KÜRESEL vizyonunu büyük oranda soyut ve ideolojik bir dış tehdit algılaması üzerine bina etmiş ABD’nin, Soğuk Savaş’ın bitimi ile birlikte politik manevralarına meşru bir zemin bulma noktasında ciddi sıkıntılar çektiği görülüyor. Zira, Sovyetler Birliği’nin dağılması neticesinde, ABD’nin küresel menfaatleri ile sahip olduğu siyasi güç arasındaki meşruiyet açığını kapatan bir dış tehdit de ortadan kalkmış oldu.
1990’ların başında ilan edilen ve Soğuk Savaş düzeni yerine ikame edilmeye çalışılan “Yeni Dünya Düzeni” projesinin en büyük açmazı hiç şüphesiz bu meşruiyet açığı idi. Nitekim, bu dönemde icat edilen “haydut devlet” (rogue state) kavramı tehditsizlikten doğan meşruiyet açığını kapamaya yönelik bir adımdı. Ne var ki, Suriye, Kuzey Kore, Libya, İran ve Irak gibi “haydut” devletlerden gelebilecek tehdit, ABD’li siyaset yapıcıların tüm çabalarına rağmen, ne ABD’nin kendi kamuoyuna ve ne de dünya kamuoyuna inandırıcı geliyordu. Dolayısıyla ABD, asla vazgeçemeyeceği menfaatlerinin bulunduğu Avrasya ana kıtasındaki askerî varlığını sürdürebilmek için gerekli meşru zemini bir türlü bulamamıştı. Buna ilaveten, varlık sebebi ortadan kalktığı için NATO da sorgulanır olmuş; Japonya ve AB, gerek dış politikada ve gerekse güvenlik alanında, ABD ile yollarını ayırmaya başlamıştı bile. Hızla yükselen iki güç, Çin ve Hindistan da, bölgesel güç olmaktan öte gidecekleri yönünde önemli sinyaller vermekteydi. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, Soğuk Savaş’ın bitmesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılması neticesinde Atlas Okyanusu’ndan Çin’e kadar uzanan, jeoekonomik ve jeopolitik önemi tartışılmaz bir Müslüman coğrafya “sahipsiz” kalmış ve paylaşılmayı bekliyordu(!). Kısaca söylemek gerekirse, Yeni Dünya Düzeni’nde Avrasya’nın jeopolitiği ABD’siz şekillenmekteydi.
Amerika’nın jeopolitik açıdan kendi ‘heartland’ına itildiği böyle hassas bir dönemde vuku bulan 11 Eylül saldırıları ABD için, tüm olumsuz yönlerine rağmen, yeni bir küresel açılım sağlayan eşsiz bir fırsat sundu. Terörle savaş çerçevesinde ABD, Afganistan’ın işgali ve Türkî Cumhuriyetlerde kurduğu askerî üslerle önce Orta Asya’ya, ardından da Irak’ın işgali ile Orta Doğu’ya yeniden yerleşmiş oldu. Ne var ki, ABD’nin bu süreçteki tek taraflı, gayrimeşru ve uzlaşmaz tutumu, yarım yüzyıllık Atlantik İttifakı’nı sona erdirmekle kalmadı; kitleler nezdinde telafisi imkansız bir anti-Amerikancılığı da beraberinde getirdi. Afganistan ve Irak’ta işlerin beklendiği gibi gitmemesi, meşruiyet açığının Amerikan karar vericilerinin tahmininden çok daha belirleyici olduğunun ortaya çıkması ve ABD’de seçim yılına girilmiş olması Amerika’yı daha itinalı hazırlanmış, daha katılımcı, kısa vadede daha mütevazı ve uzun vadede daha kapsamlı yeni arayışlara itmiş görünüyor. Bu arayışların en somut yansıması ise “Büyük Orta Doğu Projesi” oldu. Her ne kadar bu girişim uzun yıllardır hazırlığı sürdürülen bir çalışmaymış gibi görünüyorsa da, projenin Bush hükümeti tarafından bugün yürürlüğe konulması anlamlıdır.
İkinci Bir Soğuk Savaş mı?
Projenin gerek sunumu ve gerekse içeriği Amerika’nın yeni bir soğuk savaş ve ideolojik bir tehdit ortamı oluşturma eğiliminde olduğunu gösteriyor. Her şeyden önce proje, insan hakları ve temel özgürlükler alanında Batı’ya Sovyet Bloğunun içişlerine müdahale yetkisi de veren 1975 Helsinki Sözleşmeleri model alınarak hazırlanmış. Deklare edilen amaç, son yıllarda Büyük Orta Doğu diye tanımlanan İslam Dünyası’nın siyasî, iktisadî ve kültürel açıdan külli bir dönüşümünü sağlamak. Yani, bu coğrafyayı küresel kapitalizme eklemlemek, iktisadî refahı artırmak, demokrasiyi yerleştirmek, modernleşmeyi tamamlamak ve “özgür” dünyaya yönelen “İslamî terör” tehdidini çevrelemek. Deklare edilmeyen amaç ise, Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra Avrasya’nın jeopolitik ve jeoekonomik açıdan en stratejik coğrafyasında ortaya çıkan boşluğu kontrol etmek.
Açıklandığı kadarıyla, projenin ilk etapta, özellikle Zbigniew Brzezinski, Bernard Lewis ve Richard Perle tarafından temsil edilen kabaca üç bakış açısının bir sentezi olduğu göze çarpıyor. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra tek süper güç olarak kalan ABD’nin küresel anlamda geleceğinin, Avrasya’da ortaya çıkan jeopolitik boşluğu kontrol altına alabilmesine bağlı olduğu Brzezinski tarafından yıllardır seslendiriliyordu. Ne var ki, Brzezinski’ye göre ABD’nin böyle bir politikayı tek taraflı olarak uygulamaya koyması mümkün değil. Böyle bir girişimde özellikle birleşmiş bir Avrupa’nın desteğini sağlamak ABD için hayati derecede önemli. Nitekim, geçtiğimiz günlerde Büyük Orta Doğu Projesi gayriresmi olarak NATO, AB ve G-8 ülkelerinin görüşlerine sunuldu ve onlara da ortaklık teklif edildi. Hatta bu konuda ilk cevap da Almanya’dan geldi. Joschka Fischer’in 7 Şubat’ta Münih’te yaptığı ilginç konuşmasından, Almanya’nın projeyi prensipte desteklediği ve hatta yeni soğuk savaşta ABD’nin yanında Batı Bloğunun aktif bir üyesi olmak istediği anlaşılıyor.
Proje’nin taslağında ima edilen ve İslam Dünyası’nın en büyük probleminin, doğrusal ilerlemeci tarih algılaması uyarınca, gerektiği gibi modernleşememe olduğu; Müslümanların Batı’yı ve Batılı değerleri hakkıyla bilmedikleri için Batı’ya kin ve düşmanlık besledikleri ve İslam Dünyası’na hakim olan şiddet ve düşmanlığın aslında siyaset ve dini hâlâ birbirinden ayırmamakta ısrar eden İslam’dan kaynaklandığı gibi görüşler de Bernard Lewis izi taşıyor. Bu yönde yapılması gereken ise, Helena K. Finn’in ifadesi ile, tıpkı Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi, “kültürel diplomasi”yi yeniden hayata geçirmek. Foreign Affairs’teki makalesinde Finn, nasıl ki İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gelişmekte olan ülkelerin çaresiz kalmış cahil gençleri bir kurtarıcı olarak komünizme sarıldılarsa, bugün de otokratik yönetimler altında kimlik bunalımı yaşayan çaresiz ve cahil Müslüman gençliğin İslamcılık gibi aşırı ideolojilere kaydığını ifade ediyor. Çare olarak da, İslam ülkelerindeki eğitim sisteminin külliyen değiştirilerek modernleştirilmesini ve Batılılaştırılmasını öngörüyor. Henri Kissinger’in “bundan böyle asıl çatışma İslam’ın kendi içinde olacaktır” sözleri bu açıklamalardan sonra artık daha iyi anlaşılıyor.
Proje’de yer alan ve Neocon izler taşıyan diğer bir unsur ise “İslamî terörün” bireysel ve yerel bir olay olmadığı, tam aksine pratik olduğu kadar teorik ve ideolojik bir yönünün de bulunduğu, bu nedenle de Batı için küresel anlamda bir tehdit oluşturduğu fikridir. Senatör Joseph Lieberman’ın ifadesi ile ‘teolojik demir perde’ artık inmiştir ve yeni bir soğuk savaş başlamıştır. Terörizmle savaş sadece silahların savaşı değil, aynı zamanda fikirlerin savaşıdır da. Dolayısıyla terörizm, İkinci Dünya Savaşı’na ve Soğuk Savaş’a sebep olan faşizm ve komünizm kadar tehlikelidir ve bu iki örnekte olduğu gibi etkin bir biçimde çevrelenmelidir.
Kısaca söylemek gerekirse, Büyük Orta Doğu Projesi Amerika’nın Avrasya’ya yönelik pragmatik politikalarını meşrulaştırabileceği soyut ve ideolojik bir tehdit oluşturma gayretinin ürünüdür. Bu anlamda, projenin kapsamı ve algılanma biçimi göz önüne alındığında Amerika’nın ikinci bir soğuk savaş beklentisi içine girdiği görülüyor. Kurtlar dumanlı havayı severmiş. Allah vere de ikinci soğuk savaşı bir ikinci sömürgecilik dönemi izlemese.
Paylaş
Tavsiye Et