AB’den gelebilecek olumsuzlukları bertaraf etmek ve şuurumuzu pekiştirmek devlet marifetiyle yapılacak iş değil.
Aslında geleneğimiz bu konuda çok değerli örnekler barındırıyor. Önce Anadolu’nun sonra da Balkanların Müslümanlaşması sivil inisiyatif diyebileceğimiz yapılar vesilesiyle mümkün oldu. Vakıflar, ahi teşkilatı, loncalar halkın içinden doğan ve onun değerleri etrafında örgütlenen yapılardı. Siyasetle ilişkileri oldu şüphesiz; ama kökleri ve dinamizmleri siyasetten değil toplumdan oldu. Ben bu konuda çok da ümitsiz değilim. Bugün Türkiye’deki bütün camiler, imam-hatip liseleri ve birçok hayır müessesesi hep halk tarafından ve halkın kaynaklarıyla oluşturuldu. Bosna başta olmak üzere, birçok uluslararası davaya halk kendi inisiyatifiyle sahip çıktı.
Biraz da dış politikadaki hassas gelişmeleri ele alalım isterseniz. İsrail, Filistin ve Rusya gezileri bir hayli ses getirdi. Ne dersiniz?
Dışişleri Bakanı’nın İsrail’e gitmesini nasıl karşılıyorsunuz? AKP iktidara geldiğinden beri bu düzeyde bir ziyaret olmamıştı. İsrail’in ısrarlı talepleri ve ABD’nin telkinlerine rağmen Ağustos sonunda bazı milletvekilleri gitmişti sadece.
Bence bu geziyi İsrail gezisi olarak adlandırmak yanlış olur. Bu gezi İsrail gezisi olduğu kadar Filistin gezisidir. Üstelik ardından Ürdün’e de giderek önemli bir mesaj verildi. Bu üç ülke ancak barış içinde bir arada olurlarsa, varlıkları sahici ve sürekli olur. Bunun içinse adil ve kalıcı bir çözüm bulunmalı. Daha önce İsrail yönetimi Arafat ile görüşülmesine izin vermediği için, biraz da buna tepki olarak resmî ziyarette bulunulmuyordu. Arafat’ın ölümünden sonra bu tepkinin gerekçesi de ortadan kalkmış oldu. Şimdiki gezi, Filistin seçimlerinin hemen öncesine denk getirildi ve Türkiye’nin bölgedeki etkinliği açısından son derece olumlu oldu.
Türkiye açısından öyle de; ya Filistin açısından? Gül’ün İsrail’i ziyaret ettiği gün Gazze’de 7 Filistinli öldürüldü.
Bence Filistin açısından da son derece olumlu oldu. Türkiye’nin etkinlik kazanması en çok Filistin’in hayrına. Daha önce de bahsetmiştik; Orta Doğu barışı için yol haritası hazırlayan Orta Doğu Dörtlüsü (ABD, AB, Rusya ve BM) içinde İslam dünyasının temsil edilmiyor olması büyük bir zaaf. Bu barış girişimlerinin meşruiyet zeminini de olumsuz etkiliyor. Türkiye’nin bölgede etkin hale gelmesiyle İKÖ de sürecin parçası haline gelebilir. Son olarak şunu söyleyeyim; bütün taraflarla ilişkiniz olmadığı yerde soruna müdahil olmanız, çözüme katkıda bulunmanız ve yön verici bir rol oynamanız da mümkün olmaz. Ama ‘Filistin ne olursa olsun, önemli olan İsrail’le görüşmemek’ diyorsanız, o başka.
Konuyu sığ politika malzemesi yapmak yanlış. Filistinliler direniyor; ama ne pahasına? Bölgeye gerçekten kulak veren, sadece ‘yüksek politika’ hedeflerini değil insanların günlük acılarını da önemseyenlerin sayısı ne yazık ki çok az. Dünyadan tecrit olmuş bir Filistin’in yaşama şansı var mı? Filistin davasının İslam dünyası için bir sembol olduğu doğru; ama Filistinliler için yaşam veya ölüm sorunu. Dolayısıyla bu sorunun bir an önce çözümüne yönelik çabalar desteklenmeli.
Bu dediklerinizde ihtilaf yok; ama bu politika gerçekten ne kadar etkili olacak? Bahsettiğiniz hedefler gerçekleştirilecek mi? Mevcut iktidarda bazı hassasiyetler olabilir; fakat özellikle Şaron gibi biri yönetimdeyken atılacak her adıma dikkat etmek gerekiyor. İsrail’in politikalarını meşrulaştırmaktan kaçınmak şart.
Türkiye hem İsrail, hem Filistin’le iyi ilişkileri olan ender ülkelerden biri. Tarihî geçmişi, Kudüs’ü 600 yıl barış içinde yönetmiş Osmanlı’nın varisi olması barışa katkı açısından ayrı bir sorumluluk ve imkân doğuruyor. Biliyorsunuz, bugün birçok hukukî mesele, hâlâ Osmanlı döneminden kalan vesikalarla çözümlenebiliyor. Meşrulaştırma konusuna, bence tam tersine, çok dikkat ediliyor. Dışişleri Bakanı Gül’ün gezisinde ayrıntı gibi görünen ama sembolik değeri çok yüksek bazı noktalar var.
Nedir bu noktalar?
İsrail devleti, tam bir ‘propaganda dehası’ olduğu için, bu gezinin ‘fotoğraflarını’ kendi politikaları doğrultusunda kullanmak istedi. Gül’e Yahudi soykırım müzesini ziyareti sırasında ‘kipa’ giydirmek istediler; ama o kabul etmedi. Gezi boyunca Kudüs’te Gül’ü taşıyan makam aracına İsrail bayrağı takmayı denediler. Ancak Türk tarafı müdahale edip, İsrail’in bu arzusuna izin vermedi. Mescid-i Aksa ziyaretinde de İsrailli yetkililer, Gül’ü Harem-i Şerif’e Müslümanların giriş yaptığı ‘Aslanlı Kapı’ yerine, Yahudilerin girdiği ‘Etiyopyalılar Kapısı’ndan sokmak istedi. Bu da Türk heyetinin tepkisine neden oldu ve Gül, kutsal bölgeye Aslanlı Kapı’dan girdi.
Girişimin etkisi Gül’ün, Filistin Yasama Meclisi’nde konuşan ilk yabancı dışişleri bakanı olmasından da belli. Ayrıca hem İsrail, hem de Filistin yönetimi, Türkiye’nin bölgede barış gücü olarak askerî varlığını olumlu karşılayacaklarını bildirdi. Bu azımsanacak bir şey değil.
Biraz da Rusya gezisinden söz edelim. Bu gezi de bence son derece önemliydi ve başarılı geçti. Rusya’yla ticaret hacminin 15 milyar dolara çıkarılması kararı, Türkiye’nin Rusya’nın Dünya Ticaret Örgütü üyeliğine destek olması ve Rusya’nın da Kıbrıs’ta Türkiye’nin tezlerine ilk kez bu kadar yakın durması kayda değer gelişmeler.
Putin’in Aralık başındaki Türkiye gezisi sırasında alınan mesafeyi Ankara Büyükelçisi Stegny; “Jeopolitik rakiptik, ortak olduk” sözleriyle ifade etmişti. Şimdi de karşılıklı olarak ‘Türkiye yılı’ ve ‘Rusya yılı’ ilan etmekten bahsediliyor. Ama bana sanki fazla iyimser bir hava estiriliyor gibi geliyor. Gerçekten tarih boyunca hasmane bir rekabet içinde olduğumuz Rusya ile güllük-gülistanlık bir ortama girmek bu kadar kolay mı?
Uluslararası siyasetin yeni yapısı, yeni dönemin yeni parametreleri bazı değişiklikleri getiriyor. Üstelik değişimin hızı da geçmişe kıyasla farklı olabiliyor. Türkiye ve Rusya bölgelerinin en büyük iki devleti. Bu değişim, yalnızca siyasî iradenin tercihinin bir sonucu değil; oluşan yeni siyasi durumun da gereği. Geçmişte bu kavranamamıştı ve büyük sıkıntılar yaşandı. Türkiye çok boyutlu ritmik diplomasiye alıştıkça potansiyelinin farkına varıyor. AB ile üyelik müzakerelerinin kararının alındığı 17 Aralık’ta Noviye İzvestia gazetesi, manşetine ‘Elveda Türkiye’ başlığını atmıştı. Halbuki bir ay bile geçmeden Rusya ile ilişkilerin stratejik ortaklık düzeyine getirilmesi konuşulur oldu.
Aslında Rusya ile bu ilk yakınlaşma değil. 1960’lı yıllarda başlattığımız ağır sanayi hamlesinde Sovyetler Birliği’nin katkısı olmuştu. Düşük faizli Sovyet kredisi ve SSCB’nin sağladığı teknik destek ile Türk ağır sanayinin temelini oluşturan tesisler kuruldu. Seydişehir Alüminyum, İskenderun Demir-Çelik, Oymapınar Hidroelektrik Santralı ve Aliağa Petrol Rafinerisi bu tesislerin başlıca örnekleri.
Bu arada Rusya’ya fazla yaklaşmanın risklerini de unutmayalım. Tarihte ne zaman Rusya’ya yakınlaştıysak, bu durumu sağlayanların başına bir şeyler gelmiş. 1833’te İngiltere ve Fransa’nın da desteklediği Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa karşısında zor duruma düşünce Osmanlı devleti çareyi Rusya ile yakınlaşmakta buldu ve Hünkar İskelesi Anlaşması imzalandı. Ardından 1838-41 bunalımı geldi. Yönetim topyekûn değişmediyse de, köklü reformlar yapıldı. 1959’da ciddi ekonomik kriz yaşayan Türkiye’nin kredi bulmak için Sovyetler Birliği’ne yanaşması da Washington’u rahatsız ettiği, Adnan Menderes’in devrilmesinde, ABD’den alamadığı bir krediyi Sovyetlerden almaya yönelmesinin rol oynadığı söylenir. Son olarak, 1964’te Johnson mektubuna, “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de orada yerini alır” tepkisini gösteren ve SSCB’ye yakınlaşma girişiminde bulunan İnönü’nün ertesi yıl seçimleri kaybetmesi, dahası iki kere özel bursla ABD’ye gitmiş olan Ecevit’in CHP içinde yükselmeye başlaması zikredilir.
Komplo teorileri bir yana, Rusya ile aramızdaki ilişkiler için stratejik ortaklık nitelemesinde bulunmak için erken. Dahası bu pek mümkün görülmüyor. AKP iktidarının başına bir şey geleceğini sanmam; ama Rusya ile ilişkilerin, mevcut ittifak ilişkilerimizi olumsuz etkilememesine özen göstermek, hele ortada somut bir durum yokken kafalarda şüphe uyandıracak davranışlardan kaçınmak gerek.
Rusya ile hem ABD’nin, hem AB’nin ilişkileri bizden çok daha ileride. Neden çekinecekmişiz? İlişkilerimizin iyi olması çok doğal; biz komşuyuz.
Ama Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üyelik gibi girişimler, Türkiye’nin Batı ittifakı içindeki konumunu terk etmesini savunan Avrasyacı ve ulusalcı söylemin bir parçası gibi algılanabilir.
Bazı şeyleri karıştırmamak lazım. Birincisi, Türkiye’nin küresel güçlerden biriyle girdiği ilişki diğerlerine alternatif veya tepki gibi algılanmamalı. Tam tersine, ‘merkez ülke’ vizyonunun doğal bir sonucu bu. Türkiye bir taraftan ABD ile stratejik ortaklığını sürdürmeli, bir taraftan AB’ye tam üyelik yolunda ilerlemeli, bir taraftan Rusya ve Çin ile Avrasya stratejilerinde etkin işbirliğini geliştirmeli ve bunlar birbirinin alternatifi değil tamamlayıcısı olarak görülmeli. Tek boyutlu ve tek güce endeksli dış politika devrinin bittiğini hep söylüyoruz. Bundan sonra artık geçmişte olduğu gibi tek taraflı bağlılık ilişkisi söz konusu olamaz. Yeni dönemin formülü, çok yönlü iyi ilişkiler ve karşılıklı bağımlılıktır. Türkiye’nin AB’ye üyeliği Asya’yı terk etme veya ABD’den kopma olmadığı gibi Rusya ile ilişkilerin gelişmesi de AB’ye alternatif B planı üretme veya ABD’ye tepki gösterme değildir. Türkiye Avrasya’da etkin olmak zorundadır ve bunun için hangi uluslararası örgütlerde ve ne seviyede yer alması gerekiyorsa, bunun gereğini yapmalıdır.
Az önce tartıştığımıza benzer bir konu bu da. Her şey iyi, hoş; ama Çeçenistan’da yaşananlar unutuluyor galiba. Yüksek stratejik hedefler uğruna Rusya ile ilişkileri geliştirirken bu konuyu feda mı ediyoruz?
Hiç de değil. Bakın, daha önce de ifade etmiştik; farklı durumlarda farklı konumlar almak uluslararası ilişkilerin olmazsa olmazıdır. Balkanlar veya Kıbrıs konusunda AB’den ve Rusya’dan çok ABD ile örtüşüyoruz. Irak ve Orta Doğu söz konusu olduğunda ise AB ve Rusya ile paralel düşünüyoruz. Bunun gibi aynı ülke ile de farklı konumlar belirleyebilmeliyiz. Mesela; Gürcistan’ın bütünlüğü konusunda Rusya ile farklılıklarımız daha fazla; ama Acara’nın statüsü ile ilgili Gürcistan’dan çok Rusya’ya yakın olabiliriz. Çeçenistan da böyle. Bir dış ilişkiyi toptancı mantığıyla değerlendirmek artık terk etmemiz gereken eski döneme ait bir alışkanlık.
Filistin meselesindeki değerlendirmemizi burada da yapabiliriz. Rusya ile sürekli kriz yaşayan ve mesafeli duran bir Türkiye mi, yoksa ciddi ekonomik ilişkileri olan ve siyasal açıdan ortak konumuna gelen bir Türkiye mi sorunun çözümünde daha etkin olabilir?
Ben başka bir gerçeğe işaret etmek istiyorum: Rusya’yı ihmal eden hiçbir Orta Asya, Kafkasya, hatta Karadeniz ve Balkan politikası uzun vadede başarılı olmaz. Geçtiğimiz Haziran’da İstanbul’da German Marshall Vakfı ve TESEV’in düzenlediği bir konferans vardı. BOP projesinin uzantısı olan bu çalışmada, Doğu Avrupa ülkelerinde demokrasinin geliştirilmesi tartışılırken, Karadeniz bölgesi için yeni bir Avro-Atlantik stratejisi de değerlendirildi. Burada amaç, Gürcistan ve Ukrayna’da yaşananlara benzer şekilde Rusya’nın etkisini azaltıp ABD ve AB’yi öne çıkaracak çözümleri tartışmaktı. Türk yetkililer, Rusya’nın dışlandığı her Karadeniz projesinin yanlış olduğuna dikkat çekti. Dış politika değerlere bağlı olduğu kadar, ham hayallere dayanmamalı ve güven vermeli. ‘Dışlayan dışlanır’ gerçeğini unutmadan, Türkiye’yi Avrasya stratejilerinin de merkez ülkesi yapacak çözümün formülü burada.
Tabii Karadeniz’e en uzun kıyısı olan Türkiye’nin bu tavrı, Batılıların hoşuna gitmese de, etkili olmuştur ve Rusya da bunu not etmiştir. Gerçekten uluslararası ilişkilerde ayakları yere basan, uygulanabilir çözümler üretmek çok önemli.
İç politikada da durum farksız. Sosyal politikaların çöküşü ülkede barış ve istikrarı tehdit ediyor. Ekonomiyi sadece bazı grafiklerden, borsa ve dövizden ibaret sananlar ‘işler iyiye gidiyor’ dese de, ciddi sorunlar var. İstanbul’da güvenlik sorunu had safhaya çıktı. Ev baskınları, katliam gibi cinayetler, sokak ortasında tecavüzler aldı başını gitti. Yılbaşı gecesi Beyoğlu’nda Hırvatistan uyruklu 2 kız öğrenci; “Burası Türkiye” sloganı eşliğinde taciz edildi. Türkiye’nin geri kalanı da farklı değil aslında. 1999’da toplam 245 bin asayiş olayı kaydedilmişken 2002’de 523 bine çıkmış.
Bunun sebebi ne sizce? Neden İstanbul orman kanununa ve vahşete teslim oldu?
Çok açık; yaşanan ekonomik kriz ve izlenen politikalar sebebiyle her şeyini kaybeden insanlar lümpenleşti. Geçen yılın sonunda açlık sınırı olarak da nitelendirilen, dört kişilik bir ailenin aylık zorunlu gıda harcaması tutarı, 513,93 yeni liraya yükseldi. Yoksulluk sınırı ise 1.562 yeni liraya çıktı. DİE’ye göre açlık sınırı ise 549,22 yeni lira. Asgari ücret ise sadece 350,15.
Bu noktada dosya konumuza geçebiliriz. Küresel finansın girdabı Türkiye’yi yutacak mı? Ne dersiniz?
Yuttu bile. Hatta sindirmeye bile başladı. Ekonomi neoliberal terörün, politika İMF’nin, devlet borçların, bütçe de faizin esiri. 2004 yılında 168 milyar YTL’si iç ve 16 milyar YTL’si dış olmak üzere toplam 184 milyon YTL borç geri ödemesi yapıldı. Bunun 54,2 milyarlık kısmı faiz.
Kusura bakmayın ama ben büyük rakamlarda YTL’yi anlayamıyorum. Altı sıfır atıyoruz değil mi? O zaman, doğru hesapladıysam, bu söylediğin faiz ödemesi 54,2 katrilyon TL mi yapıyor?
Evet. Daha anlaşılır olması için şöyle söyleyebiliriz. Geçen yıl Hükümet, günde yaklaşık 150 trilyon -veya 150 milyon YTL- faiz ödedi. Üstelik 2003 sonunda 194,4 milyar YTL olan iç borcumuz şimdi neredeyse 230 milyara çıktı. Hem bu kadar borç ödüyoruz, hem de borcumuz hâlâ artıyor.
Borç ödedik; ama borçları ödemek için yeniden 160 milyar YTL borçlandık. Bunun 148,5 milyarı iç piyasadan. Bir başka deyişle, iç piyasaya 168 milyar geri ödeme yaptık; ama bunun için aynı piyasalara 148,5 milyar YTL borçlandık.
Yani her 100 liralık borç ödemek için 88,40 lira borç almışız. İyi de o zaman bunun bir kredi kartıyla para çekip diğer kredi kartının borcunu ödeyen müflislerden ne farkı var?
Şu farkı var; orada sürekli daha yüksek faizle karşılaşılıyor. Halbuki Türkiye’de hem faizler geriliyor, hem de borcumuzun vadesi uzuyor. 2002’de Hazinenin borçlanırken ödediği ortalama faiz yıllık %62,7 ve borcun ortalama vadesi de 9 aydı. Geçen yıl ise faiz %24,7’ye düşerken vade 14,5 aya uzadı.
Geçen yıl için 12 aylık ortalama enflasyon %11 idi. Buna göre 12,5 puan reel faizle borçlanmışız. Uluslararası piyasalarda ödediğimiz risk primi %2, bilemedin 3 iken, bu rakam çok değil mi? Her şeyin iyi gittiği söyleniyor, başta düşük gelir grupları olmak üzere toplumun büyük kesimi fedakarlıkta bulunuyor, hükümet bağrına taş basıp sevimsiz kararları ısrarla uyguluyor; ama faizler pek nazlı.
Bütçe de aynı durumu yansıtıyor. 2004’ün ilk 11 ayında devlet 98,7 milyar YTL gelir elde etmiş; tabii bunun %82’si vatandaştan toplanan vergiler. Buna karşılık devlet olmanın icabı işleri görmek için de 70,8 milyar YTL harcamış. Sonuçta ilk 11 ayda 24,4 milyar YTL açık vermiş. Devlet vatandaştan topladığının daha azını vatandaşa hizmet veya transfer olarak geri döndürüyor; verdiğinden çok alıyor ama işin içine 52,3 milyar faiz harcaması girince hesap şaşıyor ve bütçe yine açık veriyor. Bizim gibi ülkelerde, ekonominin daha hızlı ve sürekli büyümesini ve bu arada devletin sosyal harcamaları ciddi biçimde artırmasını engelleyen temel unsur kamunun borç yükü. Bu sorun, sosyal harcamaları kısıtlamakla kalmıyor; reel faizin de yüksek kalmasına neden oluyor. Bu durumda yatırımlar olumsuz etkileniyor ve üretim de, istihdam da hız kesiyor. Son üç yıldır yüksek oranlarda büyüyoruz; ama işsizlik olduğu yerde duruyor. Bu engeli aşmanın tek makul ve adil yolu, kamu borçlarını yeniden yapılandırmak ve azaltmak.
Aslında sorunun teşhisinde herkes müşterek; ama çözüm yolları farklı. Birincisi böyle radikal programla ‘ödemiyorum’ demek veya borçları ertelemek. Böyle bir teklifin mevcut koşullarda tutarlı olması için, devlet iç borcunu yeniden yapılandırılırken, vatandaşın bankalardaki mevduatını da yeniden yapılandırması gerekir. Eğer devlet bir bankaya, elinde tuttuğu hazine kağıtlarının faizini ve anaparasını zamanında ödemeyecekse, o zaman o banka da vatandaşın mevduatını zamanında ödeyemez. Bu ise bütün ödemeler sisteminin çökmesi demektir. Dış borçların yeniden yapılanması konusuna gelince, bu durumda, yeni kredi almanız imkansız olur veya alınacak yeni dış borçların faizi yüksek, vadesi kısa olur. Tıpkı şimdi Arjantin’de yaşandığı gibi. Bu arada herhangi bir doğrudan dış yatırımı da unutun gitsin. 5-6 yıl gibi bir süre sonra her şey iyiye giderse, olumsuz etkiler kaybolabilir. Bir ülkenin dış açığı yoksa, bu zorlukları göğüslemek mümkün gözükebilir; fakat cari işlemler açık veriyorsa, yeni bir denge ancak çok ciddi bir devalüasyon karşılığında ve sermaye kaçışlarını yasaklayan önlemlerle sağlanabilir.
Biraz daha açık konuşur musun? Somut olarak ne gibi önlemler gerekir?
Mesela yeniden kontrollü kambiyo rejimine geçmek gerekir. Yabancı para tutmak şartlara bağlanır veya yasaklanır. Dış ticarete denetim getirilmesi de gerekebilir. Kısacası 1989 hatta 1985 öncesine dönmek gerekebilir. Bu ise imkânsız. Böyle bir girişim beklenen düzenli ve kontrollü yeniden yapılanma yerine, ülkeyi kaosa sürükler. Bunun da sosyal maliyeti çok ağır olur; yoksulluk ve işsizlik azalacağına, daha vahim boyutlara ulaşır. Küreselleşen ekonomide bu tür bir girişimin olumsuz sonuçlara yol açması kesin. Oysa bir çözüm daha var: Yatırımcının ve borç verenin güvenini kazanmak ve faizlerin düşmesini, vadenin de uzamasını mümkün kılarak borç yükünü tedricen azaltmak. Yani, sorunu zorla değil, piyasa kuralları içinde çözmek. Türkiye son 3 yıldır bunu yapıyor ve bayağı mesafe kat etti. Birinci çözüm kolay ve sempatik görünse de, mayın tarlasına gözü kapalı girip koşarak bir an önce kurtulmaya benziyor. Yani havaya uçmak neredeyse kaçınılmaz.
Ama bu çözüm adil mi? Maliyeti ne oldu? Devlet her türlü harcamasını azamî ölçüde kıstı. Tutukluları cezaevinden mahkemeye götürmekten bile aciz kaldı. Ücretler bastırıldı, tarım kesimi kaderine terk edildi. Sosyal devletten uzaklaşıp bütün gücümüzle borçları ödemeye koyulduk. 10 yıldır aşırı yüksek faizler ödedik. Hâlâ da ödüyoruz. 1995’te doların faizi dünyada %5 iken Türkiye’de %45’ti. Şimdi işler düzeldi deniyor ama 2003’te dünyada 1,5’a düştü bizde 48 oldu. Bunun nedeni sorulduğunda; ‘Borçları geri ödememe riskiniz var; bu fiyatlara yansıyor, faizler yükseliyor’ diyorlar. Yani ödediğimiz yüksek faiz, borçları ödememe ihtimalinin fiyatıymış. Biz bu fiyatı ödediğimize göre malı niye almıyoruz? Ödemeyiz olur biter. Anadolu’da bir söz vardır; “Borç bini aşınca alacak olur” diye. Bizim durumumuz da öyle. Senin verdiğin mayın tarlası örneğini kabul edersek, başarılı bulduğun çözüm, aynı tarlada temkinli bir biçimde adım adım yürümek oluyor; ama sırtımızda 100 kilo yükle! Her an dengemizi kaybedebiliriz veya dışarıdan hesaplayamadığımız bir etken dengemizi bozabilir. O zaman ne olacak? Her gün ölmektense, bir kere ölürüz. Üstelik devletler iflas etmez.
Sistem sermayeyi kontrol eden azınlığın çoğunluk karşısında korunmasına dayanıyor. Mesela mevduatların yeniden yapılandırılmasından söz edildi. Zaten bütün banka mevduatının %80’i mevduat sahiplerinin %2’sine ait. Bu sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada böyle. Küresel kapitalizm adeta bir kumarhane ve arada bir oyuncular kazanıyor görünse de, gün sonunda kazanan hep kasa. Bir yerde bu düzenin vaat ettiklerine ümit bağlamakla kendimizi tutsak ediyoruz. Radikal kararları almak kolay; ama sonuçlarına katlanmaya gelince durum değişiyor. Timur’a fillerden şikayete giden Nasrettin Hoca’nın haline düşmek de var. Sorunun temelinde küreselleşen finans kapital ve onun sisteminin bütün dünyaya dayattığı model yatıyor. Bu sistemle iç içeyken ona efelenmek akıl kârı değil. Ya topyekûn bir kopuşu göze alıp, liberalizmin nimetlerinden vazgeçeğiz ve belli bir dönem fedakarlığı kabulleneceğiz ya da oyunu kuralına göre oynayıp sistem içinde verimliliği esas alan çözümler üretmeye çalışacağız. Birincisinin başarılı olabilmesi için kapsamlı bir hareket ve yeni bir uluslararası ekonomik sistem önerisi gerekir. İkinci çözüm kısmî başarı sunsa da, küresel sömürüyü beslemeye devam etmeyi, buradaki haksız konumu kabullenmeyi getiriyor. Ama kestirme yollar genellikle çıkmazdır ve kolay gibi görünen çözümler sorunları halletmez.
Anlaşılan sorun sadece Türkiye sorunu değil, küresel kapitalizm sorunu. Türkiye ‘merkez ülke’ vizyonuyla küresel siyasette etkin hale geldi. Güven veren dengeli politikasıyla dünya barışına ve istikrarına katkıda bulunuyor. Umarım küresel kapitalizmin dünyayı sürüklediği felakete karşı da çözümler üretebilir. Bu meseleyi konuşmaya devam etmemiz lazım ama bu aylık burada bitirmek zorundayız.

Paylaş Tavsiye Et