Konuşan: Ali ASLAN
Toplumlar da insanlar gibi dönem dönem varoluşsal problemler yaşar. Bugünün anlamlandırılması ve gelecekte ne tarafa yol alınacağı konusunda yaşanan toplumsal çatışmalar ve belirsizlikler, geçmişin yeniden gözden geçirilmesini zorunlu kılar. Bu dönemlerde toplumun tarihinde ve hafızasında önemli yer işgal eden tarihî olaylar ve figürler yeniden ele alınır. Bu bağlamda, son zamanlarda Türkiye’de Mustafa Kemal Atatürk ve dönemine ilişkin hararetli tartışmalar yapılmaya başlandı. Bu tartışmaya Ama Hangi Atatürk kitabıyla katılmış olan gazeteci, televizyon programcısı ve yazar Taha Akyol’la Atatürk’ü ve dış politikasını ele aldık. Akyol 1946’da Yozgat’ta doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Yozgat’ta tamamladıktan sonra, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Bir süre Yozgat’ta serbest avukatlık yaptıktan sonra Ankara’ya taşınarak Hergün gazetesinde köşe yazarlığına başladı. Daha sonra haftalık siyasi haber dergisi Yankı’da yönetici ve araştırmacı olarak çalıştı. 1987’de Tercüman gazetesinin genel yayın müdürü oldu. Aynı gazetede köşe yazarlığı yaptı. NTV’de 1997’de “Püf Noktası” ve “Tartışa Tartışa” adlı programları hazırladı. 1992’den beri Milliyet gazetesinde köşe yazarlığı yapan Akyol’un, Sovyet Rus Stratejisi ve Türkiye (2 cilt), Politikada Şiddet, Leninsiz Komünizm, 1980’lerde Türkiye, Tarihten Geleceğe, Haricilik ve Şia, Azerbaycan Sovyetler ve Ötesi, Medine’den Lozan’a, Bilim ve Yanılgı, Hayat Yolunda, Osmanlı’da ve İran’da Mezhep ve Devlet, Hariciler ve Hizbullah, Kitaplar Arasında adlı kitapları bulunuyor. Akyol, halen CNNTürk televizyonunda siyasi ve kültürel konuları işleyen “Eğrisi Doğrusu” programını hazırlayıp sunuyor.
Mustafa Kemal Atatürk’ü toplumumuzun tarihî serüveni içerisinde nerede konumlandırıyorsunuz?
Tarihte topluma önderlik eden ve önemli işlere imza atan isimler ortaya çıkmıştır. Yaşadıkları dönemin kilit isimleri olan bu kişiler, kendi dönemlerinin ihtiyaçlarına göre hareket etmişlerdir. Mesela Fatih Sultan Mehmet’ten Kurtuluş Savaşı’nı yapması ve Cumhuriyet’i kurması beklenemezdi. III. Selim’den İmparatorluğu kurtarması beklenebilirdi; ama bunun için bir örgüt kurması beklenemezdi. Atatürk’ün bizim tarihimizdeki yeri, Milli Mücadele’nin lideri, kurtarıcı olarak Cumhuriyet’in kurucusu ve Batılılaşmanın öncüsü olmasıdır.
Son zamanlarda Atatürk’ün daha fazla tartışıldığını düşünüyor musunuz?
Türkiye’de son zamanlarda her şey daha fazla tartışılıyor. Bu iyi bir gelişme. Bunun arkasında birçok faktör var. Birçok şeyi tartışır olmamız, toplumdaki yeni arayışlar ve yeni yorumlara yönelişler modernleşmenin sonuçları. Geleneksel toplumlarda insanlar doğdukları yerde yaşar ve ölürler. Modern toplumlarda ise insanlar yatay ve dikey olarak daha hareketlidir; babalarla çocukların meslekleri farklıdır. Geleneksel toplumlarda esas olan eski düzenin ve geleneklerin devamıdır; kader, gelenek fikri ve kurulu düzenin hiyerarşisine bağlılık son derece güçlüdür. Halbuki modernleşme dediğimizde bütün taşlar yerinden oynar; eğitime ve sosyal hareketliliğe fırsat tanınmasının bir sonucu olarak toplumun en alt katmanındaki birisi birdenbire yukarıya çıkabilir. Eskiden mahallenin ya da köyün büyüğü her şeyin danışıldığı temel bilgi kaynağıydı. Çocuğunuz öksürdüğü zaman ona sorardınız, şimdi doktora gidiyorsunuz. Dolayısıyla bilgideki hiyerarşi değiştiği için alışılmış, resmî ya da toplumsal yerli hiyerarşiler farklılaşıyor.
Bu, geçmişin incelenmesinde de kendini gösteriyor. Tarih bilimi geliştikçe yeni, farklı ve birbiriyle çelişen yorum tarzlarını görüyorsunuz. Atatürk’e de yerleşik ve hâkim bakış açısı yerine farklı açılardan baktığımızda, görüş ve yorum farkları ortaya çıkıyor ve bu da tartışma yaratıyor. Tartışma, farklı fikir ve görüşlere siyasi ve entelektüel ortamın açılması demektir. Türkiye’deki tartışmanın temelinde, şehirleşmenin ve dışa açılma gibi dinamiklerin rolü çok büyük.
Bunun sizce varoluşsal bir sebebi olabilir mi? Bu tartışmaların kim olduğumuz veya kim olmak istediğimiz sorularıyla ilgili olduğunu düşünüyor musunuz?
Bütün toplumlarda milli kurtuluş savaşını yapan kadro, devleti kuran kadrodur aynı zamanda. Mesela ABD’de bir kurucu atalar kültü var. Bizde de buna benzer bir durum söz konusu. Ancak bizde maziden kesin bir kurtuluş arzu edildiği, yani Osmanlı ve Selçuklu’dan devraldığımız gelenekleri ve değerleri bütün hafızalardan silerek yeni bir başlangıç yapmak istendiği için, bu yeni başlangıç tamamen Atatürk’ün şahsına ve karizmasına dayandırıldı. Böyle olunca da Türkiye’de vatanseverlik, Cumhuriyet’e ve devlete sadakat kavramlarıyla Atatürk’ün şahsı özdeşleştirildi. Halbuki Cumhuriyet’e, devlete ve vatana sadık olan bir insan, Atatürkçü olmayabilir. Solcu, sağcı, Marksist, sosyal demokrat veya liberal olabilir. Türkiye’de Atatürk etrafında dönen tartışmaların en temel özelliği bu. Atatürk sadece milli bir sembol, kurucu atalar türünde ortak bir değer olarak kabul edilmiyor. Atatürkçü olmadan Cumhuriyet’i, devleti ve vatanı sevmek bu şartlarda mümkün olmadığı için de itirazlar ve tartışmalar doğuyor toplumda.
Ama Hangi Atatürk adlı kitabınızda Atatürk’ün dış politika tercihlerinden bahsediyorsunuz. Atatürk’ün dış politika vizyonu tam olarak nedir? Nasıl tanımlamak gerekir?
Böyle bir tanım yapılamaz. Çünkü Mustafa Kemal’in değişik dönemlerde, değişik dış ve iç politikaları var. Bunlardan sadece birini aldığınızda çok farklı bir Mustafa Kemal ortaya çıkar. Kurtuluş Savaşı sırasındaki dış ve iç politikasını ele aldığınızda, Lenin sempatizanı Bolşevik bir figürle ve aynı zamanda İslamcı-hilafetçi, ilâ-yı kelimetullah için mücadele eden bir liderle karşılaşırsınız. Zira o dönemde hem söylemi hem de dayandığı kaynaklar ve referanslar böyle. Lozan’da ise Batı sermayesini kârlı gören ve “Biz de Batılı olacağız” mesajı vererek masadaki muhataplarını yumuşatmaya çalışan bir Mustafa Kemal görürsünüz. Yine 1930’larda İtalyan büyükelçilerine karşı İngilizlerle ittifak yapmaya çalışan bir Mustafa Kemal’le karşılaşırsınız. Özetle Atatürk’ün politikasını tanımlayan tek bir kelime var, o da pragmatizm.
Pragmatizmin ötesinde Atatürk’ün prensipte ve ideolojik olarak Batıcı bir yönü yok mu?
Bu aralar “Ulu Önder” veya “Hangi Tek Adam” adını vereceğim bir kitap üzerinde çalışıyorum. Kitapta Mustafa Kemal’in bütün hayatı boyunca kendisini etkileyen üç özelliğinden ve gücünden bahsediyorum: Balkan Türk’ü olması, Selanikli olması ve yaratılışından büyük adam olduğuna inanması.
Birincisi, Balkanlar’da yarın düşman nereye girecek korkusuyla yetişen bir neslin çocuğu Mustafa Kemal Paşa. Çünkü 93 Harbi’nin acılarını yaşamış ve görmüş. Bu onda milliyetçilik ve vatanseverlik fikrini geliştirmiş. Ancak bu fikirlerin içeriği zamana göre değişmiş. Önceleri Mustafa Kemal, bir Osmanlı subayı. Hilafeti, saltanatı ve Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtarmak için savaşan, bunlara inanan birisi. Zaman içerisinde bu, ırk vurgulu bir Türkçülüğe kadar gitmiş ama milliyetçilik noktası değişmemiş.
İkincisi, Selanikli olmasından kaynaklanan Batılılaşma taraftarlığı. 1910’da Avrupa’ya gitmiş ve oradaki sosyal hayattan oldukça etkilenmiş. Şapka giymeye özen göstermesi, Selanik’te gazino hayatına düşkünlüğü, arkadaşlarıyla kadınlı-erkekli sohbet ortamlarına ilgisi bunun bir göstergesi. Selanik’te şalvarlı geleneksel kıyafetleri sevmemesi, Şemsi Efendi Okulu’na gönderildiğinde okulun üniformasındaki pantolonu şalvara benziyor diye beğenmemesi de öyle. Askerî mektebe gittiğinde alafranga tarzda bir üniforma giydiğinde bundan çok memnun oluyor. Çünkü bu hem Batılılaşmasını gösteriyor hem de kendisini güçlü hissettiriyor.
Bu noktada Mustafa Kemal’in üçüncü özelliği gündeme geliyor: Kendisinin büyük adam olduğu, mutlaka yönetici konumda ve bir numara olması gerektiği düşüncesine dayanan karakteri ve yüksek özgüveni. Buna otokrat kişilik diyebiliriz. Bu otokrat ifadesi benim yakıştırmam değil, çeşitli araştırmacılar buna dikkat çekiyor. Otokrat, gücünü kendi kanaatlerinden alan demektir. Bunun izlerini Mustafa Kemal’in her hareketinde görebiliyoruz. Şef, lider, bir numara olacağım dürtüsü, ben yapacağım fikri var.
Aynı zamanda Kurtuluş Savaşı’nda söylediği sözlerin satır aralarını okuduğunuzda, mesela “hâkimiyet-i millet” sözünün arkasında hep Cumhuriyet fikri, Batılılaşma fikri var. 1930’lara geldiğinde bunların hepsini gerçekleştiriyor. Bu noktadan sonra Mustafa Kemal psikolojik olarak çözülüyor; çıkacağı merdiven, mücadele edeceği rakip, düşman kalmıyor. Siyaset psikolojisi alanında önemli isimlerden olan Prof. Vamık Volkan’ın Ölümsüz Atatürk kitabında anlatılan depresif kişilik bundan kaynaklanıyor. İnanmış bir Kemalist olan Falih Rıfkı Atay da Çankaya adlı kitabında 1930’larda Atatürk’teki bu psikolojik çözülmeyi anlatıyor.
1930’lardaki hayatını incelediğimizde bu üç unsurdan ikisini gerçekleştiren insanın zirveye ulaştığını ve çözüldüğünü görüyoruz. İşte bu noktada günde bir büyük şişe rakı içen, sabah saat beşlere kadar masa başından kalkmayan Atatürk’ün birdenbire Hatay meselesinde eski pars Mustafa Kemal’e dönüştüğünü görüyorsunuz. Doktorlar, kapıdan dışarı çıkmayacaksın diyor. O, tıpkı Çanakkale’de olduğu gibi, ölümü göze alarak Mersin’e ve Adana’ya gidiyor, askerî kıtayı teftiş ediyor. Ölümünün çabuklaşmasında bunun çok büyük rolü var. İşte bu üç faktörün inişlerini ve çıkışlarını gördüğümüzde onun psikolojisini, kişiliğini, yaptıklarını ve yapmadıklarını anlayabiliriz zannediyorum.
Mustafa filmi, Atatürk etrafındaki tartışmaları yeniden alevlendirdi. Nasıl değerlendiriyorsunuz bu tartışmaları?
Tarihe, Atatürk’ü övmek için de yermek için de bakmayı yanlış buluyorum. Biz tarihin her bahsine günümüzü anlamak için bakmalıyız. Bilimselliğin temelinde, anlama çabası vardır. Bilim alanının dışına çıktığınızda hayranlık olabilir, nefret olabilir. Bir edebiyat tarihçisi sevdiği şairi anlatırken elbette bundan etkilenir. Ama objektif olmak zorundadır. Onun için de bizim tarihte sevmediğimiz veya sevdiğimiz figürler olabilir. Ama öncelikli çabamız anlamak olmalıdır. Lenin’e de Atatürk’e de anlamak için bakmalıyız.
Tarihî bir figürü anlamak için yaşadığı dönemin maddi ve kültürel şartlarını da göz önünde bulundurmak gerekir. Bu anlamda Mustafa Kemal’in yaşadığı 1930’ların Türkiye’si ve dünyası ile günümüzün Türkiye’si ve dünyası arasında bir fark görüyor musunuz?
Kesinlikle. Günümüzde anahtar kelime değişim. Önemli olan, değişime bakmak ve değişimin neresinde duracağımıza karar vermek. Her değişim herkes açısından iyi sonuçlar doğurmayabilir. Mesela matbaa çok iyi bir yenilikti; ama hattatların işsizliğine neden oldu. 1930’larla günümüzün dünyası ve Türkiye’si, biri ötekine ölçü olamayacak derecede birbirinden farklı.
Öncelikle 1930’ların temel değerlerine bakalım. Bunlardan birisi yeni tarih anlayışı; bu çerçevede, bugünkü Anadolu kültürünün ve değerlerinin oluşmasında büyük katkıları bulunan bin yıllık İslami geleneğin yerine, toplumun tarih tasavvuru ve değerleri arkeolojik çağlara dayandırılarak yeniden üretilmeye çalışılıyor. Siyasi bakımdan ise kuvvetler birliği, yani yasama, yürütme ve yargı organlarının tek elde toplanması vurgusu var. O tek el, formel olarak meclis, reel olarak ise Atatürk. Yine o dönemde devletçilik uygulaması, siyaseten ve ekonomik olarak dünyaya kapalı bir düzen kurma iştiyakı var. Bugün bunların hiçbirisi geçerli değil. Türkiye dünyaya açılıyor. Kuvvetler birliği değil, kuvvetler ayrılığı savunuluyor; hatta Anayasa’nın temel hükümlerinden biri, kuvvetler birliğinin sağlanmasına yönelik adımları Anayasa suçu sayıyor. Tarih konusunda da Selçuklu-Osmanlı çizgisi kabul ediliyor, tarihe bakış çeşitleniyor. İyi de oluyor. Bırakın tek parti hükümetini, partizanlık dahi artık Türkiye’de yadırganıyor. 1930’ların Türkiye’sinde liberalizm, CHP Genel Sekreteri ve rejimin üçüncü adamı Recep Peker tarafından vatan hainliği olarak ilan edilmişti. Bugün Anayasa Mahkemesi, liberalizm Anayasa’ya uygun diye karar veriyor, isteyen liberal bir program uygulayabilir diyor. Bunlar, günümüzde Türkiye’nin de dünyanın da 1930’lardan ne kadar farklılaştığını gösteriyor.
Söylediklerinizden Mustafa Kemal’in pragmatist bir lider olduğunu anlıyoruz. Eğer bugün yaşıyor olsaydı, günümüzde uluslararası toplum tarafından kabul edilmiş hâkim değerleri Türk toplumunda yerleştirmek için önderlik edebilirdi diyebilir miyiz?
Bunu da aksini de söyleyemezsiniz. “Yaşasaydı günümüzün değerlerini benimserdi” sözünün gerekçesi ne?
Pragmatist olması.
Pragmatizm neden AB taraftarı olmayı getirsin ki? Mesela Mustafa Kemal pragmatizm gereği Bolşevizm’e yakın durduğu gibi Batı’ya da yakındı. Bugün yaşasaydı, pragmatizm gereği, AB’ye yandaş olabileceği gibi Rusya’yla da ittifak yapabilirdi. Kimse hakkında “Yaşasaydı şöyle düşünürdü” diyemeyiz. Denilemeyeceği içindir ki Türkiye’de birtakım Kemalistler AB’yi Atatürkçülüğe ihanet olarak görüyorlar. İstiklal, tam egemenlik gibi sözlerden hareket ediyorlar. Aynı şekilde, “Atatürk yaşasaydı AB’ye taraftar olurdu” diyenler de onun “Muasır medeniyet seviyesine ulaşacaksınız” gibi sözlerinden deliller getiriyorlar. Bunların ikisi de tarih dışı spekülasyonlar. Bu anlaşılabilir bir şey aslında. İnsanlar geçmişe baktıklarında, kendi eğilimlerine göre, dört farklı çizgideki Atatürk’ten işlerine gelen sözü buluyorlar. Halbuki bu söylediklerinin zıddı sözleri de var. Mesela siz dediniz ki, Atatürk pragmatistti ve bu sebeple AB’ye yandaş olurdu. Ben de Atatürk’ün Avrupa’ya karşı bir sözüne dayanarak, aksine AB’ye karşı çıkardı, Rusya’yla beraber olurdu derim. Bunlardan hangisi daha değerli? Onun için “Yaşasaydı şöyle olurdu” şeklindeki bütün spekülasyonlar tarih dışıdır. İnsanlar “Yaşasaydı…” diye söze başlarken aslında kendi görüşlerini anlatırlar. Atatürk’ü, Abdülhamid’i, Churchill’i, Hz. Peygamber’i anlatmış olmazlar.
Türk dış politikasının genel gidişatına baktığımızda, Osmanlı’nın son iki yüz yılından günümüze kadar geçen dönemde genellikle savunma pozisyonunda kalındığını, son yıllarda ise Türkiye’nin bu savunmacı dış politika tavrından sıyrılmaya çalıştığını görüyoruz. Bu, Atatürk dönemi de dâhil olmak üzere geleneksel Türk dış politikasından psikolojik bir kopuşu mu ifade ediyor?
Her şeyi böyle tarihe referansla düşünmemek lazım. Yalnız şunu söyleyebiliriz: Avrupa sömürgecilik, askerî işgal ve saldırganlık dönemini geçti. Bugün Avrupa siyasi bakımdan önemli bir güç bile değil; ama iktisadi ve teknolojik bakımdan, yumuşak güç bakımından çok önemli bir güç. Türkiye de artık, askerî bakımdan olmasa da, iktisadi bakımdan kendi sınırlarını aşabilecek bir potansiyele sahip. “Yurtta sulh cihanda sulh” doğru bir ilke. Ekonomik bakımdan Türkiye, sınırlarını aşacak çok yönlü bir politika takip ederek, kendisini bölgesinin merkezine yerleştirebilecek bir eğitim, teknoloji, şehirleşme ve üretim düzeyine ulaştı.
Batı ve Doğu (özellikle de İslam dünyası) Atatürk’ü nasıl algılıyor?
Kurtuluş Savaşı’nda Doğu’nun kahramanı olarak görülüyordu; devrimler döneminde ise Batılılaşmanın kahramanı… İslam dünyası deyince aklımıza sanki tek tip bir İslami dünya varmış gibi geliyor, bu yanlış. İslam dünyasında itikadi bakımdan olduğu gibi, siyasi bakımdan da büyük farklılıklar var. Sosyalist olanlar, liberal olmaya çalışanlar var. Hâkim çizgi ise Baasçı otoriter rejimler. Bunların Mustafa Kemal’e pek sempatileri yok. Orta Asya ülkelerinin liderlerinin ise Atatürk’e hayran olduklarını görürüz. Bunun temelindeki sebep, Atatürk dönemindeki tek parti yönetimine duydukları hayranlık ve bunun kendi rejimlerini meşrulaştırması. Bir de kendilerini Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsızlık kazandıran-kurucu liderler olarak gördükleri için Atatürk’e karşı bir duygu ve kader birliği hissi besliyorlar. Çünkü onların önceliği rejimlerini meşrulaştırmak ve bağımsızlıklarını sağlamlaştırmak. Ama Mısır’ın veya Suriye’nin Atatürk’e bakışları farklı; Atatürk’ün otoriterliğini beğenseler de milliyetçiliğinden rahatsızlık duyuyorlar.
Peki, Batı’da nasıl algılanıyor?
Mesela Yazar Andrew Mango, bir kitabında Atatürk’ü yüceltmekle beraber, bir Batılının olağanlığı içerisinde, yani ululaştırma gayreti olmaksızın, Türkiye’nin kurucusu ve ülkeyi Batı medeniyetine yönelten lider olarak ona duyduğu saygıyı gösteriyor. Yani Atatürk deyince Batı dünyasının zihninde, modern Türkiye’yi kurmuş ve Batı’ya yöneltmiş bir lider imajı canlanıyor.
Devletler bir uluslararası sistem içerisinde bulunuyorlar ve hareket ediyorlar. Bu uluslararası ortam bir dereceye kadar devletlerin iç ve dış politikalarını etkiliyor. Özellikle zayıfsanız yapısal etkilere daha fazla maruz kalıyorsunuz. Bu bağlamda Cumhuriyet’in kuruluş döneminde uluslararası konjonktür ve uluslararası aktörlerin ne tür bir etkisi söz konusuydu?
Devrimlerin hayata geçirilmesinde esas belirleyici faktör Atatürk’ün kendisi. Yani Atatürk’ün kendisinin büyük adamlığına ve Batılılaşmaya inanmış olması. Bu faktör, savaş bittikten sonra Batı’yla diplomatik ve ekonomik ilişkileri geliştirme ihtiyacıyla kesişiyor. Kurtuluş Savaşı’nda Batı’yla mücadele ederken, Batı karşıtı güçlerle, yani İslam dünyası ve Bolşevik Rusya’yla politikalar denk düşüyor. Lozan’da ise muhatapları yumuşatmak için Batı’yla ilişkiler geliştiriliyor. Kurtuluş Savaşı sırasındaki İslam dünyası ve Bolşevik Rusya’yla olan yakın politika bırakılıyor ve garba teveccüh etmiş bir Türkiye ortaya çıkıyor.
Bunun pragmatizmin bir neticesi olduğunu söylemiştiniz. Pragmatizm denince akla ister istemez fırsatçılık ve zayıflık gibi kavramlar da geliyor.
Fırsatçılık kötü bir şey mi?
Bu tartışılabilir. Ama bir yanda kendi değerlerimiz ve prensiplerimiz var, diğer yanda içinde yaşadığımız toplumsal yapıların bize dikte ettiği değerler ve çıkarlar. Bu ikisi her zaman örtüşmeyebilir. Sürekli güç dengelerine göre, yani toplumsal yapıların dikte ettiği şekilde davranırsanız ve kendi prensiplerinizi bir kenara koyarsanız bu zayıflık olmaz mı?
Pragmatizme sizin verdiğiniz mana böyle. Ama bana göre pragmatizm şartları iyi değerlendirmektir. Pragmatik bir insanın hedefleri, idealleri olabilir. Mustafa Kemal’in içeriği zamana göre değişen bir milliyetçiliği var; yine içeriği zamana göre değişen ama gittikçe koyulaşan bir Batılılaşma ideali var. Pragmatizm derken söylediğim şu: Lenin Batı’yı ölene kadar emperyalist gördü; o pragmatist değildi. Mustafa Kemal Batı’yı Türkiye’yi işgal ettiği zaman düşman gördü; işgal sona erdikten sonra ise Batı’yla dost olmak gerektiğini düşündü. İşte bu pragmatizmdir.
Peki, milliyetçiliğiyle Batıcılığı arasında bir çelişki görüyor musunuz?
Hayır. Mustafa Kemal’in Batıcılığıyla milliyetçiliği, birbirini tamamlıyor ve birbirinin içini dolduruyor. O Batı’nın kılık-kıyafetini kabul ettiği zaman, Türk milletini asrileştiriyorum, Türklüğü medeni dünya içerisine dâhil ediyorum diye düşünüyor. Milliyetçilikle Batıcılık arasındaki çatışmalar, kültür araştırmalarından sonra veya kültür araştırmaları yapanlar tarafından ortaya kondu.
Nasıl yani?
Mesela şu: Biz kendimizi Doğulu mu yoksa Batılı mı sayacağız? Referansımız Doğu mu yoksa Batı mı olacak? Türk edebiyatında Araba Sevdası romanının veyahut Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bakış açısı bu. Kemalizm siyasi öncelikli olduğu için, bu tür kültürel ve felsefi analizleri yok. Şerif Mardin Hoca’nın Kemalizm’in yüzeyselliğinden bahsetmesi, boş alanlar bıraktığını söylemesi bundan kaynaklanıyor. Mustafa Kemal bir politik önder. Düşüncesinde ve önceliklerinde politik kavramlar ağır basıyor. Kültürel olaylara da politik kavramlarla bakıyor. Belki o, “Türk milletini, millet yapan ırktır” dediği zaman meseleleri çözmüş olabilir; ama bir tarihçinin böyle demesi, hem doğru değil hem de bunu söylemekle tarihî problemler çözülmüş olmaz.
Bir devleti özgürlüğüne kavuşturmak ve kurmak ne kadar önemliyse, daha sonra ortaya çıkan ekonomik ve toplumsal problemleri çözmek ve ülkeyi yönetmek de o kadar önemli. 1930’lar ve daha sonraki dönemde ülkede ekonomik ve toplumsal şartların hiç de parlak olmadığını görüyoruz. Gelmek istediğim nokta şu: İktidarın yıpratıcı özelliğini de hesaba katarak, Mustafa Kemal 1960-70’lere kadar yaşamış olsaydı, Atatürk imajı şimdikinden çok daha farklı olabilir miydi?
Muhakkak farklı olurdu. Atatürk gibi kurucu liderler uzun süre yaşadıklarında değişik dönemlerle karşılaşırlar. Bu değişik dönemler, haklarındaki bakış açılarının çeşitlenmesine yol açabilir. Ama iki cihan savaşı arasında tarih sahnesinde rol alan Atatürk, hakkında değerlendirme yapabileceğimiz, günümüzü etkileyen ve oluşturan farklı dönemlere maalesef ulaşamadı. Halbuki İkinci Dünya Savaşı sonrasında bambaşka bir dünya ortaya çıktı. Yaşasaydı eğer, o vakit Atatürk karar verecekti; ya Batı ya Sovyet yanlısı olacaktı ya da bağımsız kalacaktı. 1930’larda tercihi Batılılaşmaydı. 1945 sonrasında da tercihi aynı olur muydu olmaz mıydı ona bir şey diyemem. Batı yanlısı olsaydı, İsmet Paşa’nın serüvenine bakarak, onun gibi seçimleri kaybetmeyebilirdi; ama parlamentoda eleştirilmeye başlanırdı. Yahut üçüncü dünyayı seçerdi; o zaman Sovyet tehdidine karşı Batı’nın desteğini nasıl alırdı? Rusya’yla ittifak yapmak istemesi de çok zayıf bir ihtimal. Ama her halükarda onu bugün Mustafa Kemal diye bize taşımış olan dönemlerden çok farklı bir dönemde yaşamış olacaktı. Hele daha ileriki dönemlerde, demokrasinin geliştiği 1950’ler ve 1960’larda, Atatürk’ün anlattıklarından farklı şeyler anlatan anıların yayınlanmaya başlandığı dönemde yaşasaydı, Atatürk’e bakışımız farklı olurdu. Bunu da niye söylüyorum? Çünkü anıları okuyunca bizim bakışımız farklılaşıyor. Atatürk, Kazım Karabekir’in İstiklal Harbimiz kitabının yayınlandığı dönemde yaşıyor olsaydı, bunu normal mi karşılardı veya Nutuk’u yeniden gözden mi geçirirdi, yoksa kitabı yasaklatmaya mı kalkardı, bunları bilemeyiz. Ama şu belli, Kazım Karabekir’in İstiklal Harbimiz kitabını okumuş bir tarihçiyle onu görmemiş bir tarihçi farklı şeyler yazacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et