Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2004) > Topluyorum > Dünya Düzeni ve Türkiye
Topluyorum
Dünya Düzeni ve Türkiye

 

Arkadaşlar, bu ayın tartışma konusu bir hayli kapsamlı ve bir o kadar da zor. Dünya düzenini tartışacağız.
Nasıl olsa artık işi kaptık diye konuları gittikçe zorlaştırıyorsunuz. Bu konuyu dört sayfaya nasıl sığdıracağız? Bütün dünyaya sığmıyor. Bir düzen sağlanamadı hâlâ.
Felsefe ile uğraşan ve teorik çalışmaları seven arkadaşlar siyaset, ekonomi gibi süflî meselelere fazla itibar etmiyorlardı. Söyleyecek bir şeyleri kalmasın istedik.
Filozoflar ve teorisyenler konuşacaksa biz susalım o zaman.
Yalnız galiba bu sefer konuyla bu ay gerçekleşmiş bir olay arasında irtibat kuramayacaksınız. Dünyanın düzeni ekim ayında kuruldu demeyin lütfen!
Biz geleneğe önem veren bir dergiyiz. İngiltere, Çin, ABD ve Sovyetler Birliği savaş sonrası barış planı için ‘Birleşmiş Milletler’ adı altında bir örgüt kurulacağını 9 Ekim 1944’te ilan etmedi mi? BM’nin ilk toplantısı da 23 Ekim 1946’da yapılmadı mı?
İsterseniz son gelişmelerle de bağlantı kurabiliriz. Cancun’da yapılan Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) Zirvesi, Dubai’deki Dünya Bankası-İMF yıllık ortak toplantısı ve New York’taki Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu.
Dünya düzenini sadece BM ve birkaç kuruluşa indirgemek doğru mu? Hele şu son yaşananlar göz önüne alınacak olursa.
ABD yönetimine hakim olan yeni-muhafazakâr veya moda tabiriyle neocon ekip BM’yi devre dışı bıraktı diye 60 yıllık sistemi yok saymak doğru mu? Bakın başları sıkışınca yine meşruiyet bulmak için BM’ye yöneldiler. Arkadaşlar, konjonktürel eğilimlere kapılıp acele yargılarda bulunmayalım. Ne demişler; “sel gider, kum kalır”.
Amerikan seylâbının ardından korkarım ne kum ne de düzen kalacak. İşin ilginci bu düzeni kurup işleten de ABD idi. Ne olduysa adamlar kendi sistemlerini dinamitlediler.
Bunda anlaşılmayacak bir şey yok. BM, bir sömürge imparatorluğunu, Büyük Britanya’yı tasfiye amacıyla tasarlanmıştı. Şimdiyse ABD kendisi bir imparatorluğa dönüşme yolunda ilerlerken o bağ ayaklarına dolanıyor.
Bence bu çok kolaycı bir yorum oldu. Unutmayın, BM uluslararası ilişkilerde idealist ekolün bir başarısıdır ve kökleri Milletler Cemiyeti’nin fikir babalarından, kendisi de idealist bir perspektife sahip eski ABD Başkanı Wilson’a kadar gider.
Aslında çok da yanlış değil. Wilson ilkelerini ve BM’yi anlamak için daha derin analizler gerekir. İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna bakın. 4 Şubat’ta Yalta’da çizilen tabloda ne görürsünüz? Tilki kadar kurnaz Churchill, “çelik adam” Stalin ve zavallı, saf ve hatta romantik Roosevelt. Halbuki self-determinasyon dediğiniz şey idealist bir görüntü taşımakla birlikte nihai olarak İngiliz ve Fransız sömürge ağını çözecek bir unsurdu. Önce yıkıcı, negatif bir işlev gören bu anlayış mevcut düzeni dağıttı. Sonra aynı anlayış bu kez pozitif ve kurucu bir işlevle yeni düzenin ana unsurlarını tanımladı.
İsterseniz dünya düzeninin temellerine inelim ve bugüne oradan gelelim. Öylesi Anlayış’ımıza daha uygun olur.

 
Zaten beş yüzyıl geriden almazsak ben anlayamıyorum. Sistemik kafaya uyarlanmışız bir kere.
İyi de dünya düzeninin temeline inmek için en azından yirmi beş yüzyıl geriden almak icap eder. Büyük İskender…
Aslında Hz. Adem’den, Habil ile Kabil kıssasından başlamak lazım bence.
Arkadaşlar, Pax Romana’dan daha önceye gitmeyelim. Tabii her medeniyetin kendi dünya tasavvuru ve düzeni vardı; ama dünya düzeni deyince şimdi bile referans verilen temel Roma İmparatorluğu. Oradan başlayalım. Tartışmamızı tarih ve felsefe olmak üzere iki eksende götürebiliriz bence.
Hangisini alırsak alalım, kadîm medeniyetlerdeki düzen anlayışının bugünküne göre önemli bir farkı olduğunu görüyoruz. Siyasal ve toplumsal düzen, kozmik düzenin bir uzantısı olarak algılanıyordu. Mesela Eski Yunan medeniyetinde vatandaş olmak, sadece bir siyasal hak kullanımı değil, aynı zamanda ontolojik olarak kolektif varoluşun bir parçası olmak anlamına geliyordu.
Yani toplumsal düzeni bozan aslında kozmik düzeni de bozmuş, tanrısal düzene karşı günah işlemiş mi oluyor?
Evet ama kozmik düzenin parçası olarak algılanan toplumsal düzen anlayışının her zaman olumlu olduğunu zannetmeyelim. Hint medeniyetindeki kast sistemi de böyleydi. Kast sisteminin bu özelliği insanlarda, içinde yaşadıkları düzeni öylesine meşrulaştırıcı bir rol oynuyordu ki, bir ağacın orman içinde büyümesi ve o düzenin parçası olması gibi insanın da edilgen bir şekilde siyasal düzenin parçası olması fikri vardı. Dolayısıyla kimse düzeni sorgulamaya kalkışmıyordu.
Peki Roma’da düzen anlayışı nasıldı?
Roma’da düzen Hint veya Yunan’daki kadar aşkın değil. Daha mekanik bir düzen anlayışı var. Düzen artık kozmik olmaktan çok mekanik. Tanrılar arasındaki hiyerarşi topluma da yansıyor gerçi, ama vatandaşlık ontolojik değil mekanik bir ilişki. Bu ilişkiyi belirleyen felsefe değil hukuk.
Herhalde Roma Hukukunun düzenle ilişkisi ve bugüne kadar etkili olan gücü de buradan kaynaklanıyor.
Romalılarda imparator aynı zamanda tanrısal bir hüviyette değil miydi? Onlarda da dinsel bir ilişki var bana kalırsa.
Evet; tanrılar arasındaki ilişki ve düzen, dünyadaki imparator-senato-halk ilişkilerine yansıyordu, doğru. Senatonun imparatoru tanrı ilan etmesi, tanrısal alemle dünyevî alem arasında kurulan imaj bütünlüğünün bir sonucu. Ama Romalıların kullandığı temel aygıt bence imaj değil, hukuk. Yani o imajı yerleştirerek düzeni sofistike kılıyor ama hukukla da garanti altına alıyor.
Hint, Yunan ve Roma medeniyetlerini anladık. Peki bu çerçevede İslam medeniyetinin yaklaşımı nasıl?
İslam’da düzen çok önemsenmiş. Düzeni bozmak, kaos, cana kıymaktan bile kötü olarak algılanmış. “Fitne katilden kötüdür” ilkesi var. Ayrıca hukuk İslam medeniyetinde de esas; adalet mülkün temelidir.
İslam medeniyetinde düzen hem varoluşun temeline nüfuz etmiş, hem de hukuk çerçevesinde şekillenmiştir. Yani kozmik ve mekanik düzen bir arada işler. Bir taraftan insanın yeryüzünde Allah’ın halifesi olması yönüyle düzen kurma misyonunu taşıyan misyoner insan anlayışı, diğer taraftan da gündelik hayatta “üç kişi iken birinin imam olması” tavsiyesinden başlayarak fitneye karşı uyarılara kadar uzanan fıkhî boyut var. Farabi’de gördüğümüz erdemli şehir ve yönetici modeli, Yunan felsefesinde stoiklerde görülen evrensel düzene yakın; ama bunu planlanmış normlara oturtan bir anlayış hakim. Bir denge sağlanmış.
Biraz daha yakına gelelim. Bugünkü dünya düzeni nasıl kurulmuş? Temellerinde ne var?
Herhalde bugünkü düzenin en temel özelliği Batı medeniyetinin eseri olması.
Evet. Uluslararası düzenin tarihi denince benim aklıma ilk gelen Westphalia düzeni ve Viyana Kongresi oluyor.
Modern uluslararası düzen anlayışının Westphalia’da doğduğu doğru. Machiavelli’nin ilk fikrî işaretlerini verdiği bu yeni düzende hem kozmik bağ kopuyor, hem de normatif bağ.
Hiç olur mu; asıl normatif yapı o zaman doğuyor. Kilisenin dışarıda tutulduğu, sadece seküler hukuka dayanan bir düzen kuruluyor.
Normatif bağdan kopuşu şu anlamda söylüyorum: Pozitif hukuk anlamında normlar doğuyor ama değerlere dayalı evrensel hukuk diye bir anlayış yok. Nihayet o hukukun uygulama alanı tamamıyla güçlerin karşılıklı ilişkilerine dayalı olarak tanımlanmaya başlıyor.
Felsefe bilgim sizinki kadar derin değil ama bu bana sanki; Eflatun’un naklettiği, Sokrat ile Trasymachus arasındaki, adaletin ideale bağlı mutlak bir değer mi, yoksa güçlünün, hükümdarın tanımladığı şey mi olduğu tartışmasını hatırlattı.
Evet, işte kastettiğim tam da bu.
Felsefe bilgim az diyorsun ama maşallah hedefe tam isabet ediyorsun!
Normal olan düzende; varlık felsefesi ve alem tasavvuru kendi epistemolojisini, bu bilgi tasavvuru kendi aksiyolojisini, o değerler manzumesi tabii olarak bir ahlak ve bir toplumsal düzen oluşturur. Bu toplumu mümkün kılan bir siyaset ve o siyasetin vasatında bir ekonomik düzen meydana gelir. Küresel kapitalizmle sonuçlanan düzende ise ekonomik öncelikler siyaseti, siyaset kendini mümkün kılacak toplum yapısını ve ahlakı, o ahlak da kendi değerler sistemini doğuruyor. Değerlerden, felsefeden kopuk bir “güçlü haklıdır” hukuku ortaya çıkan.
Murphy’nin altın kuralı gibi yani.
Nedir o?
“Altına sahip olan kuralı koyar!”
İyi de Westphalia düzeni iki yüzyıl her türlü değiştirme çabasına direndi. 19’uncu yüzyılda, Fransız Devrimi’nden aldığı ivmeyle Napoléon ciddi bir tehdit oluşturduysa da bu da kalıcı olmadı ve Viyana Kongresi ile Westphalia düzeni tahkim edildi. Cemiyet-i Akvam’ın ve BM’nin de temeli, hatta diplomasinin kuralları bile orada bulunuyor. Bu kadar istikrarlı bir yapıyı ‘keyfe mâ yeşa’ görmek doğru değil. Aksine, çok formalist, kuralların belirlediği bir düzen var.
Westphalia düzeni 30 Yıl Savaşları’ndan sonra, Viyana Kongresi düzeni Napoléon Savaşları’ndan sonra kuruldu. Her ikisi de güçler dengesine dayalı. Özellikle Viyana Kongresi’nden sonra 19’uncu yüzyıl tamamıyla güçler dengesi etrafında şekilleniyor. Almanya ile Rusya arasındaki ilişki, İngiltere ile Fransa arasındaki ilişki ve bunların karşılıklı çapraz ilişkileri hiçbir yüksek norma dayanmıyor. Dayandıkları bir norm varsa bu genellikle biçimsel bir norm. Yani iki tarafın birbirleriyle yaptığı bir anlaşmaya atıf şeklinde ortaya çıkabilecek bir norm. Yoksa, karşılıklı olarak tanımlanan bir üst değere, mesela adalete veya hakkaniyetli olmayan kast sistemi gibi bir değere bağlı bir norm yok. Karşılıklı tanınma, egemenlik, toprak bütünlüğü, tamamıyla güçlerin belirlediği şeyler. Mesela Cemiyet-i Akvam’ın yaşayamaması, gereken güç desteğinin sağlanamamasından kaynaklanıyor bence.
Nasıl yani?
ABD dahil olmamıştı ya o kastediliyor herhalde.
Bu anlamda normların ahlaki aksiyolojik bir postula olarak biraz devre dışında kaldıkları doğru. Ama kuralların konması aynı zamanda belli aksiyomatik tanımlamaları getirmiyor mu? Böylece, isterseniz güç dengesinden deyin, isterseniz Hobbes’un toplumsal düzeni açıkladığına benzer şekilde, her şeyi kaybetme riski ve korkusundan deyin, güçlülerin de kendilerini sınırladıkları bir konsensüs çıkmıyor mu?
İşte zaten bu yüzden şu anda BM, ABD için bir problem oluyor. Her tür kısıtlamadan azade olmak isteniyor. Hegemonun, vaktiyle kendi koyduğu sınırlara bile tahammülü yok.
Arkadaşlar, büyük bir keyifle dinliyoruz ama isterseniz yavaş yavaş bugüne gelelim. Teorik çerçeve anlaşıldı, biraz da uygulamayı tartışalım.
Modern dünya düzeninin Batı merkezli olduğu söylenmişti az önce. İsterseniz oradan başlayalım. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Cemiyet-i Akvam ile, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra BM ile kurulan düzen, başka hiçbir düzen anlayışına alan bırakmayacak şekilde Batı merkezli anlayışın yayılması sonucunu doğurdu. Bu yayılma; Hint, Çin ve İslam medeniyetlerinin özgün düzen anlayışlarının alanlarını 19’uncu yüzyılda daralttı, 20’inci yüzyılda ise alan bırakmadı.
Evet, bugün hakim uluslararası sistem paradigması dışında alternatif bir anlayışın kendine yer bulamayacağı bir dünya var. Geçmişte, mesela bir hükümdarı tanımıyorsanız alıp başınızı gidebileceğiniz yerler vardı. ABD böyle kuruldu. Şimdiyse dünyanın her karışı belirlenmiş. Muhaliflerin toplandığı yerler anında hedef oluyor, hatta bu iş yerel otoritelere yaptırılıyor.
Niye? Okyanusta bir sürü ada var, bomboş. Dağlar var; ferman padişahın dağlar bizimdir.
Orası bile kalmadı. Bir dünya haritası alın da bakın. En ücra adaların bile altında ABD, Fransa, İngiltere, Hollanda yazıyor. Kutupları bile sahiplenmişler. O dağlarda uzlet hayatı yaşarsan mesele yok da hele ciddi bir alternatif haline gelmeye başla bak, neler oluyor.
Mesele sistemi oluşturan temel yapı taşlarının tanımlanmasıyla ilişkili. Bu düzen Westphalia’dan tevarüs ettiği ‘ulus-devlet’ unsurunu esas alıyor. Uluslararası düzen bu anlamda, BM’nin bir parçası çünkü BM tek tek ulusları tanıdı. Ne medeniyetleri tanıdı, ne sınıfları tanıdı. Aslında milletleri veya kavimleri tanıdı da diyebiliriz. Biraz önce de söylediğim gibi bu, ABD’nin ekonomi-politik küresel hegemonyasına uygun bir yapılanmaydı. Yani İngiliz ve Fransız sömürge sistemindeki gibi merkezden çevreyi kontrol etme yerine, merkezle çevre arasındaki bağımlılık ilişkisini mutlaklaştıran bir düzen. Çevrede yarı özne, yarı egemen birimler kendi içlerinde yeni bir siyasal düzen kurdu. Ama bu ulus-devletler, uluslararası düzen içinde aslında çok fazla söz sahibi olmayan aktörlerdi.
Fakat buna rağmen BM düzeni II. Dünya Savaşı sonrasındaki gelişmelerde bir alan açtı. Dediğiniz gibi “yarı” da olsa özne nesneden etkindir. Zaten şimdi yaşanan sıkıntı da oradan kaynaklanıyor. Amerikalı neoconlara soracak olursanız, BM hantal, zor karar alan ve işe yaramaz bir yapı. Onlar daha dinamik ve esnek hareket etmek istiyor. BM’nin bürokratik prosedürleri buna izin vermiyor.
Bu noktaya nasıl gelindiğini hatırlamakta yarar var. İki kutuplu düzen dağıldıktan sonra “Yeni Dünya Düzeni” kuruldu. O dönemde Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle başlayan krizin ana aktörü BM idi. Kuveyt krizinin uluslararası konsensüsle çözüme kavuşturulması tüm dünyada küresel barış için iyimser bir hava oluşmasına neden oldu. Ortaya çıkan krizlerin BM platformunda çözüleceği, ABD’nin kurumsal gücünün zirveye ulaştığı bir dönem yaşandı. Ama sonra küresel güçler arasında rekabet kızıştı. Balkanlar’da ve son Irak Krizi’nde oybirliği sağlanamayınca çatlak derinleşti. Sonunda Amerikan koalisyonu BM’nin etrafından dolanıp kendi kararını uyguladı.
“Karanlıklar Prensi” lakabıyla tanınan, Reagan döneminin gözdesi, son Irak Krizi’nde işler sarpa sarınca savunma bakanlığı danışmanlığından istifa ettirilen Richard Perle geçtiğimiz günlerde Türkiye-ABD ilişkileriyle ilgili bir konuşma yaptı. Dediğine göre ABD’yi ve 11 Eylül’ü anlayamamışız. “Teröristleri her gün her yerde kaçmaya mecbur edeceğiz. Afganistan'daki gibi serbest dolaşamayacaklar. Bağdat'taki gibi tedavi göremeyecekler. Buna kızan dostlarımız olabilir” diyor. Uluslararası kurallara göre sadece hudut aşıldığı zaman müdahale edilebiliyor olmasından şikayetçi. Bunun değişeceğini, çünkü 21'inci yüzyılın tehditlerinin farklı olduğunu söylüyor. Bu nedenle ABD’nin bağımsız hareket etmek zorunda kaldığını ve bunda haklı olduğunu belirtiyor. Konuşmasını şöyle bitirmiş: “Alternatifimiz ne? Bir başka 11 Eylül mü?”
Tipik bir agresif neocon muhakemesi bu. ABD bu sistemi berhava ederek hegemonyasının temel dayanaklarını yok ediyor. Sonunda bumerang gibi dönüp kendisini vurabilir. “Elli yılda BM ne yaptı? Ne sonuç elde edildi?” deniyor şimdilerde. BM’nin ne kadar başarılı olduğu sorgulanırken “BM hiç olmasaydı acaba ne olurdu?” sorusu sorulmalı önce. BM olmasaydı, ABD-SSCB öyle bir platformda hiç karşı karşıya gelmeseydi olabilecek küçük gerilimler nereye giderdi? Güvenlik Konseyi’nde bazen Fransa, bazen İngiltere, bazen Çin bu çift kutuplu tansiyonu azaltıcı bir görev üstlenmeseydi neler olurdu? BM Genel Kurulu, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan yeni ulus-devletlere bir meşruiyet ve egemenlik alanı açmamış olsaydı, BM’nin tanıması yeni ulus-devletlerin meşruiyet temeli olmasaydı acaba birbirine komşu olan birçok ulus-devlet birbirlerinin sınırlarını bu kadar kolaylıkla tanır, barış bu kadar az çatışmayla sağlanabilir miydi? BM çok önemli bir fonksiyon icra etmiştir. Bugünden geriye dönüp yargılamak kolay iş.
Peki yapısına ne diyorsunuz? Bütün iş Güvenlik Konseyi’nde bitiyor. Orada da durum malum. İsrail Arafat’ı şu veya bu şekilde ortadan kaldıracağım diyor, önlemeye yönelik karar alınmak istendiğinde ABD veto ediyor.
Zaten artık BM’nin yapısı sık sık eleştiriliyor. Bundan 25 yıl önce veto hakkı, daimi üyelik meselesi konu dahi edilmezdi, şimdi açık açık tartışılıyor.
Tabi söylediklerimden BM’nin çok adil ve sadece idari perspektif ile ortaya çıkmış bir yapı olduğu sonucu çıkmamalı. Ama en azından temsil ve meşruiyet alanı açan bir yapı ve bunun korunması önemli. BM ile birlikte tüm güçlerin bir ortak platformda birbirlerini, sürekli nabız tutarak dengeledikleri ve ortak değerler etrafından siyasi düzen tanımlaması yaptıkları bir alan doğdu. Bu alan uluslararası hukukla tanımlandı. Bizde de; son gelişmelerden etkilenen, her esintiye göre yön değiştiren realistler, özellikle Irak meselesiyle ilgili; “Uluslararası meşruiyet somut ve kaynağı belirli birşey değildir. Uluslararası hukukun kendisi tartışmaya açılmalıdır. Bütün ülkeler kendi çıkarlarına göre ve güçleri ölçüsünde politikalar üretirler. Uluslararası sistemde vurgulanması gereken kavram güç dengesidir. Uluslararası meşruiyet tanımları bir güç ve çıkar dengesinin ürünüdür” şeklinde yorumlar yapıyor. Bizim değerleri önceleyen bir düzeni ön plana çıkarmamız gerekir oysa. Bu konuda konuştuklarımız bence çok önemli.
Güce tapınma kültü de en az değerlere dayalı düzen kadar eskiye dayanıyor. Çok da şaşırmamak lazım.
ABD için uluslararası temel gerilim alanlarından bir tanesi, uluslararası hukuk ile reelpolitik arasındaki gerilimdir. Bu da ABD’nin şahsında yaşandı ve bundan sonra da yaşanacaktır. Bu yönetim reelpolitiği tercih etti. Böylece düzeni, bahsettiğimiz kozmik ve normatif yapısından büsbütün kopardı.
Zaten Westphalia’dan beri kopuk değil miydi?
Evet ama en azından BM’nin o sınırlı norm anlayışını bile zaafa uğrattı. Şimdi Irak’ta bir düzen kuramıyor. Kurduğu yönetimi nasıl meşru kılacağını bilemiyor. Artık idare edilenler de eski sömürge sisteminde olduğu gibi sömürgeci yapıyı bir anlamda meşru kılacak araçlardan yoksunlar. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki dönüşümle “efendilere itaat edilir” şeklindeki araçsallığı yok ettiler. Bugün önce düzen, sonra da uluslararası düzen problemi ile karşı karşıyayız. Üç ihtimal var. Ya tek taraflı, küresel Amerikan hegemonyasının kabul edileceği, ya mevcut sistemin revize edileceği ve güçler dengesine dayanan, ya da bütün bunlardan farklı alternatif yeni bir düzen anlayışı hakim olacak. Irak Krizi birinci şıkkın meşruiyetinin çok zor sağlanacağını gösterdi. Daha fazla zorlandığında daha büyük çatışmalar kaçınılmaz olur. İkincisinin olması halinde de yine şimdikine göre çok daha çetin bir rekabet ortamı doğacaktır. Üçüncü içinse mutlaka kadîm kültürlerdeki o aksiyolojik temele bir şekilde ihtiyaç hissedilecektir.
Savaşlar ancak barış anlaşmalarıyla sonuçlanır. Soğuk Savaş’ın barışı bir türlü imzalanamadığı için Soğuk Savaş döneminden sıcak barış dönemine girdik galiba. Baksanıza bu kadar çatışma yetmiyormuş gibi, daha büyük çatışma ihtimalinden söz ediliyor. İnşallah üçüncü yolu başarırız.
Bunun yolu artık felce uğramış olan düzene hayatiyet kazandıracak değerler aşısını yapabilmek. Ama bunun için önce bu sistemi işlemez kılan sorunlu yönleri değiştirmek lazım. Bakın BM’nin yapısına ve vetoya ilişkin az önceki sorular yine havada kaldı.
Evet bu çok önemli. Sistemin etrafından ilk dolaşma girişimi Irak değildi, G-7 idi. İMF, Dünya Bankası, DTÖ gibi ekonomik kuruluşlar, gelişmiş ülkelerin maliye bakanları zirveleri birçok konunun halledildiği esas yerlerdi. Küresel yönetişim ve yeni mimariler şekil veriyordu dünyaya.
İsterseniz bunlara burada girmeyelim. Dosyamızda bu konularla ilgili ayrıntılı yazılar var. Ayrıca küreselleşme konusunu bir başka sayıda tartışacağız zaten. Daha Türkiye’yi konuşacağız.
Ama bu G-7 önemli. Güvenlik Konseyi’nde olmadığı halde dünya ekonomisinde ikinci ve üçüncü sırayı paylaşan Almanya ve Japonya ile Avrupa’nın dördüncü ekonomisi İtalya’nın yer aldığı bir masa bu. Değişen konjonktürde İkinci Dünya Savaşı’nın mağlupları arasında olsalar da düzende yerlerini bulmaları gerekiyordu. Tıpkı Ekim 1971’de Çin Halk Cumhuriyeti’nin BM’ye kabul edilmesindeki gibi, düzenin devamı için zarurî görülen tadilatların yapılması gerekiyor. Mesela 1990 sonrasındaki yeni konjonktürde de Rusya bu gruba eklendi. G-8 oldular. Gerçek meseleler burada konuşuluyor ve asıl çözümler burada üretiliyor.
Haklısın. Benim aklıma da G-20 geldi. Bir nevi merkezin hemen dışında yer alan ikinci kuşak. Merkezle daha dış çevreler arasında ilişkiyi kuracak olan ülkeler grubu.
Hindistan, Brezilya, Nijerya ve Güney Afrika gibi hem ekonomik hem de nüfus açısından önemli ülkelerin BM Güvenlik Konsey’inde daimi üyeliğe alınması bir çözüm olabilir.
Bence İslam dünyasının daha etkin biçimde temsili şart. İslam dünyasının dünya siyaseti içindeki yeri çok önemli. Sahip olduğu ekonomik ve demografik kaynakların toplam kaynaklara oranına bakınca bu daha iyi anlaşılıyor. Jeopolitik açıdan da İslam dünyasının bulunduğu kuşak kritik. “Niye İslam dünyasından bir daimi üye yok?” sorusu sorulmalı. İslam dünyası düzene etken olarak katılmadan denetlenen veya üzerinde kavga edilen, egemenlik kurulan konumda. Bu bir çelişki. Türkiye bu noktada devreye girebilir. Türkiye G-20’nin de tek Müslüman üyesi.
Hayır, Suudi Arabistan da var.
Böylece Türkiye’ye geldik. Türkiye, 1951-1952, 1954-1955 dönemlerinde ve son olarak da 1961’de Polonya ile paylaştığı bir yıllık yarı dönemde Güvenlik Konseyi’nde yer almıştı. Şimdi 2008 için tekrar adayız.
Osmanlı düzeni çok kültürlü bir düzendi. Dünyada nüfusu, mimarisi ve tarihiyle gerçek anlamda çok kültürlü şehirler İslam dünyasında ve Osmanlıdaydı. İstanbul, Kudüs ve Kahire’ye bakın. Osmanlı hem norm, hem kozmik, hem de hukuk temelli düzeni yansıtıyordu. Ulus-devletleşme sürecinde modern düzen anlayışına geçişte Türkiye’nin düzen kurma kabiliyeti azaldı. Yakın zamana kadar edilgen ve ikincil rollerde bir aktördük. Ama son dönemde bu değişiyor.
Ben de Irak Krizi’ndeki tavrımızın bir dönüm noktası teşkil ettiğini düşünüyorum. Türkiye imajı çok değişti. Cancun’da AB’ye ve ABD’ye direniş göstererek DTÖ Zirvesi’nde zafer kazanan G-21’e Türkiye’nin de katılması, Hindistan, Tayland ve Malezya basınında “çok önemli bir gelişme” olarak nitelendirildi. Türkiye’nin kendine bakışı da değişti.
Ama henüz yeteri kadar değil. Türkiye’nin de etkili olacağı bir düzen kurulabilmesi için önce bizim kendimizi hazırlamamız gerekiyor. Değişik senaryolara açık, esnek ve gelişmelere uygun biçimde kendini yenileyebilen, tutarlı bir stratejimiz olmalı. Çözümün öznesi olmak istiyorsak, önce çözümsüzlüklerin nesnesi olmaktan kurtulmalıyız. Ancak kendini merkeze alarak medeniyetinin ben idrakine sahip çıkan, bu idrakle sağlayacağı stratejik derinlik doğrultusunda hareket eden bir Türkiye dünya düzeninin kurucu unsuru olabilir.

Paylaş Tavsiye Et