Çeviriyorum
Suikastler sonrası Filistin yönetimi / El-Quds el-Arabi, 22 Nisan 2004
Arap Basını
Çeviri: Hatice Boynukalın
Hamas’ın ruhanî lideri Şeyh Ahmed Yasin ve aynı hareketin Gazze komutanı Dr. Abdülaziz Rantisi’nin suikast sonucu hayatlarını kaybetmelerinden beri, Filistin yönetimi tüm kurum ve kuruluşlarıyla gerçek bir kriz yaşıyor. Bu liderleri İsrail’in suikastlerinden koruyamayan yönetim, bir de Yasir Arafat’ın gözetim altında tutulması ve ABD Hükümeti’nin kendisiyle ilişki kurmama kararından dolayı adeta felçli bir görünüm arz etmektedir.
Filistin Başbakanı Ahmed Kurey, bu krizi dün Bakanlar Kurulu’nun topluca istifalarını vermeyi düşündüğünü ilan ederek açığa vurdu. Bu istifa düşüncesinin arkasında, ABD Başkanı George Bush’un İsrail’in tek taraflı olarak gündeme getirdiği çözüm önerilerini kabul eden, İsrail’in Batı Şeria’daki yerleşim birimlerini meşru gören ve Filistinli mültecilerin dönüş hakkını reddeden planı sahiplenmesi şeklinde baş gösteren ve ABD’nin politikalarındaki değişimi yansıtan gelişmeleri protesto etme amacı yatmaktadır. Umuyoruz ki Sayın Kurey, istifa kararını düşünme safhasından istifayı gerçekleştirme safhasına geçer. Zira onun bu koltukta oturmaya devam etmesinin hiçbir anlamı kalmamıştır. Hatta onun bu koltuğa oturmaya devam etmesi zaman, emek ve para kaybından başka bir anlama gelmemektedir.
Başbakanlık makamı, ABD tarafından ortaya atılan ve Filistin halkına dayatılan bir makamdır. ABD bunu, Filistin yönetiminde yapılmasını istediği değişikliklere ilişkin planları çerçevesinde yapmıştır. Bir amaç da Yasir Arafat isminin üzerine çizgi çekmek ve onu istenmeyen kişi ilan edip siyasi denklemin dışında bırakmaktır.
ABD yönetimi, barış görüşmelerini, Şaron’un terörist politikalarını ve yerleşim birimleriyle ilgili projelerini desteklediği müddetçe bu makamın, yani başbakanlığın bulunmasının hiçbir anlamı kalmamıştır. Bu yüzden artık Filistin tarafının kesin kabullerine dönme vakti gelmiştir. Yalnızca bu makam değil, Filistin yönetimi de lağvedilerek Kurtuluş Örgütü yapılanmasına geri dönülmelidir. Bu örgütün Ulusal Meclis ve Merkez Yönetim Kurulu’na tekrar hayat verilmeli, yürütme kurulu da aktif hale getirilmelidir. Sorumluluğu altındaki bölgeler işgal altında olan aciz bir başbakanın ne gibi bir faydası olabilir? Yine barış görüşmelerinin tamamen iptal edildiği ve ufukta bu görüşmelerin süreceğine dair en ufak umudun bulunmadığı bir ortamda, görüşmelerden sorumlu bir bakanlığın bulunması da anlamsızdır.
Başbakanlık koltuğunun ortadan kaldırılması ABD-Filistin ilişkileri üzerinde olumsuz bir tesir de yapmayacaktır. Zira ABD ve Filistin arasında böyle bir ilişki zaten yoktur.
Filistin halkına karşı yürütülen ABD-İsrail meydan okuması, yeni yaklaşım ve düşüncelere ilaveten değişik çabalara olan ihtiyacı da artırmaktadır. Zira Filistin topraklarındaki dengeler değişime uğramış, Filistin genelinde çoğunluğun desteğini arkasına alan, Hamas hareketi gibi, yeni güçler sahneye çıkmıştır. Bu çoğunluk ise ne yönetim, ne de bakanlar kurulu tarafından temsil edilmemektedir. Bu yüzden artık Kurey hükümeti istifa etmelidir.
Tavsiye Et
Şark, Sevdabih Rudi, 15 Nisan 2004
İran Basını
Çeviri: Hakkı Uygur
İran ve Irak’ın siyasi geleceği yeni bir rotaya girmiş görünüyor. Irak’ın içinde bulunduğu hassas güvenlik durumu ve iki aydan az bir süre sonra bu ülkede geçici hükümetin kurulacak olması İranlı diplomatların dikkatlerinin bu tarihî dönüm noktasına odaklanmasına yol açıyor. Irak’ta Mukteda Sadr’ın önderliğinde başlayan ayaklanmalar Irak Yüksek İslam Devrimi Konseyi’nin (IYİDK) ara buluculuğuyla yatışınca, bütün gözler İran’a çevrildi. Ülkelerinde oluşan ortam sebebiyle İran’a sığınmak zorunda kalan ve yirmi beş yıl boyunca İslam Cumhuriyeti’nin misafiri olan IYİDK üyeleri ve diğer bazı Saddam muhalifi Şii gruplar şu anda İran’ın çıkarlarını savunma noktasında oldukça etkin bir konuma geldiler. Görünüşe göre yirmi beş yıllık bölge tecrübesine ve uzmanlığına sahip Tahran, ortaya çıkan fırsattan iyi bir şekilde faydalanmakta. Son krizde Yüksek Konsey’in oynadığı rolden sonra Tahran yalnızca Irak’ı ve ülkedeki Şii grupları ABD’den daha iyi tanıdığını göstermekle kalmadı; aynı zamanda gerektiğinde Geçici Konsey ve yakın gelecekteki Geçici Hükümet içindeki, kendisine en az ABD’ye oldukları kadar borçlu olan unsurları kullanabileceğini de kanıtladı. İran’ın Binbir Gece ülkesinde eyleme dönüşen potansiyel gücü, bölgede tarihî bir etkinliğe sahip olan İngilizleri de yumuşatmış görünüyor. İngiliz politikacılar Irak’la ilgili önemli kararlar arifesinde İran ile olan temaslarını sıklaştırmaya başladı.
ABD, Irak’ta bir süredir yaşanan kriz sonrasında, başkanlık seçimlerine yaklaşırken Tahran’dan yardım istedi. Japonya, ABD güçlerinin muhalif Iraklı grupların elinde bulunan Japon rehineleri kurtarmasından umut kesince, İran’a yöneldi. İran Dışişleri Bakanının özel temsilcisi şu anki Irak’ta. Geçici Konsey Irak’ın Tahran temsilciliği için şu andaki maslahatgüzarının yerine IYİDK üyesi bir ismi Büyükelçi olarak Tahran’a gönderme kararı aldı. İran’ın Bağdat maslahatgüzarının bu ülkeden ihraç edilmesi gündemden çıktı; Mukteda Sadr İran’a yakın isimlerin aracılığıyla sakinleştirildi ve ABD, İran’ın Irak’ın içişlerine karıştığı yönünde bir kanıtın olmadığını bildirdi. Mevcut durumun sürmesi İran’ın Irak dışındaki sorunlarının azalmasına yol açabilir mi? Özellikle ABD ile olan ilişkilerde bir değişiklik yaşanabilir mi? Bu soruların cevabı önümüzdeki aylarda belli olacak. Unutmayalım ki son günlerde ABD’nin İran’ın nükleer faaliyetleri ile ilgili suçlamalarında bir azalma göze çarpıyor. Bunlar ABD ve İran arasında Irak’a yönelik birşeylerin döndüğünün göstergeleri olabilir. Bir yıl önce Cenevre’de yapılan görüşmelerin bir benzeri Irak’ta mı gerçekleşiyor? İşaretler bu yönde; ancak İran Dışişleri Bakanlık Sözcüsünün deyimiyle “ABD bu kez de Cenevre’de olduğu gibi bir oyun bozanlık yapmazsa…”
Tavsiye Et
Irak’ı işgal etmek mi? İşte beyinsizce bir hareket / Terry Jones, The Guardian, 19 Nisan 2004
İngiliz Basını
Çeviri: Ebru Afat
Başkan Bush’un beyninin bir kısmının çıkartılmasının çok büyük bir başarı olduğu hususunda herkes hemfikir.
Başkan Yardımcısı Dick Cheney, bunu tatmin edici bulduğunu ifade etti.
Cheney, Amerikan Nöroloji Akademisi’ne, “beyninin bir kısmı çıkartılmasaydı, başkanı iyi bir bahane olmaksızın dünyanın dört bir yanında savaş başlatmaya ikna etmek zor olabilirdi” dedi. Ancak beynin, kişinin hareketlerinin sonuçlarını kavramasıyla ilgili bölümlerinin çıkarılması, başkanın tümüyle ve tereddütsüz harekete geçebilmesini sağladı. Şu an Irak’ta olduğu gibi, felaketin kapıya dayandığının aşikar olduğu durumlarda bile, devletin başı televizyona çıkıp herşeyin yolunda gittiğini ve felakete yol açtığı çoktan kanıtlanmış taktikleri değiştirmeye niyetinin olmadığını açıklayabiliyor.
Benzer şekilde Donald Rumsfeld de ameliyatı kayıtsız şartsız bir başarı olarak görüyor. Amerikan Tıp Derneği Dergisi’nin bu ayki sayısında şöyle yazıyor: “Uygulanan prefrontal lökotomi, başkanın savaştan çıkar sağlamaya direnen tüm reflekslerini başarıyla çıkardı. Askeri harekatı kışkırtan çevrelerle bundan çıkar sağlayan şirketler arasındaki bağlantı bu kadar yakınken, başkanın ahlakî açıdan doğru davranmış gibi yoluna devam edebilmesi, bu hassas operasyonu gerçekleştiren tıbbî ekibin başarısını gösteriyor.”
Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz de, bu tıbbî müdahalenin başkan üzerindeki faydalı etkisinden oldukça memnun. Wolfowitz, Tümüyle Yahudi İsrail İçin Müslüman Nöroloji Cerrahları Derneği’nin toplantısında, “Algılama ve kavramayla bağlantılı nöral yolları çıkartma tedbirini almamış olsaydık, başkanın Ariel Şaron’un çılgınca planlarına nasıl karşılık verebileceğini bir hayal edin” dedi. “Başkan artık Sabra ve Şatilla katliamlarının sorumlusu olan adamı, erdemli bir insan olarak takdim edebiliyor.”
ABD Başkanı’nın beyninin bir kısmının çıkartılması bu kadar takdir edilirken, Tony Blair’in de takıma uyması ve benzer bir psikocerrahi uygulamaya karar vermesi şaşırtıcı değildi. Spesifik presinaptik terminallerin tutulması sayesinde, Blair’in artık Felluce’deki ABD katliamlarına ve dört paralı askerin öldürülmesinin intikamını almak için kadınları, çocukları ve ambülans şoförlerini vurmakla meşgul olan bu kentteki Amerikan keskin nişancılarının eylemlerine destek verirken kendini tamamen rahat hissettiği görülüyor.
Korteksinin motor konuşma alanına yapılan müdahalenin de, Blair’in, evlerinin havaya uçurulmasına olumsuz karşılık veren Iraklıları “fanatik, aşırılıkçı ve terörist olarak” tanımlamasına sebep olduğuna inanılıyor.
Okülomotor sinirin de benzer şekilde alınması, Blair’in, İsrail’in Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimlerini bırakma planlarını şimdilerde Orta Doğu barış sürecinde ileri doğru atılmış bir adım olarak görebileceği anlamına geliyor.
Bu yüzden siyasi yorumcular teröre karşı savaşta, beynin yönetici kısımlarının çıkartılması işleminde önde gidenin Bush mu, yoksa Blair mi olduğunu söylemeyi imkansız buluyor.
Terry Jones: Yazar, film yönetmeni ve aktör.
Tavsiye Et
Kıbrıs bölünmüş kaldı / The Daily Telegraph, 26 Nisan 2004
İngiliz Basını
Çeviri: Ebru Afat
Kıbrıslı Rumların BM’nin yeniden birleşme planını reddetmesi, hayal kırıklığına uğratıcı, dar görüşlü ve tümüyle öngörülebilecek bir davranıştı. AB, Rum kesimini üyeliğe kabul etmek için önkoşul olarak dahilî bir çözüme varılmasında ısrar etmek yerine, Güney Kıbrıs’tan tek taraflı bir başvuruyu kabul etmeye karar verdiği anda, her türlü uzlaşma şansını da yok etmiş oldu.
Buna zamanında işaret ettik: Bu gazete 1990’lı yıllar boyunca belirli aralıklarla, AB’nin, Kıbrıs Rum tarafının adanın bütünü namına başvuru hakkına sahip olduğunu bir defa kabul ettiğinde, adada herhangi bir çözüm şansının kalmayacağı uyarısını yaptı ve haklı da çıktı.
Kıbrıslı Rumların böylesine ezici bir çoğunlukla reddettiği anlaşma esasında, 30 yıldır resmen talep ettikleri bir şeydi. Bu bir nevî barış için toprak anlaşmasıydı. Kıbrıslı Türkler, iki bölgeli bir federasyonda eşit ortaklar olarak tanınmak karşılığında 1974’ten beri sahip oldukları toprakların bir kısmını devredecekti.
Devredilecek köylerin, federal hükümetin sahip olacağı yetkilerin ve mültecilerin geri dönebileceği şartların sınırları hususunda anlaşmazlıklar vardı. Ancak bütün taraflar ana hatlar üzerinde anlaşmaya vardı; çünkü hepsi bu işten kazançlı çıkacaktı. Kıbrıslı Türkler, yalıtılmışlıklarını sona erdirme fırsatını, Kıbrıslı Rumlar da eski evlerine dönme fırsatını yakaladılar.
1990’ların başlarında, iki toplum buna dikkat çekici ölçüde benzeyen bir BM planını kabul etme noktasına gelmişti. Sonrasında, hassas pazarlık ağını parçalarcasına, AB’nin Güney Kıbrıs’ı, bir anlaşma olsun ya da olmasın üyeliğe kabul etme yönündeki hatalı -ve yasallığı da tartışmalı- kararı geldi. O günden sonra, Kıbrıs Rum yönetimi anlaşmaya varmaya yönelik bütün ilgisini yitirdi.
Bu şartlarda, AB’nin ihanete uğradığından şikayet etmesi tuhaftır. Kıbrıslı Rumlar, hayır demekle hiçbir şey kaybetmedikleri şeklinde tamamen rasyonel bir hesap yaptılar. Mantıken, AB’nin Kuzey Kıbrıs’ı uluslar toplumuna geri kazandırmak, ticaret ambargosunu sona erdirmek, hava bağlantılarını yeniden kurmak ve de facto tanıma önermek suretiyle hayır oyuna tepki göstermesi gerekir.
En azından, Kıbrıslı Türklere AB ve Türkiye ile aynı şartlarda bir gümrük birliği teklifi götürülmelidir. Ne var ki uygulamada, Yunanistan veto yetkisini kullanabildiği müddetçe bunların hiçbiri olamayacaktır. Zaten başından beri de bütün sorun budur.
Tavsiye Et
İslam Kerimov ve İslam / İgor Rotar, İzvestiya, 11 Nisan 2004
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
Özbekistan Devlet Başkanı İslam Kerimov, ABD’nin Irak işgalini destekleyen Orta Asyalı tek liderdir. Bu siyasetin bir ürünü olarak Özbekistan’daki tüm basın yayın organları Irak Savaşı’na ABD yanlısı bir bakış açısı ile yaklaşma emrini aldılar. Bu yüzden Özbekistan medyası olayların tahlilini yapmak yerine, durmadan Irak işgalinin Afganistan’daki terörle mücadele operasyonunun bir devamı olduğunu ve Saddam Hüseyin’in “Stalin tipi” bir diktatör olduğunu vurgulamaya devam ediyor.
Büyük ihtimalle hükümet, medyadaki propaganda ile yetinmeyip başka bir yola da başvurur: Özbekistan Diyanet İşleri Başkanlığı tamamen hükümetin kontrolü altında ve Kerimov daha önce de geniş kitleleri dolaylı yollardan etkilemek için Diyanet İşleri Başkanlığı üzerindeki nüfuzunu kullanmıştır. Örneğin, ABD Afganistan’a girdiğinde Özbekistan’daki bütün camilerde terörü kınayan vaaz ve hutbeler okundu ve Taşkent’in baş imamı Enver Hacı Tursunov, Amerika’nın Afganistan işgalini destekleyerek “ABD’nin bu operasyonunun Özbekistan’da istikrarı korumaya yardımcı olacağını” dile getirdi. Özbeklerin Irak halkının bağımsızlık mücadelesini desteklemesini önlemek için hükümet bu sefer de bu tarz fiillere başvurabilir.
Özbek toplumunun tüm tabakaları hükümetin sıkı denetimi altındadır. Taşkent gibi büyük şehirlerde mahalle muhtarları hükümet tarafından tayin ediliyor ve hükümetin her konudaki emirlerini tartışmaksızın yerine getiriyor. Mahalle zabıtası, mahalle sakinlerinin her adımını gözetleyip elde ettiği bilgileri amirlerine iletiyor.
Durum böyle iken Özbek İslamcılarının ses çıkaramamaları şaşılacak birşey değil. Özbekler “Gerçek Müslümanlar hapis yatmakta; serbest kalanlar ise Allah’ı unutup ekmek derdine düştüler” şeklinde görüşlerini dile getiriyor.
Tavsiye Et
“Hamas” yine liderini kaybetti / Maksim Yusin, İzvestiya, 19 Nisan 2004
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
Hamas lideri Şeyh Ahmet Yasin’in öldürülmesinin üzerinden bir ay bile geçmeden halefi Abdülaziz Rantisi de İsrail’in kurbanı oldu. Şeyh Yasin’in arabasına füze fırlatarak hayatına son veren İsrail askerleri bu sefer de aynı yöntemi kullanarak Abdülaziz Rantisi ile oğlunun ve muhafızının ölümüne neden oldular. Hamas’ın eski liderinin ölümünden birkaç gün sonra örgütün başına geçen Rantisi, “Filistin halkının düşmanlarına yönelik saldırıların devam edeceğini” söyledi ve Şeyh Yasin’i ortadan kaldırma emrini veren Ariel Şaron’u ölüme mahkum etti.
Ama buna rağmen Şeyh Yasin’in vefatından bu yana geçen zaman içerisinde Şaron’un eline güçlü bir koz geçti: Hamas’ın liderinin öldürülmesinden sonra İsrail halkı korku içinde intikam eylemlerini ve bahsedilen “kan denizi”ni bekliyordu. Fakat aradan bir ay geçtiği halde Hamas’ın geniş çapta hiçbir faaliyet göstermemesi Şaron’a, kendisine muhalif olan ve Filistin ile savaşmak yerine siyasi bir uzlaşmaya varmak gerektiğini savunanlara, “Filistinliler kaba kuvvet dilinden başka bir dil anlamazlar” deme imkanını verdi.
Arap siyasetçiler ve Arap medyası Rantisi’nin Şaron’un ABD ziyaretinden sonra öldürülmesini, Şaron’un öncelikle Washington’a gidip planını George Bush ile paylaşmasına ve onun onayını aldıktan sonra harekete geçmesine bağlıyorlar.
Rusya Dışişleri Bakanı Aleksandr Yakovenko bu konuda, “Rusya yasal olmayan katliamlara karşı olduğunu defalarca dile getirmişti. İsrail’in savunma ve halkını terör saldırılarına karşı koruma hakkını inkar etmiyoruz. Fakat İsrail bu hakkını uluslararası hukuk dairesinde kullanmalıdır” şeklinde bir açıklama yaptı.
Arap ülkelerinde Rantisi’nin öldürülmesi halkın öfkesine neden oldu. İslam Ülkeleri Birliği, Rantisi’nin öldürülmesinin bir “devlet terörü” olduğunu savunmakta. Filistin Başbakanı Ahmet Kurey ise ABD’yi Hamas liderlerinin katledilmesini önceden onaylamakla ve tamamıyla İsrail yanlısı olmakla suçladı.
Hamas mensupları ise, önderlerinin öldürülmesine “en az 100 İsrailli öldürerek” karşılık vereceklerini söylüyorlar.
Tavsiye Et
Cennete gitmek isteyen Felluce’ye gitmeli / Karl Vick, Anthony Sahid, Die Welt, 14 Nisan 2004
Alman Basını
Çeviri: Haşim Koç
Felluce’nin ABD güçlerince kuşatılması Irak’ın başkentinde güçlü tepkilere yol açtı. Bildiriler, vaazlar ve tazelenmiş silahlarla cihat çağrılarının yapıldığı Bağdat’tan, birçok genç askerî başarıdan ziyade, kahramanlık ve kendini yönetme hakkı kavramları etrafında yoğunlaşan bir savaş için yola çıktı.
Bir Felluceli, “Şimdiki savaş bir yıl öncekinden farklı bir savaş. Şimdiye kadar Iraklılar bir hiç uğruna savaştılar. Ama şimdi bütün ülkeden gelen savaşçılarımız kendilerini feda edecekler” diyor. Bu kişi, günde dört kez şehre giren çıkan ve gerillalarla teması sağlayan Ebu İdris.
Ebu İdris bir caminin park alanında duruyordu. Bu camide birkaç dakika önce bir tondan fazla yardım malzemesi depolandı. Pirinç, çay ve undan oluşan ağır çuvallar. Bunları yükleyenler, “savaşın düşmana karşı yöneltilmesi gerektiğini” tartışıyorlardı. Bunların arasında, bir diş doktoru, bir vaiz, bir hukuk öğrencisi, Irak polisinde görevli bir memur, ve on gün öncesine kadar Amerikalılar için çalışan Irak savunma gücünün üyesi bir adam vardı.
Bağdat’ın 35 mil batısındaki savaş, Amerikalılara karşı savaşı yeniden tanımlamaya kadar gidecek derin bir etki bıraktı Bağdat’ta. Duygusal, dayanışmacı ve özellikle de korkutucu resimler Arap televizyon kanallarında gösterildi ve bu da bir milliyetçilik dalgasını beraberinde getirdi. Bu haberlerin arasında kısmen de, doğrulanmamış sivil kayıp haberleri var. Bağdat’ta, bir bayan ağlayarak odasından getiriliyor ve Felluce’den resimler gördüğü televizyon ekranını öpüyordu.
Irak basınındaki manşetler de resimlerin etkisini güçlendiriyordu: “Soykırım yolunda Felluce”, günlük Azzamam gazetesinin manşetiydi. Şehrin her yerinde evlerin duvarlarına yeni yazılmış; “Felluce’nin kahramanları, çok yaşayın!”, “Kahrol Amerika, Mehdi ordusu çok yaşa!” , “Felluce’deki direniş çok yaşa!”, “Çok yaşa direniş!” yazıları bulunuyordu.
Bağdat Üniversitesi’nde politika profesörü olan Wamid Nadhmi; “Bir haftada ne kadar çok şeyin değiştiğini görmek çok etkileyici. Artık hiç kimse Sünni üçgeninden veya Şii-Sünni ayrılığından ve sivil savaştan söz etmiyor. İşgal güçleri de küçük direniş yuvalarından söz etmez oldular. Bu şimdi bir halk hareketi ve gittikçe de yayılıyor” ifadesinde bulundu.
Felluce şimdi bir mit oldu.
Tavsiye Et
Kıbrıs’taki yeniden birleşme çabaları başarısızlığa uğradı / Die Welt, 25 Nisan 2004
Alman Basını
Çeviri: Haşim Koç
Kıbrıs’ın Rum kesimi adanın yeniden birleşmesine “hayır” dedi ve Kıbrıs’ın tamamının AB’ye 1 Mayıs’ta katılmasını engelledi. Otuz yıldır ayrı olan adanın yeniden birleşmesi için iki kesimin de planı kabul etmesi gerekliydi.
AB planı İsviçre Modeli uyarınca iki federasyonlu bir devleti öngörüyordu. Rum kesimi öncelikle, adalı Rumların Türklerin elinde olan kuzeye geri dönüşüne dair koşulları şüpheyle karşılıyordu ve bu konudaki istisnaları kabul etmiyordu.
AB-Komisyonu kararı kınadı
AB-Komisyonu BM planının adanın güneyinde reddedilmesine karşı duyduğu derin üzüntüyü bildirdi. Bununla, yıllardır süregelen Kıbrıs sorununun çözümündeki “yegane olasılığın da sona erdiğini” ifade etti. Aynı zamanda, AB Komisyonu Türk tarafının “evet” kararını da sevinçle karşıladı. Komisyon, bu kararla Türk tarafının, otuz yıldır bölünmüş olan adanın problemlerinin çözülmesi için gereken isteği gösterdiği kanaatindeydi. Brüksel Kuzey Kıbrıs’taki ekonomik gelişmeyi desteklemeye hazırdı.
Komisyon, ekonomik olarak zayıf konumdaki Kuzey Kıbrıs’a yeniden birleşme vuku bulduğunda 260 milyon euro maddi destek sözü vermişti. Önümüzdeki Pazartesi günü AB Dışişleri toplantısında, red kararı ele alınacak.
ABD yönetimi Kıbrıslı Rumların “hayır” kararını BM planına karşı bir darbe olarak tanımladı. Cumartesi günü ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Richard Boucher, “Planın Rumların çoğunluğu tarafından reddedilmesi, bizi hayal kırıklığına uğrattı” açıklamasında bulundu. İngiliz Dışişleri Bakanı Straw da; “Biz Kıbrıslı Rumların seçimine saygı duyacağız. Ama umarım ki bu seçimin kendileri için doğru olup olmadığını düşünmeye devam ederler” görüşünü dile getirdi.
Tavsiye Et
Türban yasası ve İslam dünyası / Xavier Ternisien, Le Monde, 23 Nisan 2004
Fransız Basını
Çeviri: Hatice Dere
Okullarda türban kullanımını yasaklayan yasa üzerine sürüp giden polemik Fransa’nın gündemini yeniden meşgul etmeye başlarken, birkaç büyükelçinin Fransa’nın Arap dünyasındaki imajından endişe etmesi ve İslam dünyasından gelen tepkiler politikacıların geç de olsa dikkatini çekmeyi başardı. Gelen bu tepkilerin çoğu, Amerika’nın Irak’a düzenlediği operasyona karşı çıkarak Arap halklarının takdirini toplayan Fransa’nın, türban gibi İslam dünyasının çok önem verdiği bir konuda takındığı tavır sonucu prestij kaybettiği yolunda.
Ancak buna rağmen söylemek gerekir ki pek çok Müslüman ve Arap ülkesinde Müslüman halkların aksine devlet ve resmî basın şaşırtıcı bir şekilde bu tartışmalara sessiz kalmayı tercih ediyor. Örneğin Cezayir’de resmî otorite hemen hiç tepki göstermezken sadece Toplumsal Barış Hareketi Partisi bu yasaya karşı olduklarını ifade etti. Fas’ta da durum Cezayir’dekinden farklı değil. Türban tartışması resmî otoriteler nazarında sadece aileyi düzenleyen yeni yasa tasarısı kapsamında yer bulurken, bu konu Müslümanların toplanma yeri olan camilerde halkın çok sert tepkilerine neden oluyor. Fransa’daki laiklik yasasına şiddetle karşı çıkan Müslümanlar bunu İslam düşmanlarınca başlatılmış bir savaş olarak değerlendiriyor.
Türkiye’de ise bu tartışmalar siyasi çevrelerde ve devlet kademelerinde çok az tepkiye neden oldu. Ancak bu durumun daha çok Türkiye’nin içinde bulunduğu özel şartlarla, yani İslamî eğilimleri olan bir hükümetin laik bir cumhuriyette var olma zorluğuyla ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Hükümetin çok ince dengeler üzerine kurulmasından dolayı Başbakan Tayyip Erdoğan ve partililer bu gibi hassas mevzularda ılımlı bir profil çizerek sessiz kalmayı tercih ediyor. Ancak Türkiye’den gelen tepkileri doğru değerlendirebilmek için türbanın bu ülkedeki konumunu göz ardı etmemek ve Fransa’daki yasa ile Türkiye’de zaten var olan türban yasağı arasındaki ayrımı yapmak gerekir. Fransa’daki türban yasağı özel okul ve üniversiteleri kapsamına almazken, nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan Türkiye’deki yasak, liseleri de kapsamakla birlikte üniversiteler üzerinde yoğunlaşmış durumda. Yani Fransa’daki yasa zaten Türkiye’ye göre oldukça liberal bir görünüm sergiliyor. Böylelikle Fransa’daki yasak Türkiye’dekinden daha az tepkiye neden oluyor.
Tavsiye Et
Türkiye’nin AB’ye katılımı seçim malzemesi oldu / Paul Falzon, l’Humanite, 17 Nisan 2004
Fransız Basını
Çeviri: Hatice Dere
UMP (Halk Hareketi Birliği) Türkiye’nin AB’ye girişine karşı çıkarken bu yaklaşımın arkasına yatan nedenleri iyi bir şekilde gizleyemiyor. UMP’nin takındığı bu tehlikeli tavır, 11 Eylül saldırıları sonrası ortaya çıkan korkunun belirlediği Avrupa zihniyetinin ve Hıristiyan-İslam dünyası arasındaki çatışmanın rahatsız edici bir sonucu olarak değerlendirilebilir.
13 Haziran’da gerçekleşecek olan seçimler için asılan afişlerde geçen “ Avrupa’da Türkiye’ye Hayır” sloganını fark etmemek imkansız. Hele hayırdaki( NON) ‘O’nun ay yıldız; Avrupa’daki (EUROPE) ‘O’nun ise haç şeklinde sembolize edilmesi açıkça Müslüman Türkiye’nin Hıristiyan Avrupa’da yeri yok anlamına geliyor. Afişlerinde bu tarz söylemlere yer vermekten çekinmeyen UMP Başkanı Alain Juppé, AB’ye yakın olan ülkelerin AB’nin yapısını bozacak nitelikte olmadıklarının altının çizerken, partililerinden Türkiye’nin AB’ye girişi hakkında yılsonuna kadar tartışmaya girmemelerini de istedi. Bu tavırların hiçbiri şaşırtıcı değil; asıl şaşırtıcı olan UMP’nin Jacques Chirac’la görüş ayrılığına düşmesi. Çünkü Chirac Türkiye’nin üyeliğine her zaman sıcak bakarken, 70 milyonluk bu Müslüman ülkenin Avrupa için çok büyük stratejik önem taşıdığını ifade ediyordu. Peki ne oldu da partisi Chirac’la seçimler sırasında görüş ayrılığına düştü? UMP’nin bu tavrını, rahatlıkla Avrupa’nın ekonomik ve sosyal durumunu iyileştirmek için geçerli projeleri olmayan bir partinin popülist seçim politikası olarak değerlendirebiliriz. Avrupa ülkelerinin, özellikle de Almanya ve Fransa’nın Türkiye karşıtı söylemlerinin, 11 Eylül saldırıları sonrası dünyayı Hıristiyan-Müslüman diye ikiye bölen korkunun etkisiyle daha da şiddetlendiğini söylemek yanlış olmaz. Halbuki Türkiye’nin AB’ye girişi için esas engel teşkil eden demokratikleşme süreci pek çokları tarafından göz ardı ediliyor. Ankara bu yönde pek çok reform yapmış olsa da askerî kanadın sivil hayat üzerindeki etkisinin çok fazla olması yapılan reformların etkisiz kalmasına neden oluyor. Ancak her şeye rağmen Türkiye’nin de içinde olduğu birkaç ülkeyi içine almayan bir Avrupa Birliği kavramı çok yakın bir zamanda geçerliliğini yitirmiş olacak.
Tavsiye Et