TEMMUZ ayı, adına yaraşır şekilde, AKP’ye oldukça cömert davrandı. Tammuz (Dumuzî), Mezopotamya mitolojisinde “ölümün ve yeniden dirilişin tanrısı”, “bitkiler tanrısı”nın adıdır. Mitolojiye göre bu tanrı, yılın altı ayını yeraltında, diğer altı ayını da yeryüzünde geçirirmiş. Yeraltına girdiğinde güz gelir, yeryüzüne çıktığında ise tabiat canlanır, bahar gelirmiş. Tanrısal bir ada sahip bu ayda geçmişte neler olduğuna bir bakacak olursak, yakın geçmişimizde ülkemizin kaderini belirleyen iki önemli olayla karşılaşırız: Birincisi II. Meşrutiyet’in ilanı, ikincisi ise ilk genel seçimlerin yapılışı. Her iki olayın gerçekleştiği tarihler de ilginç: Birincisi 23 Temmuz (1908), ikincisi ise 21 Temmuz (1946). 22 Temmuz seçimlerinin, Türkiye’nin geleceğini, öncekilere benzer bir biçimde değiştirip değiştirmeyeceğinin cevabını ise gelecek yıllar verecek.
22 Temmuz seçimlerinin tarihine karar verilirken, ayın ve günün sembolik değerlerinin dikkate alınıp alınmadığını elbette bilmiyoruz. Ancak seçim sonuçlarına bakıldığında insan kendisine, AKP’nin Nisan ayında Abdullah Gül’ü gerçekten cumhurbaşkanı seçmek isteyip istemediğini de sormadan edemiyor. Zira seçimle elde ettikleri, seçim öncesinde sahip olduklarından çok daha fazla avantaj sağlıyor AKP yönetimine. AKP’lilerden seçim sonrasındaki tabloyu oluşturacak bir senaryo yazmaları ve yönetmeleri istenseydi, ancak bu kadar başarıyla yazabilir ve yönetebilirlerdi!
Sonuçta perde arkasında neler döndüğünü bilmiyoruz. Fakat ortada bir gerçek var: 22 Temmuz’da seçim yapıldı ve sandıktan, %46,6 oy ve 341 milletvekili kazanmış AKP birinci parti olarak çıktı. AKP, iki seçmenden birinin oyunu aldı. Seçim gerek katılım oranı gerekse de seçime giren partilerin Meclis’te temsil kabiliyeti açısından meşruiyeti yüksek bir seçim olarak tarihe geçti. Meclis’e giren diğer partilerden CHP %20,8 ile 112, MHP %14,3 ile 71 ve bağımsızlar da 26 sandalye sahibi oldular. D(Y)P beklendiği gibi, liderinin “Cumhurbaşkanlığı seçiminde yaptığımız hatayı telafi edemedik” sözüyle, sandığa gömüldü. Bağımsızların Meclis’te grup kurabilecek bir çoğunluğa sahip ekseriyetinin DTP’li oluşu ise önümüzdeki dönemde seçmeni temsil kabiliyeti yüksek, renkli bir Meclis yapısı ile karşı karşıya olacağımızı gösteriyor.
Seçim sonuçları hem iktidar partisi hem de muhalefet partileri açısından avantajlar ve dezavantajlar içeriyor. Bu durum, cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılmaması için uğraşan güçler için de geçerli. AKP’nin, beklendiği üzere, oy oranının artmasına karşın Meclis’teki sandalye sayısı azaldı. Yeni Meclis, üç parti ve -çoğunluğu DTP’li- bağımsızlardan oluşacak. Gerek ittifaklarla ve gerekse de bağımsız olarak Meclis’e girenlerin yeni partiler oluşturma, grup kurma ya da ittifaktan ayrılarak seçime girmemiş partilerini Meclis’te yeniden temsil edilir hale getirme ihtimalleri de düşünüldüğünde avantajların dezavantaja, dezavantajların avantaja çevrilmeleri imkanı ortaya çıkıyor. Bu tablo bir yönüyle cumhurbaşkanlığı seçimine kilitlenenlerin elini güçlendirirken, öte yandan da zayıflatıyor. Fakat eğer Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı seçme politikasında kararlı ve ısrarlı olursa AKP’nin bu tablodan en fazla yararlanacak parti olduğu açık.
Seçimin en önemli sonucu, aslına bakılırsa, cumhurbaşkanlığı seçimi için sıklıkla dillendirilen uzlaşmanın sandıkta sağlanmış olması. Halkımızın, seçimin erkene alınmasının gerekçesinin Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı seçtirmeme uğraşı olduğunu gayet iyi anlamış olarak sandığa gittiği ve cumhurbaşkanlığı sürecinde nasıl bir tavır geliştirmeleri gerektiğinin ipuçlarını iktidara ve muhalefete göstermek istediği anlaşılıyor.
Her şeyden önce, milletvekili sayısı azalsa bile oylarındaki %13’lük artış ve bu yükselişte Abdullah Gül faktörünün oynadığı rol, AKP’nin Gül’ü aday göstermeye devam etmesini gerekli kılıyor. İkincisi, ANAP ve DYP’nin yaşadıkları, -en azından- yeni Meclis’te bulunacak sağ partilere ve temsilcilerine genel kurula girmeme gibi bir tercihte bulunma şansı bırakmıyor. Üçüncüsü, Meclis’in çok partili yapısı Abdullah Gül’ü istemeyen kesimin bir blok halinde hareket etmesini zorlaştırıyor. Dördüncüsü, AKP’nin aldığı toplam oyun, Meclis’e giren diğer partilerin -bağımsızlar dahil- aldıkları toplam oydan daha fazla olması da, uzlaşma vb. söylemlerinde ve sürecin yönetiminde AKP’nin işini hayli kolaylaştırıyor ve tabii ki diğerlerinin işini de zorlaştırıyor.
Bu seçimin sonuçlarından bir diğeri, halkımızın, siyaset mühendislerinin kendilerini varlık sorunlarını oylamak zorunda bırakmasından duyduğu hoşnutsuzluğu ve böyle bir tercih durumunda kaldığında hangi tarafta yer alacağını bir kez daha göstermiş olmasıdır. Türkiye halkı; şişirilmiş mitinglerle, “eşi başörtülü cumhurbaşkanı istemiyoruz” söylemleriyle, geceyarısı bildirilerinin yaratacağı tedhişe bel bağlayarak karşısına çıkan -kendisini ve sahip olduğu değerleri her fırsatta tahkir eden- siyasilere hiçbir şekilde teveccüh göstermeyeceğini bir kez daha ağır bir şekilde ortaya koydu. Bu yönüyle 22 Temmuz’da seçmen, Serbest Cumhuriyet Fırkası’na, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na, DP, AP ve ANAP’a gösterilen teveccühün bir benzerini AKP’ye gösterdi. Seçim sonuçlarında “mantık dışı” bir şeyler arayanlar, halkımıza ve değerlerine ilişkin elitist, bürokratik ve aydınlanmacı tavırlarının halkımızda hiçbir sempati uyandırmadığının farkında değiller ve bu kafayla fark etmeleri de mümkün değil. Bunun üzerine bir de, sosyal problemlerin çözümüne ilişkin bir program sun(a)mamaları ve bu programın uygulanacağına ilişkin bir inandırıcılık, bir sahicilik sağlayamamaları da sandıkta yaşadıkları hezimeti doğurdu. Bugün tersini söyleseler de, toplumu laiklik ve -hiç nasiplenmedikleri- demokrasi, hukuk devleti vs. kavramları etrafında bölen siyasetleri ve bürokratik, aydınlanmacı jakoben ideolojileri bu seçimle bütünüyle iflas etmiştir. O nedenle, önümüzdeki dönemde bu çevrelerin de söylem ve program düzeyinde kendilerini yenilemeleri ve geliştirmeleri gerekiyor. Aksi bir tavır hem kendilerine, hem de Türkiye’ye çok şey kaybettirecektir.
AKP’nin kazandığı ezici seçim zaferi, halkımızın her fırsatta siyasal hayata (demokrasi, özgürlük, hukuk vs. gereği gibi mülahazalarla) müdahale edenlerin bu işten artık kesinliklevazgeçmeleri gerektiğini bir kezdaha hatırlatması anlamına gelmektedir. Türk halkı, bu seçimde “demokrasi dışı ve hak hukuk tanımayan çevrelere”, “irademe yönelik her müdahaleniz, daha az oy olarak size dönecektir; bizi millet yapan ortak değerlere saygılı olun; bu ülkeye ne tür hizmetler yapılabilir bize onu söyleyin; sizi değerlerimize açtığınız savaşlarla değil, ülkeye yaptığınız hizmetlerle görmek/hatırlamak istiyoruz” mesajını vermiştir.
Bir önceki seçime göre, seçmen sayısı bir milyona yakın artmış. Kullanılan oyları ve geçerli olarak kabul edilen oyları baz aldığımızda ise bu artış 3,5 milyon civarında olmuş. Seçimi kaybedenlerin, bu yeni oyların (ya da daha önceki seçime katılmamış olan seçmenlerin) oylarından da çok cüzi ölçüde yararlandıkları anlaşılıyor. Bu yararlanma da, ancak, örneğin CHP’de olduğu gibi bir önceki seçimde aldığı oyu koruma imkanı sağlamıştır. Bu tablo CHP’nin hem gençliğe söyleyecek bir şeyi olmadığını, hem de gelecek tasavvuru bulunmadığını ve umut vaat etmediğini gösteriyor. Kendisini “sosyal demokrat” olarak nitelemesine ve “sosyalist enternasyonal” üyesi olmasına karşın, bu seçim sürecinde takındığı tavırlar ve bu söylemlerine paralel olarak aldıkları sonuçlar, CHP’nin “sosyal”den ziyade “kamucu/devletçi” bir parti olduğunu da bir kez daha ortaya çıkarmış durumda. Seçim sonuçları vesilesiyle, parti ileri gelenlerinin yapmış oldukları vurgular da, bu gerçeğe işaret ediyor.
CHP, Deniz Baykal’ın liderliğinde şimdiye dek girdiği seçimlerde sayısız hezimet yaşadı. Aldığı oylar da, liderinden değil partinin adından, geçmişinden ve temsil ettiği değerlerden kaynaklanıyor. Bu seçimde, üstelik DSP ile ittifak yapmasına karşın, bir önceki seçimde aldığı oy oranını ancak yakalayabildi. Durum böyle iken, defalarca seçim mağlubiyeti yaşa(t)mış bir lider -liderlik koltuğunda kalmasına izin verilmek suretiyle- sürekli ödüllendiriliyorsa, bu Baykal’ın yaşattıklarının başarısızlık olarak görülmediği, tam tersine, kendisine verilen -her kim tarafından veriliyorsa artık- görevi en iyi şekilde yerine getirdiği anlamına gelir.
Bir önceki seçimde barajın altında kalan MHP, bu kez üçüncü parti olarak Meclis’e girdi. MHP’nin Meclis’e girmesi, -seçim sürecinde gördüğümüz üzere- pek çoklarının istediği bir durumdu. Gerek AKP’nin milletvekili sayısının düşürülmesi ve gerekse de önümüzdeki dönemde Kürt meselesinin tırmanacağı öngörüsü MHP’li bir Meclis beklentilerini artırdı. Konjonktür de MHP’nin, Meclis’e girmesi için ekstra bir gayret sarf etmesini, reklam kampanyasına girmesini gereksiz kıldı. Doğu bölgemizden gelen şehitlerimizin cenazeleri, DTP’lilerin açıklamaları vs. MHP için doğal bir propaganda anlamına geliyordu. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde dışarıda olmasına karşın takındığı tavırlar ve AKP karşıtı söylemleri tabanında belli bir rahatsızlık yaratsa da, oluşan konjonktür ve sistemin desteği MHP’nin barajı aşmasını oldukça kolaylaştırdı.
MHP ile birlikte DTP’lilerin de temsil ediliyor oluşu önümüzdeki dönemde Meclis’in hayli renkli ve zengin bir profile sahip olacağını gösteriyor. Umulur ki, iki ucun bir arada bulunduğu bir Meclis’te diyalog ve uzlaşı ortamı oluşur ve Türkiye’nin kan davasına dönüşmüş bir meselesine bir hal yolu bulunur.
Önümüzdeki dönemde AKP’nin işi hayli zor olacak. Zira halkın göstermiş olduğu teveccühün karşılığını hem hizmet, hem de duruş olarak vermek zorunda. AKP’nin halkın oylarıyla bugün yerleşmiş olduğu konum, “Türkiye’nin Partisi” olma makamıdır. O nedenle, çok geniş bir çevreye hitap etmesi gerekiyor. Kimi zaman çıkarları birbiriyle çatışan çevrelere aynı anda hitap etmek zorunda kalacak. Seçim süreci gösterdi ki, bu işi AKP -eklektik bir tarzda olsa da- başarıyla yapıyor. Bu süreci, zorlanacak olsa da devam ettirmesi gerekiyor.
AKP’nin bu dönemdeki en erken sınavı cumhurbaşkanlığı seçimi. Türk halkı, bu konudaki tavrını ve görmek istediği resmi sandıkta gösterdi. AKP’nin önündeki yegane seçenek, Abdullah Gül’ü yeniden cumhurbaşkanlığına aday göstermesi ve seçtirmesidir. Meclis’te temsil edilecek diğer partilerin bu seçimde nasıl bir tavır sergileyeceklerine ilişkin açıklamaları da, en kötü ihtimalle, üçüncü turda AKP’nin adayı kim olursa olsun seçileceğini gösteriyor. Bu noktadan sonra AKP’nin kurumsal mutabakatarayışlarına girmesi -bu çevrelerin, kendi istedikleri yapılmadığı müddetçe, yapılan işi bir uzlaşma olarak görmeyecekleri ortada olduğuna göre- beyhude bir uğraştır. (Fakat görüntüyü kurtarmak için bu turlar yapılacaktır elbette.) Hele hele bu uzlaşının sağlanamadığı bahanesiyle, hangi gerekçe ve hangi tür pazarlama taktiği takip edilirse edilsin, Abdullah Gül adaylıktan çekilir ya da çektirilirse AKP’ye gösterilen teveccühün ilk fırsatta geri alınacağı da açıktır. Şu ana kadar AKP’nin takip ettiği siyaset ve kullandığı söylemler, bu gerçeğin farkında olduklarını gösteriyor.
AKP’nin sistemin merkezine iyice yerleşmiş olması, statükocular açısından yolun sonuna gelindiği şeklinde anlaşılabilir. Artık bu vakitten sonra, merkezin değerlerini AKP’nin temsil ettiği simgelerin ve değerlerin oluşturacağı beklenmeli. Bu ise Türkiye’de yeni bir dönemin başlayacağı anlamına geliyor. Önümüzdeki dönemde, askeriyenin konumundan bürokratik düşüncenin egemenliğine varıncaya dek pek çok ciddi ve pratik değişimin gerçekleşmesi muhtemel. Bu değişim cumhurbaşkanlığı makamının yetkilerinin zayıflatılmasından başkanlık sistemine, üniversite sisteminden haklar ve özgürlüklerin geliştirilmesine varıncaya kadar geniş bir alanda karşımıza çıkabilir.
Paylaş
Tavsiye Et