EKONOMİLERDE iki tür dengeden bahsedilebilir. İç denge, kamu kesiminin dengesini ifade eder. Kamunun gelirleri ile giderleri arasındaki açık, ekonominin kalan kısmını da bağlar ve bu anlamda özel sektörün erişebileceği kaynaklardan çalar. Sonuçta Türkiye gibi ülkelerde kamu kesiminin açıkları, özel kesimin tasarrufları ile kapatılmaya çalışılır. Dış denge ise ekonominin dış âlem ile ilişkisindeki dengeyi ifade eder. Bir ekonominin dış dengesi, net dış ticaret ve hizmet gelirleri ve net sermaye girişinin toplamından oluşur. Eğer bir ülke ürettiğinden fazla tüketiyor, gelirinden fazla harcıyor, tasarruf ettiğinden fazla yatırım yapıyorsa dış dengesi açık verecektir.
Açık kelimesi insanları tedirgin eder çoğu zaman. Bütçe açık verdiği zaman, milletin vergisinin beceriksiz ellerde çarçur edildiğini zannederiz. Dış açık olduğunda ise, yerli malı kullanmaya davet ederiz herkesi. Oysa ne bu tür açıklar her zaman için kötü giden bir şeylere işaret eder, ne de iç ve dış fazlalar hep istenen şeylerdir. Sözgelimi, belli bir kalkınma projesi için kamunun altyapı, sektörel teşvik ve eğitim seferberliği düzenlemesi ve bu sayede ülke millî gelirini artırarak gelecek dönemlerde daha fazla vergi toplamayı hedeflemesi, bir müddet için bütçe açıklarına sebep olabilir. Keza bir ülkenin iç tasarrufları, ülke içindeki yatırımları finanse etmeye yetmiyorsa ve bu durumda dışarıdan finansman sağlanıyorsa, ekonomi dış açık verecektir. Bu, gelecekte ihracat gelirlerini artıracak ve dışarıdan sağlanmış finansmanın geri ödenmesini temin edecektir.
Türkiye’de iç denge bozuk olduğu için özel sektörün tasarrufları kamu kesiminin açıklarını kapatmak için kullanılıyor. Ekonomi büyüme sürecine girdiği zaman iç tasarruflar büyümeyi finanse etmeye yetmiyor. Tabii olarak da dış tasarruflara ihtiyaç duyuluyor. Türkiye’nin cari açığı yıl sonu itibariyle 14 milyar doları aşacağa benziyor. Bu gidişat, bugüne dek cari açığı bir problem olarak algılamamakta ısrar eden kesimlerde bile rahatsızlık oluşturmaya başladı. Finansmanı nasıl sağlanıyor olursa olsun, GSMH’nin %5’ine yaklaşan cari açık oranı, tedirgin edici bir durum.
Cari açığın iyice açılmasını içerideki tüketim patlamasına bağlayanlar, kimi ekonomistlerin öne sürdüğü döviz kurlarına muhtelif şekillerde müdahale teklifine, enflasyonla mücadeleye ve kamu kesimi borç dinamiklerine zararı olacağı gerekçesiyle karşı çıkıyorlar. Önerilen veya daha açık bir dille ifade etmek gerekirse, dayatılan çözüm ise, büyümenin frenlenmesi.
Türkiye’nin mevcut yapısı içinde patlayan ithalatın cari işlemler kalemi içinde kalarak finansmanı, imkânlarının sınırına gelindi. Bu durumda geriye iki yol kalıyor. Birincisi cari açığı finanse edecek kaynakları geliştirmek ve rasyonelleştirmek. İkincisi ise, ihracata zarar vermeden ithalatı daraltmak.
Türkiye’nin şu aşamada cari açığı finanse etmekte zorlandığını söylemek mümkün değil. Gerek yurtdışından ülke içine akan, gerekse kayıt dışından kayıt içine kayan sermaye, cari açığı kapatmakla kalmıyor, ülke rezervlerine de katkıda bulunuyor. Bu noktada, bildiğimiz manada bir açık da söz konusu değil. Ancak ne yazık ki söz konusu sermaye, ülkenin döviz üretme kapasitesini artıracak yatırımlar yerine spekülatif kazançlara yöneldiğinden, bırakınız orta vadeyi, kısa vadede dahi ciddi kırılganlıklara sebep oluyor. Dolayısıyla, bu tür bir sermaye girişini, bildiğimiz anlamda sıcak paradan ayırt etmek güç gözüküyor.
Âtıl döviz rezervlerinin piyasaya girişi, ülkede suni bir döviz bolluğu oluşturuyor ve döviz piyasalarının dış ticaret dengelerine uygun tepki vermesini geciktiriyor. Dahası, bu “yerli sıcak para” kolaylıkla eski haline dönüşüp, geldiği yere dönebileceğinden toplu bir ters hareketle de karşılaşma ihtimalimiz var. Yurtiçi sermaye piyasalarımız, bu kadar yüklü bir hareketi kaldırabilecek ölçüde derin olmadığından, bu durum beraberinde ciddi dalgalanmalara yol açabilir.
İthalatı azaltmak için ya fiyatlarla ya da miktarlarla oynayabiliriz. Sözgelimi, ithalatta kota uygulamasına geçebilir veya CE gibi kimi standartları zorunlu kılabiliriz. Bir diğer miktar politikası ise ithal ürünlere olan yurtiçindeki talebi zayıflatacak uygulamaları devreye sokmak. Fiyat politikalarının başında gümrük vergisi ve dolaylı vergiler geliyor. Günümüzde bunu uygulamak zor. Nihayet bir başka fiyat politikası da döviz kurları ile oynamak.
Ancak gerek miktar, gerekse de fiyat politikalarının yan tesirleri bulunuyor. Her şeyden önce, toplam ithalatımız içinde tüketim malları ithalatı son zamanlardaki artışa rağmen hâlâ düşük seviyelerde. Sadece bu tip ithalata yönelik talebi soğutmak için seçici politikalar uygulamak zor. Genel olarak iç talebi soğutucu politikalar ise zaten ithalat talebi içinde önemsiz bir yer tutan düşük gelirlileri vuracaktır. Geriye kur politikası kalıyor. Bugüne kadar kur-enflasyon-istikrar arasında kurulan ilişki toplumun zihnine kazınmış durumda olduğundan bu yönde bir müdahale sürekli geciktiriliyor, müdahale geciktikçe de uygulanma riski ve maliyeti artıyor.
Cari açığı azaltmak Türkiye’nin bu müzmin dış pozisyon meselesine maalesef merhem olamıyor. Dış açığın boyutu, ne kadar sürdürülebileceği ve finansmanının yapısı önemli sorular olarak karşımıza çıkıyor. Öncelikle işin boyutu hakkında net bir yorum yapmakta sorunlar yaşıyoruz. Zira son iki senedir gündeme gelen ve “net hata ve noksan” kalemi altında sisteme giriş yapan finansmanın ne ölçüde kayıt dışından sisteme girmiş olduğu, ne kadarının ihracat ve turizm gibi kalemlere yansımayan işlemler olduğu hakkında bir bilgimiz yok. Bu kalemi kayda geçmeyen gelirler büyütüyorsa, bu durumda bizim cari açık problemi, aslında verilerin ortaya koyduğundan daha küçük boyutlarda demektir.
Türkiye’nin dış dengesinin yapısal mahiyetini incelerken çıkan ikinci engel ise aslında biraz psikolojik. İnsanımız dış açık meselesinin çoğu zaman basit bir fiyat vakıasından ibaret olduğunu varsayıyor. Oysa cari açık veriyor olmamız sadece kurların bugünkü durumundan kaynaklanmıyor. Ne yazık ki bu ülkenin ekonomisi, dış kaynak olmadan büyüyemiyor. Daha da önemlisi, bu ülke ihtiyacı olan dış kaynağı ancak pahalı ve kısa süreli elde edebiliyor. Bunu da verimli ve döviz artırıcı yatırımlarda kullanamıyor.
Türkiye’de tarımsal, sınaî ve hizmet üretimi, küreselleşen dünya piyasalarının gerektirdiği şartlara uyum sağlamakta zorlanmaktadır. Prim yapan, yüksek marjlarla çalışan ve dünyanın iktisadî gelişiminde etkin olan sektörlere kolayca giremiyoruz. Bunun yerine, artı değeri gerilediği için gelişmiş ülkelerin terk etmeye başladığı ve dünya çapında büyük rekabetin olduğu sektörlerde at oynatmaya çalışıyoruz. Uluslararası bir tanıtım ve organizasyon tahayyülümüz ve imkânımız olmadığı için de marka satamıyoruz. Rekabet avantajımız, düşük reel ücretlerden kaynaklanan nispî bir fiyat avantajından öteye geçemiyor. Çin benzeri ülkelerin rakibimiz olması ve TL’nin değerlenmesi gibi sebeplerle bu avantajımızı da devamlı kaybediyoruz. Dahası, dış ticarette etkin olduğumuz tüm sektörlerde de ciddi anlamda ithalata bağımlı yaşıyoruz.
Kalbi var Türk ekonomisinin. Çok heyecanlanınca tansiyonu çıkıyor. Bu şartlar altında Türkiye’nin cari açığı sürdürülebilir mi? Maalesef, bu soruya şu aşamada müspet bir cevap veremiyoruz.
Paylaş
Tavsiye Et