Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (June 2004) > Söyleşiyorum > Ömer BOLAT: “KOBİ’ler ekonominin belkemiğidir”
Söyleşiyorum
Ömer BOLAT: “KOBİ’ler ekonominin belkemiğidir”
MÜSİAD Genel Başkanı
Söyleşi: Yalçın Çetinkaya
26 şubesi ve 2150 üyesi ile Anadolu işadamlarının sesi MÜSİAD, 14’üncü yılını yeni bir başkanla kutladı. 11 yıldır dernek bünyesinde çeşitli görevlerde bulunan Dr. Ömer Bolat’la göreve gelişinin ardından bir söyleşi gerçekleştirdik. Hakkı önceleyen vizyonu, özgürlüklere vurgu yapan misyonu ve ISO 9001 kalite belgesi ile MÜSİAD’ı üç kelimeyle anlatmak mümkün; “Hak, özgürlük, kalite”. Medeniyet geleneğimizin üç sacayağından biri olan adil tacir modelini hayata geçirme çabası, değerlerle yüklü ekonomik faaliyeti gerektiriyor. MÜSİAD’ı özgün kılan da bu. Ömer Bolat’la işadamı-siyaset ilişkisinden AB ve Kıbrıs’a, uygulanmakta olan ekonomik programdan KOBİ’lerin sorunlarına kadar geniş bir çerçevede konuştuk. Bolat; istihdamın % 61’ini, üretimin % 38’ini gerçekleştirdikleri halde finansman kaynaklarından aldıkları pay %5’i bile bulmayan KOBİ’lerin Türkiye’nin dinamik gücü olduğuna ve 2023’te dünyanın ilk on ekonomisi arasına girmek istiyorsak reel sektörü öncelememiz gerektiğine dikkat çekti ve ekledi: “KOBİ’ler ekonominin belkemiğidir.”
 
Son genel kurulda, Sayın Ali Bayramoğlu’ndan sonra MÜSİAD’ın 3. Dönem Genel Başkanı seçildiniz. Siz, daha önceki genel başkanlardan daha genç yaşta MÜSİAD’ın başına geçtiniz ve kurumda da 11 yıllık tecrübeye sahipsiniz; MÜSİAD’ın her şeyini çok iyi biliyorsunuz. Hedefleriniz neler?
Ömer Bolat: 1993 yılında MÜSİAD camiasına katıldım ve genel sekreter olarak göreve başladım. Daha önce 11 yıl boyunca İktisadi Kalkınma Vakfı’nda uzman olarak çalışmıştım. Uluslararası İlişkiler ve Avrupa Birliği konularında hem eğitim, hem de meslekî olarak ihtisas yapmıştım. Yedi yıl süreyle Genel Sekreter, dört yıl süreyle de Yönetim Kurulu Üyesi/Genel Başkan Yardımcısı sıfatlarıyla MÜSİAD’a hizmet ettim. Bu yılki seçimlerden önce MÜSİAD Yönetim Kurulu içinde, Anadolu şubelerinin, komisyon ve komitelerin yönetimleri ve MÜSİAD Yüksek İstişare Heyeti’yle yapılan istişareler neticesinde, başkanlık görevini yürütebilecek nitelikte birçok arkadaşımızın ismi gündeme geldi. Ancak arkadaşlarımızın çoğu benim ismim üzerinde mutabık kaldılar ve ben de bir ekip çalışması ile MÜSİAD’a yeni dönemde başkanlık görevini üstlenmeyi kabul ettim.
 
MÜSİAD’ın, adeta TÜSİAD’a karşı oluşmuş bir “muhafazakâr işadamları dayanışması” olduğuna dair kanaatler yaygındı. Siz MÜSİAD’da on bir yıl görev yapmış bir kimse sıfatıyla bu kanaatleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Ciddiye alıyor musunuz bu kanaatleri?
MÜSİAD, 1990 yılında kuruldu. Özal’ın başlattığı “Ekonomide serbestleşme ve dışa açılma süreci”nin ortaya çıkardığı binlerce yeni müteşebbisin, -ki bunların büyük bir çoğunluğu Anadolulu ve muhafazakâr eğilimleri olan insanlardı- ihtiyaçlarına cevap veren bir kuruluş olarak doğdu.
 
Bu ihtiyaçlar neydi?
Ticaret ve sanayi odaları yarı resmi kuruluşlardır; üyelik de mecbur tutulmaktadır. Ancak 1980’li yılların “serbestleşme” ortamında Türkiye’de gönüllü teşekküller ön plana çıkmaya başladı. Üyelik zorunluluğu olmayan, üye olanların ise, ait oldukları kuruluşlara hizmet vermeyi adeta bir vicdanî yükümlülük olarak kabul ettikleri bir tür sivil toplum kuruluşuydu bunlar. 1971 yılında kurulmuş olan TÜSİAD, İstanbul merkezli üye yapısı ile büyük sermaye ve büyük holding çıkar dayanışmasını andıran bir kuruluş görünümü arz ediyordu. Dolayısıyla, Türkiye ekonomisinde giderek hissedilir biçimde yer almaya başlayan ve birçok ortak paydada birleşen bu yeni müteşebbislerin aradıkları ortam olmaktan da uzak görünüyordu. Aradıklarını TÜSİAD’da bulamayacaklarını düşünen Anadolu’nun bu yeni müteşşebisleri, bir güç birliği oluşturmak amacıyla MÜSİAD’ı kurdular ve MÜSİAD, kısa sürede Anadolu’da benimsendi. Merkezi İstanbul olmakla birlikte üyelerinin üçte ikisi Anadolu’dadır MÜSİAD’ın. 27 vilayette şubeleri olan bir kuruluşuz. Toplam 2150 üyemiz var. Bunların 700 tanesi İstanbul’da; 1450 üyemiz ise Anadolu’nun 27 vilayetinde bulunuyor. Üyelik hususunda oldukça temkinli ve seçici davranıyoruz. Biraz rahat davransak, 81 vilayette şube kurmamız mümkün. Fakat MÜSİAD’ın ISO 9001 standartlarına göre profesyonelce çalışan, kurumlaşan bir yapısı olduğu için, belirli şartlar ve kriterler arıyoruz. Bu arada MÜSİAD’ın sadece Türkiye değil, bir dünya kuruluşu olması yolunda da ciddi çalışmalar yaptığımızı ifade etmeliyim. Bugün 25 ülkede kardeş kuruluşlarımız var. O ülkelerin kanunlarına göre kurulmuş, ama MÜSİAD’ı model olarak benimsemiş kuruluşlardır bunlar. Bu nedenle, MÜSİAD’ın aslında global bir kuruluş konumuna ulaştığını da söyleyebilirim.
 
AKP iktidarı ile birlikte, “konjonktürel talepler” ve MÜSİAD’a yeni katılımlar oldu mu?
MÜSİAD için çoğu zaman bazı konjonktürel yakıştırmalar yapılır. Buna benzer süreci biz Refahyol döneminde de yaşamıştık. O zamanlar, “MÜSİAD in, TÜSİAD out” denirdi; bugün de benzer şeyler söyleniyor. MÜSİAD’ın kuruluşundan bu yana Türkiye’de tam 13 hükümet değişti. Eğer hükümetlerin ömürlerine bağlı olarak ayakta duran bir kuruluş olsaydı, bugün MÜSİAD diye bir teşkilat olmazdı. Ülkesine , halkına hizmet eden, politik görüşlerinde halkın ve ülkenin menfaatlerini gözeten iktidarlar elbette uzun ömürlü olacaktır. Bizim buradaki pozisyonumuz şudur: MÜSİAD, hükümetlerin süresiyle ya da siyasi partilere yakınlığı veya uzaklığıyla değerlendirilebilecek bir kuruluş değildir. Temel düsturumuz; “siyasi partiler, bize ve görüşlerimize ne kadar yakınsa, biz de onlara o kadar yakınız. Bize ne kadar uzaklarsa, biz de onlara o kadar uzağız” şeklindedir. 3 Kasım Genel Seçimleri’nden sonra, MÜSİAD’a üyelik talebinde belirli bir artış oldu. Ancak, giriş aidatımızı dramatik bir şekilde yükselterek, bu tür konjonktürel taleplerin önünü kesmek istedik. Fakat gerçek manada hizmet etmek, bu camiayla bütünleşmek isteyen kişilere de kapımızı açık tutuyoruz. Üye sayımızda “normal oranda” bir artış olduğunu söyleyebilirim.
 
Sizden bir önceki genel başkan, Sayın Ali Bayramoğlu, AKP hükümetinin ekonomideki bazı uygulamalarına şiddetle muhalefet ediyordu, hatırlarsınız. MÜSİAD’ın ekonomide önerdiği çözümlerle hükümetin uygulama ve çözümleri arasında öyle derin uçurumlar, büyük farklar var mı gerçekten? Bu eleştiriler Sayın Bayramoğlu’nun kişisel eleştirileri miydi? Sizin döneminizde MÜSİAD’ın hükümetle mesafesi nasıl olacak?
MÜSİAD belirli ilke, kural ve kurulları olan; bu kurallara göre çalışan bir kuruluştur. MÜSİAD’ın bir Yönetim Kurulu var, Genel İdare Kurulu var, Yüksek İstişare Heyeti var, Anadolu şubelerinin yönetimleri var. Biz politikalarımızı ortak oluşturur ve şahsî görüşlerimizi değil, MÜSİAD’ın bir “kurum” olarak ortak bir şekilde oluşturduğu görüş ve düşünceleri kamuoyuna sunarız. Genel başkanlarımız bugüne kadar bunu yapmışlardır, ben de bunu yapacağım. Sayın Bayramoğlu, ekonomi alanında derin bilgilere sahip, sağlıklı analizler yapabilen, öngörüleri çok kuvvetli olan bir genel başkan idi. Ben kendisiyle 11 yıl boyunca zevkle çalıştım. Bu noktada mevcut hükümet, devraldığı ekonomik yapı ve program devam ederken ve bazı revizyonlar yaparken, MÜSİAD’ın ekonomi raporlarında ortaya koyduğu görüşlerin ve politikaların önemli bir kısmını programına koydu ve uygulamaya başladı. Ancak şu andaki ekonomik programın temel kurgusu, aslında bu hükümete de ait değildir. Daha önce İMF teknisyenleri ve sayın Kemal Derviş’in ekibiyle oluşturulan bir ortamda, şu anda uygulanan ekonomik programın temeli atıldığı için, bugünkü hükümet de bu temel kurguyu devam ettiriyor. Ancak buna reel sektör ve bazı sosyal alanlardaki iyileştirmelerle katkıda bulunmaya çalışıyor. Sayın Bayramoğlu’nun MÜSİAD Genel Başkanı sıfatıyla dile getirdiği hususlar arasında, yapılan iyi işlerin takdir edildiğini de sıkça görmekteyiz. Fakat bizim önerdiğimiz görüşler ve politikalarla uyumlu olmayan bazı uygulamalar için de, haklı eleştirileri vardı. Ancak belki bu eleştiriler bazen üsluptan, bazen de medyanın algılama ve aktarma biçiminden dolayı, kamuoyuna farklı dozlarda yansıyabiliyordu. Sayın Ali Bayramoğlu’nu Yüksek İstişare Heyeti üyeliğine seçtik. Kendisinin bilgi ve tecrübesinden mutlaka istifade edeceğiz. Biz yeni dönemde de ekonomi alanında MÜSİAD’ın doğru bildiği hususlara ters düşen uygulamalar gördüğümüzde eleştirilerimizi sürdüreceğiz.
 
MÜSİAD olarak AK Parti hükümetinin ekonomi uygulamalarını başarılı buluyor musunuz?
AK Parti hükümeti kendi özgün ekonomi programını uygulamıyor. Kemal Derviş’in koordinatörlüğünde Türk Hazinesi teknisyenleri ile İMF teknisyenlerinin hazırladığı bir stand-by programını kucağında buldu. Hükümet, 3 Kasım’da iktidara geldikten sonra başta yaklaşan Irak krizi olmak üzere, 12 Aralık AB Kopenhag Zirve Toplantısı’nda Türkiye’nin AB’den müzakere tarihi alması ve Kıbrıs’ın çözüme ulaştırılması konusundaki sıkıştırmalar dolayısıyla bu programda kapsamlı değişiklikler yapamadı ve mevcut programı reel politik olarak kabul ederek izlemeyi tercih etti. Aslında reel sektörün sorunlarını hafifletmeye ve özellikle sosyal alanda büyük zorluklar yaşayan başta emekliler, asgari ücretle çalışan işçiler gibi kesimlerin şartlarını bir nebze olsun iyileştirmeye çalışan önlemlerle takviye etmeye çalıştığını da görmemiz lazım. Gelinen noktada, o tarihten bu yana siyasetteki istikrar gibi ekonomide de bir iyimserlik havası söz konusu. Mesela iç borçlanma faizinin %65’den %23’e, enflasyonun %35’den %9-10’a inmesi, büyümenin %5,9 olarak gerçekleşmesi gibi olumlu göstergeler bu iyimserliğin işaretleri olarak göründü. Bu tablo karşısında genelde halkın güven ve umut olarak beklentilerinin devam ettiğini görüyoruz. İş dünyası da genel olarak bu iyimserliğini koruyor. Öyle görünüyor ki, hükümet 2004 yılı sonuna kadar geçerli olan stand-by programına sadık kalacak. Ancak bizce bu tabloda temkinli olunmasını gerektiren bazı olumsuz işaretler de bulunuyor. Mesela ekonomideki bu büyüme ve iyimserlik, her sektörde aynı değil. Otomotiv sektörü, dayanıklı tüketim malları, kahverengi eşya, elektrikli aletler, makine grubu sektörlerinde çok olumlu bir gelişme gözlenirken; inşaat, tarım, gıda, mobilya gibi sektörlerde hâlâ durgunluk hakim ve ciddi sıkıntılar yaşanıyor. Tekstil sektöründe, bastırılmış döviz kuru karşısında ya kârsız ya da zararına ihracat yapılıyor. Kısaca, dengeli bir dağılım gerçekleşmedi. Ümit ederiz ki bu alanda da göstergeler iyiye gitsin. Bunun yanında KOBİ’lerin düşük enflasyonlu süreçte uyum sağlama problemleri oldukça fazla. Artık %3-5’lik kâr marjlarıyla çalışma döneminde adaptasyon sorunu yaşanıyor.
 
Söz KOBİ’lere gelmişken, MÜSİAD’ın üye profili KOBİ’lerden ve Anadolu’daki büyük-küçük işletmelerden oluşuyor. Üyelerinizin problemleri neler ve bu problemlerin giderilmesinde yeni dönemde ne gibi uygulamalarda bulunacaksınız?
Hükümetin aslında reel sektörün sorunlarını çözme konusunda istekli olduğunu biliyoruz. Ancak uygulanmakta olan mevcut program gereği, ciddi sınırlamalar içindeler. Biz bu sınırlamaları aşmalarını hâlâ bekliyor ve istiyoruz. Türkiye ekonomisinin belkemiği KOBİ’lerden oluşmaktadır. İstihdamın %61’ini, üretimin %78’ini KOBİ’ler oluşturuyor. Bu aslında Almanya, Japonya, Kore, Tayvan gibi ülkelerde de bile böyle. Bununla beraber Türkiye ekonomisinde şu anda izlenen yolda büyük işletmelerin üretim ve ihracat bakımından oldukça rahat ve memnun olduklarını; buna karşılık KOBİ’lerin ise ciddi sıkıntılar içinde bulunduklarını görüyoruz. Her şeyden önce KOBİ’ler, ülkenin finans kaynaklarından istifade edemiyor. Toplam kredilerden aldıkları pay %2,5. Halk Bankası kredilerini de eklerseniz, bu en fazla %5 demektir. Diğer taraftan KOBİ’ler, bürokratik engellerden ve mahalli yönetimlerle yaşanan sorunlardan dolayı da muzdarip kuruluşlar. Özellikle son bir buçuk yıllık dönemde hükümetin KOSGEB aracılığı ile KOBİ’lerin ihracata ve AR-GE’ye yönelik bazı hamlelerini desteklemek amacıyla, ciddi ölçüde kaynak artırdığı gözlemlenmekle beraber, KOBİ’ler ekonomideki kurgudan ötürü gelişen ortamda ciddi sıkıntı çekiyor.
 
MÜSİAD’ın yeni başkanı olarak, yeni dönemde bu konularla ilgili neler yapmayı planlıyorsunuz?
Biz MÜSİAD olarak yeni dönemde her şeyden önce Türkiye’nin “ekonomik ve sosyal alanda bir dönüşüm” geçirmesi ve Türkiye’nin bir toplumsal kalkınma seferberliğine başlaması için çaba sarf edeceğiz. Türkiye artık “borçların sürdürülebilirliği” programından ziyade, büyümenin sürdürülebilirliği, istihdamın ve yatırımların artırılması, ihracat seferberliğinin daha da hızlandırılması gibi temel amaçları benimsiyor ve biz de bu amaçların gerçekleştirilmesi için çaba sarf edeceğiz. Bu dönemde artık Türkiye’nin 3 Kasım seçimleri sonrasında siyasette ve ekonomide yakalamış olduğu istikrar ortamının sonuç vermesini ve ekonomik dönüşüme yol açmasını sağlamaya çalışmalıyız.
 
MÜSİAD olarak sizin ne gibi çalışmalar yapacağınız da önemli.
Biz bu dönemde üye firmalara yönelik çözümcül, mikro proje ve araştırmaları artıracağız. Mesela düşük enflasyonlu ortamda çalışma konusunda firmalar çok ciddi uyum problemi yaşıyor. Bu konuda seminerler ve rehber kitapçıklar hazırlayacağız. Bütün Türkiye çapında KOSGEB gibi kuruluşlarla işbirliği yapacağız. Bunun yanında son on iki-on üç senedir Türkiye’de yüksek reel faizle yaşamaya ve semirmeye alışmış rant ekonomisine karşı mücadelemizi devam ettireceğiz ve artık Türkiye’nin yatırım, üretim ve ihracat kaynaklı bir ekonomik kalkınma modeline geçmesi için çaba sarf edeceğiz. Anadolu sermayesi içinde artık yeni şampiyonlar yetişmesini sağlayıp onları ön plana çıkaracağız. Üyelerimiz arasında kalite ve verimliliği artıran, yeni markalar oluşmasını sağlayan çalışmaları gerçekleştireceğiz. Dış gezilerimizde ve fuar çalışmalarımızda bu konuya sık sık vurgu yapacağız ve MÜSİAD’ın bölge ülkeleriyle olan ticaretini artırmaya çalışacağız. Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu ve Afrika ülkelerini hedef bölgeler olarak benimsedik. Gerek yurtdışı, gerekse yurtiçi fuarlarımızda bu bölgelere yönelik faaliyet içinde olacağız. MÜSİAD Uluslararası Fuarı ve Uluslararası İş Forumu’nu bu sene 15-19 Eylül tarihleri arasında gerçekleştireceğiz. Yurt dışından binin üzerinde alıcı işadamı bu fuar ve iş forumuna katılacak. Dış Ticaret Müsteşarlığı ve KOSGEB destekli olarak gerçekleştireceğimiz bu iki büyük organizasyon, işadamları arasında çok önemli bir ticari buluşmanın adresi olacak. Bu uluslararası iş forumu, aynı zamanda dünya Müslüman işadamları arasında da iki yılda bir gerçekleştirilen büyük çaplı bir buluşmadır; sorunlara ortak çözümler arama ve bir “güç birliği platformu” arayışının sonucudur. Yurt dışından şu ana kadar ulaşan teyitlere göre bu uluslararası foruma beş-altı İslam ülkesinden Dış Ticaret Bakanı gelecek. Biz bunun on bakana çıkması için çalışıyoruz. Yine MÜSİAD İşletme Okulu bünyesinde üye firmalara yönelik yönetim, ihracat ağırlıklı seminerler devam edecek ve işletmelere check-up uygulayarak onların sorunlarını teşhis ve çözüm reçeteleri sunma arayışı içinde olacağız.
 
MÜSİAD, hükümetin Kıbrıs politikalarını destekleyen bir görüntü veriyordu. Bildiğiniz gibi 24 Nisan’da adada bir referanduma gidildi. MÜSİAD, çıkan sonucu nasıl değerlendiriyor? Bu yeni durum MÜSİAD üyelerine ne gibi fırsat ve imkanlar sunabilir?
1 Mayıs 2004’te Rumlar “Kıbrıs Cumhuriyeti” adıyla tam üye oluyorlar. Bu durumda Türk tarafı ciddi bir sıkıntıyla karşı karşıya kalacaktı. Annan Planı, kuşkusuz bizim istediğimiz bir plan değil. Gönül isterdi ki KKTC’yi şu yirmi bir yıl içinde dış dünyaya tanıtmayı başarabilelim. Ama bu olmadı ve KKTC, dış dünya tarafından tanınmadı. Annan Planı ise, bu mevcut şartlarda ehven-i şer, yani kötünün iyisi konumunda idi. Çünkü 1 Mayıs 2004’ten sonra Kıbrıs, artık Birleşmiş Milletler sorunu olmaktan ziyade, bir Avrupa Birliği sorunu haline gelecekti. Bu durumda Yunanistan’ın ve Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla Rum kesiminin Türkiye’ye ve KKTC üzerine dikte etmeye çalışacakları formüllerden, planlardan ziyade Türkiye’nin ve KKTC’nin haklarını istediğimiz kadar olmasa bile, belirli ölçülerde koruyan Annan Planı, kötünün iyisiydi. Biz MÜSİAD olarak şunu istedik: İnşallah Türk kesimi evet, Rum kesimi de hayır der.
 
İsterseniz yatırımları konuşalım. MÜSİAD olarak KKTC’de ne gibi faaliyetler sürdüreceksiniz? Yatırımlarınız olacak mı, üyelerinizi Kıbrıs’ta yatırıma teşvik edecek misiniz?
Annan Planı gündeme gelmeden önce de 1,5-2 yıldır biz MÜSİAD olarak KKTC’nin bir serbest ticaret bölgesi olarak ilan edilmesini istiyorduk.
 
Bunun için Birleşmiş Milletler kararı da gerekmiyor değil mi?
Bunu KKTC hükümeti de deklare edebilir. Bunun yanında, orada eğitim alanında güzel bir know-how oluştu ve başarılı bir sektör çalışması gerçekleştirildi. Bu daha da geliştirilmeli. Yalnızca Türkiye’den değil, özellikle Orta Doğu ve Afrika ülkelerinden öğrenciler için de yeni yatırımlarla önemli bir cazibe merkezi haline getirilebilir KKTC. Orada sağlık turizmi geliştirilebilir. Bugün nasıl Londra, İsviçre, Cleveland, Houston gibi sağlık merkezleri varsa, KKTC de bulunduğu konum itibariyle çok iyi bir sağlık merkezi durumuna ulaşabilir. Biliyorsunuz, 11 Eylül’den sonra zengin Körfez sermayesinin Batı ülkelerine girişi sınırlandı. Vize problemleriyle karşı karşıyalar. Özellikle Arap ülkelerinin duyarlılıkları da göz önüne alınarak, KKTC, bu ülkelerin insanları için önemli bir turizm beldesi haline getirilebilir.
 
22 yıldır Avrupa Birliği üzerinde çalışan bir uzman olarak, Türkiye-AB ilişkilerinin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Referandum sonuçları, Türkiye’nin lehine bazı gelişmelere yol açabilir mi?
Referandum sonuçları, özellikle Türkiye’nin Aralık ayındaki AB Konsey Toplantısı’nda tam üyelik müzakerelerine başlaması için tarih alma umudunu artırdı. Bu noktada, tarih verilebileceğini düşünüyoruz. Türkiye, Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirme konusunda epey çaba sarf ederek, tarih almayı çoktan hak etti. Uyum paketleriyle demokratikleşme ve temel hak ve hürriyetler konusunda ciddi adımlar atıldı. Uygulamalarda da önemli ilerlemeler sağlandı. Esasında AB’ye tam üyelik için Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirmek yeterli. Burada Kıbrıs’ta çözüm konusunda Türkiye’ye “üstü kapalı” bir biçimde yeni kriter uygulanıyordu; bu kriter de aşıldı. Ancak, biz MÜSİAD olarak hep şunu savunuyoruz: Bir kere Türkiye, tam üyelik müzakereleri için tarih alsa bile, bu hemen tam üyelik anlamına gelmeyecek. AB çevrelerinde de gayet rahat ifade edilen görüş, bu sürecin en az 10-12 yılı bulacağı şeklindedir. Türkiye’de bir kısım çevreler AB’ye tam üyeliğe, Türkiye içindeki demokratikleşmenin ve temel hak ve hürriyetlerin genişletileceği endişesiyle karşı çıkarken, bir kısım çevreler de olaya Türkiye’nin sanki AB’den başka gidecek yeri yokmuş ya da AB, Türkiye için olmazsa olmaz ve tek alternatifmiş gibi bakıyorlar; ki her iki grup da hatalı. AB, Türkiye için çok önemli bir dış ticaret partneri. Ülkemizin dış ticaretinde ihracatta % 52, ithalatta ise % 46 gibi payı olan bir birlik. Biz AB’yi demokratik standartlar ve sosyal gelişme anlamında bir hedef olarak görüyoruz. Ancak Türkiye’nin kesinlikle bölge ve komşu ülkeleriyle, kendisinin stratejik olarak sahip olduğu bütün potansiyeli kullanarak çok yönlü bir dış ilişkiler yelpazesi içinde politikalarını sürdürmesi gerekmektedir.
 
Aralık ayı AB açısından da kritik bir dönüm noktası anlamı taşıyor olmalı.
Evet, gerçekten de önümüzdeki Aralık ayında AB tarihsel bir yüzleşmeyle karşı karşıya kalacaktır. Artık Kıbrıs konusundaki mazeret de ellerinden çıkmış oldu. Özal 14 Nisan 1987 yılında Türkiye’nin tam üyeliği için müracaatını yaptığında “uzun ince bir yol” tabirini kullanmıştı.
 
Fransızları “100 milyon Müslüman birden Avrupa’ya girecek” korkusu sardı ve bu gerekçeyle, Türkiye’nin AB’ye girişine muhalefet ediyorlar. Türkiye bu tür muhalefetleri nasıl aşabilecek? Ya da aşabilecek mi?
Türkiye’nin AB ile olan ortaklığı 45 yıla dayanıyor ve bu 45 yıl boyunca sayısız bahane uydurularak Türkiye’nin AB’ye girişi engellendi. Bunlar, Türkiye’nin yüksek nüfusu, bu nüfusun Avrupa’da işgal edeceği işgücü göçü tehlikesi, halkın %99’unun Müslüman olması, ülkenin farklı bir kültür ve medeniyetten geliyor olması, ekonomik azgelişmişliği, AB bütçesi için çok büyük bir mali yük oluşturacağı gibi saymakla bitmeyecek anlamsız nedenler. Bundan sonra da Kopenhag Kriterleri’nin yerine getirilmediği, temel insan hak ve hürriyetlerinin baskı altında tutulduğu gibi mazeretler beyan edildi. Bunların bazıları haklıydı; ama AB’nin genişleme sürecine baktığımızda, yani bir Yunanistan’a, bir İspanya-Portekiz’e, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine, Baltık ülkelerine, demokratik ve ekonomik gelişmişlik şartları Türkiye’den daha kötü olduğu halde tanınan tolerans, Türkiye’ye tanınmadı. Ama özellikle 11 Eylül hadisesinden sonra, güvenlik eksenli bir bakış açısıyla Türkiye AB için, İslam dünyası ile Batı arasında oluşan kutuplaşma ve çatışma riskini bertaraf edebilecek, adeta bir tür “tampon ülke” konumuna yükseldi ve itibarı arttı. Bu çerçevede 11 Eylül hadisesinden önce Müslümanlığımız AB’ye tam üye olmak için en önemli engel iken, bu dönemde Müslümanlığımız AB’ye üyelik konusunda avantaja dönüşüverdi.
 
Tekrar ekonomiye dönelim. İthalat ve ihracatta da büyük bir dengesizlik görünüyor. İthalatın böyle dolu dizgin gitmesi ürkütücü değil mi?
Doğru. Bastırılmış kur politikası nedeniyle ithalatta da çok ciddi bir artış söz konusu. Hatta ihracattan daha büyük bir artış var. 2003 yılında ihracatın %30, ithalatın ise %33,5 oranında artmasıyla birlikte, cari işlemler dengesindeki 6,6 milyar dolarlık açık, kaynağı belirsiz 5,2 milyar dolarlık girişle finanse edildi. Ama 2004 yılının ilk iki aylık verileri ihracattaki %23-24’lük artışa karşı, ithalatta da %39’luk bir artış olduğunu ve dış ticaret açığının ilk iki ayda %90 mertebesinde arttığını gösteriyor. Özellikle tüketim malları ithalatında %90’ların da üzerinde bir artış söz konusu. Ocak ayında cari işlemler, 783 milyon dolar açık verdi. Geçen seneyi 21,8 milyar dolarlık dış ticaret açığı ile kapatmıştık. Bu sene bu açık 30 milyar dolarlara yaklaşacak gibi görünüyor ki, cari işlemler dengesinde bu açık finanse edilebilirse ne âlâ. Edilemezse çok ciddi sıkıntı oluşturacak. Yani hükümetin kur politikasındaki yanlışı görmesi lazım. Yüksek Türk Lirası faizleri ile Merkez Bankası, Türk Lirasını oldukça değerli bir seviyede tutuyor. Merkez Bankası’nın enflasyonu indirmek için, kuru bu şekilde baskı altında tutmasıyla sıcak para girişinin devamını sağlamaya çalışması, ileride ciddi riskler oluşturabilir.
 
Borçlanma konusunda neler düşünüyorsunuz? Dış borç açısından dünyada 7. sırada yer alıyoruz.
Borçlanma konusu çok önemli tabii. İMF’nin programı, sürdürülebilir borçlanma kurgusu üzerine dayanıyor. Ama görüyoruz ki Türkiye’nin borçları artmaya devam ediyor. AK Parti hükümetinin 149 katrilyonla aldığı iç borç rakamı, Mart sonu itibarıyla 204 katrilyona ulaştı. Bu noktada, kamu bütçesine baktığımız zaman borçlarımızın en büyük kalemini öncelikle iç borçlanma yükü, faiz yükü, sosyal güvenlik açıkları ve kamu personel giderlerinin oluşturduğunu görüyoruz. Türkiye ekonomisinde kapsamlı yapısal bir reform gerçekleştirilmesi ve ekonominin bir dönüşüm projesiyle kalkınma atağına geçebilmesi için bu üç yaraya mutlaka neşter vurulması gerekiyor. İç borçlanmanın faiz yükünün ertelenmesi ve yeniden yapılandırılmayla hafifletilmesi; sosyal güvenlik alanında kapsamlı bir reform programının uygulanması ve kamu reformu ve yerel yönetimler reformuyla beraber, kamu personel reformunun da çıkarılarak daha etkin, daha verimli bir personel yapısının oluşturulması gerekiyor. Bu konularda AK Parti hükümetinin, iyimserlik rüzgarına fazla kapılmadan aksayan hususları görerek bunlara çözüm bulması, başarılarının ana göstergesi olacaktır.
 
Çok teşekkür ediyor, size yeni görevinizde başarılar diliyorum.

Paylaş Tavsiye Et