HER geçen gün “bir kısım cesur medya” aracılığıyla öğrendiğimiz yeni bilgiler ve belgeler sayesinde, cuntacıların Türkiye için nasıl bir gelecek tahayyül ettiklerini dehşet içerisinde öğreniyoruz.
Taraf gazetesinin verdiği habere göre, Deniz Kuvvetleri içinde yuvalanmış darbe heveslisi bir cunta, ülkeyi AKP iktidarından kurtarmak amacıyla “Kafes Operasyonu” adını verdikleri bir plan hazırlamış. Ülke çapında 939 adet Hıristiyan temsilcinin varlık noktasını tespit etmişler. Cuntanın, özellikle “misyoner” olarak nitelenen Protestan cemaatleri işaretlediği ifade ediliyor. Belgelerde bütün bu noktaların ayrıntılı kimlik ve adres bilgileri mevcut. Ele geçirdikleri Agos gazetesinin abone listesinde yer alan adreslere “özel” paketler göndermek ve azınlık haklarını savunan isimlere suikastlar yapmak da bu cuntacı ekibin planları arasında yer alıyor. Bütün bu eylemlerin sorumluluğunun dindarlar üzerine yıkılması ve böylelikle de AKP iktidarından kurtulmak hedefleniyor. Marmaris’in bu plana dâhil edilip edilmemesi konusunda ise kararsız kalmışlar.
Bunların haricinde Taraf’ta yayınlanan belgelere göre Koç Müzesi’ni bombalamak da eylem planları arasında yer alıyor. Buradaki denizaltıda, geçtiğimiz aylarda patlayıcılar bulunmuştu. Aslında bunların, zamanı geldiğinde patlatılmak üzere bilinçli olarak yerleştirildiği anlaşılıyor. Hatta eylemin etkisini artırmak için, kampanyalar yapmak suretiyle müzenin tanınırlığını artırmak dahi düşünülmüş.
Hatırlanacağı üzere, buna benzer bir plan İkinci Ergenekon İddianamesi’nde de bulunuyor. Gayrimüslim ve Alevi kanaat önderlerine suikast yapmak üzere timler kurduğu iddia edilen İbrahim Şahin’e istihbarat verdiği ve göreve gelmesi için askerî birimlerle görüştüğü belirtilen Fatma Cengiz’e ait mekanlarda yapılan aramalarda, Ermenilere yönelik fişlemeler bulunmuştu. Yine aynı şahısta, Agos gazetesinin abone listesi ve hesaplarına ilişkin bilgilerle, Ermeni okulları, kiliseleri ve vakıflarının adreslerine de rastlanmıştı. İki dosyanın da 31 Mayıs 2006 tarihinde oluşturulması ise birbirleriyle ilişkili olduğunu gösteriyor.
Yine geçmişte gerçekleştirilen Hrant Dink ve Rahip Santoro suikastları, Malatya’daki Zirve Kitabevi cinayetleri ve gerek cinayetlerin işlendiği dönemde gerekse sonrasında istenilen kıvamda bir kamuoyu oluşturulmasına yönelik propagandalar hafızalarımızda canlılıklarını hâlâ koruyor. Özetle, Taraf gazetesinin duyurduğu “Kafes Planı”nın adım adım hayata geçirildiği anlaşılıyor. Zaman gazetesinin verdiği haberlere göre de, planın son bölümünde dile getirilen “gayrimüslim mezarlıklarına yönelik sansasyonel eylemler icra edilecek” şeklindeki öneriler de, yaz başından Eylül ayı sonuna kadar Zeytinburnu’ndaki Balıklı Rum Ortodoks Mezarlığı’nda 90’ı aşkın mezar taşının parçalanması suretiyle uygulamaya konulmuş.
Nihayetinde Ergenekon Davası çerçevesinde kararlı bir şekilde gerçekleştirilen operasyonlar sayesinde söz konusu planda zikredilen eylemlerin devamı getirilemedi, sorumlular çok hızlı bir şekilde yakalanıp cuntacıların kurmuş oldukları kanlı tezgah deşifre edildi ve nihai noktada da, “Kafes Operasyonu”nu tertipleyenlerin istedikleri kaotik bir Türkiye ortamının oluşmasına izin verilmedi.
Kafes Operasyonu haberleri, elbette, her şeyden önce Türkiye’de devletin nasıl bir örgütlenme içerisinde bugünlere kadar geldiğinin de belgesi niteliğinde. Bir yüzyıla yaklaşan tarihinde Türkiye Cumhuriyeti, sürekli olarak halkı arasında ayrımlar gerçekleştirerek yönetimini sürdürdü. Bütün halkı aynı anda karşısına almadı. Bir dönem Müslümanları, bir dönem Kürtleri, bir dönem sosyalistleri, bir dönem gayrimüslimleri diğerlerinden ayrıştırarak cezalandırmak suretiyle kendi iktidarının ve siyasetlerinin sürekliliğini sağladı. İşin garip tarafı, bu cezalandırmaya muhatap olan kesimler, toplumdaki diğer bir kesimin yine devlet tarafından -her türlü araçla- cezalandırıldığı dönemlerde, devletin yanında yer almaktan vazgeçmediler. Hatta siyasal rakip olarak gördükleri “ötekiler”in cezalandırılması işinde devlete yardımcı olmaktan çekinmediler.
Böyle bir siyasal serüven içerisinde, Türkiye’de elbette sağlıklı bir demokrasinin gelişmesi de mümkün olmadı. Yamuk yumuk bir demokrasiye sahip oluşumuzun, ülkemizde insan hak ve özgürlüklerinin yerleşememesinin, kendimizi aynı ortak bütüne ait hissedemeyişimizin ve dolayısıyla da geniş toplum kesimlerinin birbirleriyle sağlıklı diyaloglar geliştiremeyişinin arkasında devlet kadar, dönem dönem “devlet”in şamarını yiyen kesimlerin de ciddi ölçüde vebali bulunuyor. Elbette insanın kanını donduran Kafes Operasyonu üzerinde kafa yoranlar ve uygulayanlar hak ettikleri cezai müeyyidelere çarptırılacaklardır. Ancak daha önemlisi bu canice plan, toplumun her bir parçasının kendi öz eleştirisini yapması, küçük dünyaları ve iktidarları için tüm ülkeyi kana bulamayı göze alabilecek ölçüde iktidar hırsına sahip “kendinden menkul devlet” yapılanmasının sorgulanması ve toplumun hem kendi içinde hem de devletle ilişkilerinin sağlıklı bir zemine oturtulması için bir milat olarak kabul edilmeli.
CHP’nin Dersim Açılımı!
CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in Meclis’teki “Demokratik Açılım” tartışmaları esnasında sarf ettiği “Dersim İsyanı” olarak bilinen olayları bastırmak bahanesiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin yapmış olduğu çocuk-yetişkin, kadın-erkek, yaşlı-genç ayırmaksızın on binlerce insanın ölümüne ve bir o kadarının da yerinden yurdundan edilmesine sebebiyet veren kıyımını savunan sözleri de, Cumhuriyet’in kanlı ve kirli tarihinin bir başka yönünü bir kez daha tartışmaya açtı. Öymen’in söz konusu açıklamaları her şeyden önce, yukarıda bahsedilen, toplum içerisindeki farklı etnik köken, inanç ya da ideolojilere mensup kesimlerin somut bir olay karşısında devletten yana tavır alma tercihlerini göstermesi açısından önemliydi.
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadrolar, yeni devletin kuruluşundan itibaren siyaseten ya da ideolojik olarak kendi iktidarlarına tehdit olarak gördükleri toplum kesimlerinin önüne temel olarak iki seçenek koydu: “Ya bana, benim isteklerim doğrultusunda hizmet edeceksiniz ya da bana karşı olacaksınız. Bana hizmetten yana tercihte bulunursanız bir sorun yok. Ama bana karşı gelmeyi tercih ederseniz ya bu ülkeyi terk edeceksiniz ya da hapse girmekten yok edilmeye kadar her tür uygulamama maruz kalacaksınız.” Türkiye Cumhuriyeti tarihine bakıldığında, Osmanlı’dan kalan farklı anlayışlara mensup kesimlerin bu seçeneklerden birine boyun eğdiklerini görürüz. Dersim olayları da, Türkiye Cumhuriyeti’nin “tek parti iktidarını yerleştirmek için” giriştiği baskılama, yok etme ve sonrasında da kendine hizmet ettirme girişimlerinden öte bir şey değildi. Nitekim söz konusu kıyımlara maruz kalan kitleler, çok partili hayata geçişimizden beri CHP’nin en sadık oy deposu oldular. CHP’nin en yetkili isimlerinden Öymen’in açıklamaları, partinin genel başkanı Deniz Baykal’ın Öymen’e verdiği destek ve çok fazla öne çıkarılmamakla birlikte Alevi kimliğiyle de tanınan “Dersimli” Kemal Kılıçdaroğlu’nun sözcülüğünü yapma iddiasında bulunduğu seçmenine karşı partinin söylemlerinden yana tavır alışı, bu açıdan da ayrı bir anlam ve öneme sahip. Ancak Öymen’in açıklamaları ve partisinin genel tavrı, CHP-Alevi ilişkilerinin artık geçmiştekinden farklı bir yöne evrileceğine ilişkin ipuçları veriyor. CHP’li yöneticilerin ülke içi ve dışında çeşitli protestolarla karşılaşması, özellikle Tunceli’deki parti örgütlenmesinden istifaların peş peşe gelmeye başlaması da Öymen’in açıklamalarının CHP’ye pahalıya mal olacağını gösteriyor. Herhalde, halkımızın bir kesiminin bugüne kadar yaşadığı sorunların asıl müsebbibinin kimler olduğunu anlamasına hizmetlerinden ötürü Onur Öymen’e teşekkür borçluyuz.
Modern İzmir’in Faşist Kızları
İzmir’i ziyaret eden DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ün konvoyuna yapılan protesto gösterileri, “eli taşlı modern görünümlü genç kızlar”ın (“modern olmak” nasıl bir görünüm sağlıyorsa artık insanlara?!) resimleriyle süslenmiş haber metinleriyle medyada yer buldu. Olay, “modern İzmir de bunu yaparsa artık!..” üslubuyla sunuldu ve tartışılmaya da devam ediyor.
Demokratik Açılım’ın “Kürt Açılımı” olarak algılanması ve özellikle de bu açılımlar çerçevesinde Habur’dan giriş yapan PKK’lıların karşılanması sırasında yaşananlar tüm Türkiye’de, hatta bizzat AKP kadroları içerisinde dahi tartışmalara yol açtı. Bunun garipsenecek bir tarafı da yok. Modern olmak ya da “modern İzmirli olmak”, söz konusu süreçlere tepki duymamayı ve duyulan tepkiyi dışa vurmamayı tek başına engelleyici bir özellik değil. Ancak kafası karışık medya organlarımız söz konusu protesto eylemini ve biçimini, modern olmanın ya da olamamanın ölçütü haline getirmeyi becerebiliyorlar. Modernliğin ne olduğunu bilmedikleri gibi, Türkiye’yi de yeterince tanımıyorlar.
Bütün dünyayı inim inim inleten, bugün akıttığı kanlar ve köleciliği ile hatırlanan ve hep beraber lanetlediğimiz emperyalizm, netice itibarıyla, Rousseau, Montesquieu, Hegel, Marx, Locke, Hobbes, Comte, Durkheim, Weber, Dostoyevski, Shakespeare, Goethe vb. modern dünyanın temellerini oluşturan düşünürleri ve sanatçıları yetiştiren İngiltere, Almanya, Fransa, Rusya, ABD gibi ülkeler tarafından yürütülmemiş miydi? Hitler’in Almanya’sı ya da Hiroşima ve Nagazaki’yi atom bombalarıyla yerle bir eden ABD modern değil miydi? Tabiatı tahrip edip ekolojik dengeyi bozan uluslar, modern olmayan uluslar mıydı? Yoksa modernliğin gereğini mi yerine getiriyorlardı?
Türkiye, tarihî bir dönemeçten geçiyor. Gün geçmiyor ki, bugüne kadarki önyargılarımızla yüzleşmemizi gerekli kılan yeni bir olay yaşanmasın. Fakat medyamızın ve entelektüel geçinenlerimizin yazıp çizdiklerine bakılırsa, işlerin düzelebilmesi için çok daha derinlere inmek gerekiyor.
Paylaş
Tavsiye Et