Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (June 2004) > Türkiye Siyaset > Siyasetsizleştiremediklerimizden misiniz?
Türkiye Siyaset
Siyasetsizleştiremediklerimizden misiniz?
Önder Bilgel
TÜRKİYE’DE yaşamak birçok bakımdan heyecan verici. Bir kere değişim çok hızlı ve kesinlikle kurala bağlı değil. Sabiteler çok az. Mesela ekonominin temelini teşkil eden fiyatlar, son on yılda 135 kat, son yirmi yılda da 13.836 kat artmış. İlk tecrübemiz olan 1876’dan bu yana 125 yılda anayasamızı, yani toplumun siyasal temelini teşkil eden metni 6 kere sil baştan yazmışız. Bu da yetmemiş 16 kere de çok kapsamlı tadilat yapmışız. Bu kadar dinamik bir ortamda siyasal saflaşmaların ve hatta değer yargılarının da değişken olmasına niçin şaşırmalı?
Yine de bazı değişmeler Türkiye için bile şaşırtıcı. 14 Mart’ta Millî Gazete’de yer alan röportajında, Emekli Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş’ın, iki kez siyasî yasaklı hale getirdiği Saadet Partisi (SP) eski Genel Başkanı Necmettin Erbakan’a övgüler düzmesi buna iyi bir örnek. Savaş’ın, çok yakın bir geçmişte ‘vampir’ ve ‘habis ur’ gibi benzetmeler yaptığı Erbakan hakkında “Samimi olduğuna inanıyorum. ABD’nin, Batı ülkelerinin, Siyonist teşkilatların Türkiye üzerindeki emellerinin iyi olmadığını çok iyi anlatmıştır” diyerek SP ile ulusalcı zeminde bir araya geldiğini ifade etmesi, siyasî literatürümüze değişim konusunda örnek bir vak’a olarak kaydedilmeye değer.
4 Mart günü Ankara Ticaret Odası’nda düzenlenen “Türkiye-AB İlişkileri ve Kıbrıs” konulu uluslararası konferans da bu örneği aratmadı. Konferans için Ankara’ya gelen KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş’ı CHP ile SP, BBP ile DSP, MHP ile İP, DYP ile GP temsilcileri kol kola karşıladı. “Kan istedik verdiniz, can istedik verdiniz, şimdi de ses istemeye geldim” sözlerinin “Başbuğ Denktaş” sloganlarıyla karşılık bulduğu konuşmayı alkışlayanlar arasında eski Cumhurbaşkanı Demirel de vardı.
Gökkuşağının altından geçen her şeyin tersine döneceğine dair batıl inancı herkes bilir. Yukarıda örnekleri verilen ‘gökkuşağı ittifakları’nın da siyaset üzerinde benzer etkileri olmuyor değil. Bunun en son örneklerinden biri, son 150 yıldır Türkiye’de Batılılaşmanın itici gücü olma gibi bir misyon yüklenmiş olan silahlı kuvvetlerin bir birliğinin, “AB ve ABD yanlısı kişi ve grupların” izlenmesi ve bildirilmesi için bölgesindeki kaymakamlıklara yazılı bir emir göndermesi oldu. Kamuoyuna ‘sosyetik fişleme’ olarak yansıyan uygulamanın kapsamı da -genelde alışık olunan irticaî ve bölücü faaliyetlerin ötesinde- hayli geniş tutulmuştu. Azınlıklar ve kendini azınlık olarak görme eğiliminde olan (Çerkez, Roman, Abaza, Arnavut ve Boşnak vb) gruplar, yüksek sosyete grupları, sanatçıların mensup olduğu gruplar, zengin ailelerin çocuklarının oluşturduğu gruplar, tarikatlar, satanistler, Klu Klax (ABD’deki ırkçı örgüt Ku Klux Klan kastediliyor), masonlar, Internet grupları, cinsellik, uyuşturucu, meditasyon, ruh çağırma vb. grupları ile zengin bir liste sergileniyordu. AB ile ortaklık anlaşması yapmış, ABD ile 50 yıldan fazladır askerî ittifak içinde yer alan Türkiye’de resmî bir kurumun, kendi görev ve yetki sınırlarını aşarak AB ve ABD yandaşlarını fişlemeye kalkması bir yana, bizzat devlet adına hareket edenlerce Anayasa ve ceza yasasına göre suç teşkil eden ayrımcılık fiili işleniyordu. Acaba bu kesimler bu cesareti nereden buluyor?
 
Daralan Siyaset, Yok Olan İzan
Birbirinden kopuk gibi gözüken bütün bu gelişmeler, Türkiye’de siyasal alanın tahrip edilmesinin sonuçları. 28 Mart seçimlerinde seçmenin büyük bir teveccüh gösterdiği AKP’nin öncelikli gündem maddelerinden biri Türkiye’de siyasetin restorasyonu olmalı. 12 Eylül ile birlikte başlayan süreç tepkisizlik kadar ilkesizliğin de yolunu açtı. Toplumsal hafızanın uğradığı erozyon da bu tabloda büyük yere sahip. Banka ihalesine fesat karıştırdığı gerekçesiyle açılan gensoru sonucunda düşürülen bir başbakanın sadece 6 ay sonra başbakan yardımcısı sıfatıyla yeniden hükümette yer almış olmasının kolay anlaşılır bir yanı yok.
İçişleri Bakanı bulunduğu dönemde, katliam sanığı olarak hakkında gıyabî tutuklama kararı bulunan Abdullah Çatlı’nın gerçek kimliğini bildiği halde saklanmasına, çeşitli görevlerde çalışmasına, pasaport, silah taşıma ruhsatı gibi belgeleri sahte isimle almasına yardım eden bir siyasetçi var. Susurluk kazasıyla deşifre olan teşekkülde yer alan kumarhaneler kralı Ömer Lütfü Topal’ın öldürülmesi olayının sanıklarını koruyan ve salıveren de o. İstanbul DGM Başsavcılığı’nca yürütülen soruşturmada, suç işlemek amacıyla teşekkül oluşturma iddiasıyla, hakkında kamu davası açılan bu şahsın, Mehmet Ağar’ın şimdi DYP Genel Başkanı olarak oylarını %0,5 artırdığı için seçim zaferini kutluyor olması da bu bağlamda değerlendirilmeli.
Siyaset alanının restorasyonu hukuk devleti kavramıyla iç içe, kapsamlı ve sürekli bir politika olmak zorunda. Tutarlılık da bu zor sürecin olmazsa olmazlarından. İşkence sanığı olan güvenlik güçlerini mahkemeye getiremeyen bir siyasetin kendisini hiçbir zaman güvende hissedemeyeceğini unutmaması gerekiyor. Veya Hamas lideri Şeyh Yasin’in öldürülmesini değerlendirirken, devletlerin bu tür suikastler ve saldırılar yapmasının çok yanlış olduğu yönünde serdedilen görüşler ancak, 1990 sonrası dönemde devlet adına hareket etme iddiasıyla birçok yasa dışı eyleme karıştığı anlaşılanların üzerine gidildiği takdirde inandırıcılık kazanır. Eski PKK itirafçılarından olup, JİTEM’in 7 kişilik çekirdek kadrosunda yer aldığını ilan eden, ‘Şerif Aslan’ kod adlı Abdulkadir Aygan’ın faili meçhul cinayetlerle ilgili iddiaları basına yansımışken JİTEM diye bir birimin varlığını reddetmeye ısrarla devam eden resmî söylemi sürdürmek, karanlık geçmişle yüzleşmekten kaçınmak, gelecekte de benzer durumların ortaya çıkmasına sessizce rıza göstermek anlamını taşır. Siyaset zeminini tahrip etmek bu şekilde olur.
Böyle ortamlarda demokrasilere balans ayarı yapma kültürü, vatandaşları fişleme kültürü, evrensel insanlık değerlerini ve haklarını hiçe sayma kültürü, siyaseti yok etmek için bir araya gelen siyasî partiler kültürü gelişir. Ve böyle ortamlarda intihal yaptığı meslek örgütleri tarafından belirlenmiş rektörler savaş çağrısı yapabilirler.
Sözün tükendiği yerde kapanışı Murat Belge’nin sözleriyle yapalım:
“Böylece görmüş ve öğrenmiş oluyoruz ki, bu ülkenin ‘müesses nizam’ına göre kamusal alana başörtüsü girmez, ama üniversite denen kamusal alanın tepesinde, örtüsüz başının içinde bu düşünceleri taşıyan adam rektör olabilir! Kemal Alemdaroğlu’nu birçok şeyle suçlayabiliriz: İntihalinin yanı sıra, faşistlikle, hukuk tanımazlıkla vb. Ama kişiliğini ve düşüncelerini saklamakla suçlayamayız. Tam tersine, gururla ve kıvançla sergiliyor bunları. Ve Kemal Alemdaroğlu ‘tepeden inmeci’ denebilecek bir siyasi kültüre sahip olabilir. Ama Kemal Alemdaroğlu bulunduğu yere ‘tepeden inme’ gelmedi; İstanbul Üniversitesi’nin onca profesör ve doçentinin oylarıyla -ve yeniden- seçilerek geldi. ‘Müesses nizam’ bu oldukça; andıçından fişine, Susurluk’undan rektörüne, toplumun ‘norm’unu bu zihniyet ve uygulama kurdukça, bu toplumun alemdarı da ancak Kemal Alemdaroğlu olur. ‘Müesses nizam’a ve koruyucularına armağan olsun.”

Paylaş Tavsiye Et
Türkiye Siyaset
DİĞER YAZILAR