Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (July 2004) > Türkiye Siyaset > Büyük siyasi partilerin yükselişi ve düşüşü
Türkiye Siyaset
Büyük siyasi partilerin yükselişi ve düşüşü
M. Akif Kayapınar
TARİHSEL ve karşılaştırmalı bir bakış açısı ile okunduğunda, 28 Mart yerel seçimlerinin, son yarım yüzyılda Türk siyasetinin akış yatağını belirlemiş sosyo-kültürel döngüyü teyit eden bir tablo ile neticelendiği açıkça görülmektedir. Mutlak veya göreceli anlamda Türkiye’nin en çok oy almış partilerinin kısa sayılabilecek bir zaman zarfında siyaset arenasını terk etmeye yüz tutması, bu döngünün siyaset bilimi açısından patolojik yönünü teşkil eder. Her bir siyasi partinin kendine özgü ve arızî dinamiklerinin var olduğunu kabul etmekle birlikte, bir bütün olarak Türkiye siyaseti ve birbiri ardına tekrarlanan örnekler göz önüne alındığında, partilerin yükseliş ve düşüş serüveninde yapısal bir mekanizmadan söz edilebilir. Bu yapısal mekanizmayı teşkil eden unsurlar da, Batı’nın kendi tecrübesinin ürünü olan siyaset bilimi kitaplarından ziyade, Türkiye tarihinin sosyal ve kültürel kıvrımlarında aranmalıdır.
 
Osmanlı Mirası ve Merkez-Çevre Diyalektiği
Batı’daki muadillerinin aksine Türkiye’deki siyasi parti yapılanması sosyo-ekonomik temelli değildir. Başka bir ifadeyle, özellikle büyük partilerin tabanlarını belirleyen başat unsur gelir dağılımındaki farklılaşma olmadığı için partileri sağ-sol skalası bağlamında sınıflandırmak yanıltıcı olur. Nitekim, sol tandanslı olduğu düşünülen partilerin en çok oyu Türkiye’nin iktisadî açıdan en müreffeh bölgelerinden alması ya da sağ-sol skalasına göre solda kalan partilerin statüko taraftarı olmalarına karşılık, kitaba göre “muhafazakar” olması beklenen partilerin Türkiye’deki değişimin öncülüğünü yapıyor olması bu tasnifin ne kadar isabetsiz olduğunun bir göstergesidir.
Türkiye siyasetini anlama ve anlamlandırma noktasında, Şerif Mardin’in dile getirdiği ve sosyo-kültürel parametreler ekseninde tanımlanmış bir merkez-çevre diyalektiği, sağ-sol kutuplaşmasına nispetle daha açıklayıcı görünüyor. En başından itibaren Türkiye siyasetinin temel dinamiklerini belirleyen bu sosyo-kültürel yapının sosyal yönü klasik Osmanlı sistemine ve kültürel yönü de 19’uncu yüzyılda Batı ile hesaplaşma sürecinde filizlenen “modernleşme” ve “Batılılaşma” çabalarına kadar geri götürülebilir.
Bilindiği gibi klasik Osmanlı toplumu, aradaki geçişliliğin zayıf olduğu iki temel sınıftan müteşekkil idi. Bunlardan akademi, bürokrasi ve orduyu bünyesinde barındıran ‘Askeriye’ sınıfı siyasi idareyi, dolayısıyla merkezi temsil ederken, ‘Reaya’ toplumun geri kalan kısmını, yani çevreyi oluşturmaktaydı. Ne var ki, bazı sanat formlarındaki farklılaşma hariç, bu iki sınıf arasında kültürel ve düşünsel bir zıtlaşma yoktu. Hukuk ve meşruiyet açısından İslamî kültür, toplumun hakim unsuru olan Müslüman tebaa ile siyasi otorite arasında birleştirici bir işleve sahipti.
17’nci yüzyıldan itibaren, klasik toplum yapısını oluşturan iki sınıf arasındaki ayrışma zayıflamaya ve sosyal anlamda Reaya’dan Askeriye’ye sızmalar görülmeye başladı. Siyasi ve düşünsel anlamda merkezin, Saray’dan Bâbı Âli’ye kayması ile ilişkilendirilmesi gereken bu toplumsal dönüşüm imparatorluğun sonuna kadar yoğunlaşarak devam etti. Başka bir deyişle, merkez ile çevre ayrışması üzerine bina edilmiş toplumsal yapı gayri resmi bir şekilde yeniden üretildi. Ne var ki, Batı ile hesaplaşma sürecinde, merkezin “Batılılaşma” ve “modernleşme” çabaları merkez ile çevre arasındaki ortak kültürel paydanın giderek zayıflamasına ve nihayet gerilime dönüşmesine neden oldu. Bu açıdan, sosyo-kültürel anlamda, son dönem Osmanlısı ile Cumhuriyet arasında bir süreklilik mevcuttur. Yeni kurulan Cumhuriyet, fiilen var olan bu toplumsal yapıyı olduğu gibi tevarüs etti ve resmiyete dönüştürdü. Merkezin iradesinin vücut bulduğu hukuk ile çevrenin iradesinin vücut bulduğu meşruiyet, varlık ve bilgi düzlemlerinde, bir daha birleşmemek üzere birbirinden ayrıldı. “Yukarıdan aşağıya devrim” şeklinde de ifade edilen Cumhuriyet’in kuruluşu, bu açıdan bakıldığında, merkezin çevreyi kendi kültürel paradigması doğrultusunda dönüştürmesi anlamına gelmekteydi.
 
Merkez-Çevre Arasında Gerilmiş Partiler
Türkiye’deki siyasi parti sistemi de büyük oranda bu merkez-çevre diyalektiği bağlamında şekillendi. Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren, 70’lerdeki sapma hariç, CHP merkezin siyasi platformdaki temsilcisi oldu. Çevre ise, merkeze nüfuz etmenin en temel aracı olan ve mütemadiyen yükselen ve düşen irili ufaklı pek çok parti tarafından temsil edildi. Kabaca söylemek gerekirse; 1950’lerde DP, 1960’larda AP, 1970’lerde AP ve çevreye yaklaşan Ecevit’in CHP’si, 1980’lerde ANAP ve 1990’larda ANAP’a ilaveten DYP, RP, MHP ve DSP çevrenin mümessili oldu. Bugünlerde ise AKP’nin çevrenin sözcülüğünü üstlendiği görülüyor.
1950’den itibaren çevreyi temsil eden partilerin yükseliş ve düşüşü, Türk siyaseti hakkında bazı genellemelere izin verecek kadar düzenlilik arz eder. Bunlardan birincisi ve en önemlisi merkezin çevreye karşı kendini koruma refleksidir. Türkiye’deki demokratik süreci “ara rejim” haline getirecek kadar düzenli bir şekilde seyreden müdahaleler merkezin, çevrenin yükselişine verdiği bir tepkidir. Nitekim, 1960 müdahalesinin ardından çevrenin siyasi açıdan içine nüfuz edebileceği tek kurum olan parlamentonun siyasi sistem içerisindeki konumu ve fonksiyonunun daraltılması ve diğer kurumlarla dengelenmesi bu kaygının bir ürünüdür.
İkincisi, ne zaman merkez çevrenin siyasi yükselişini demokrasi dışı süreçlerle kesmeye kalktı ise çevrenin tepkisi de o derece gür ve yekvücut olmuştur. 27 Mayıs sonrası halkoyuna sunulduğunda, hiçbir örgütlü muhalefet olmamasına rağmen, Anayasa’ya verilen ret oylarının çokluğu ve AP’nin güçlü bir şekilde meclise girmesi, 12 Mart’tan sonra çevreye göz kırpan CHP’nin ve AP’nin oylarının yüksekliği, 1980 müdahalesinin ardından ANAP’ın büyük bir oy oranıyla parlamentoda temsil edilmesi ve 28 Şubat sürecinin akabinde AKP’nin tek başına hükümeti kuracak kadar oy alması çevrenin merkeze cevabı şeklinde okunabilir.
Sonuncusu da, çevreyi temsil eden partilerin yükseliş ve düşüşüdür. Türkiye’de siyasi partiler merkezi temsil eden hukukilik ile çevreyi temsil eden meşruiyet arasında gerilmiş kaygan bir zeminde varlıklarını sürdürmek zorundadır. Bir siyasi parti çevreye yaklaştığı oranda oy oranını artırırken, merkez nezdindeki hukukiliğini yitirir. Merkeze yaklaştığı oranda da sistemdeki yerini kuvvetlendirirken çevre nazarındaki meşruiyetini kaybeder. 1950’lerde DP’nin ve 1997’de RP’nin merkeze kaymaya direnmeleri askerî müdahale ile son bulmuştur. 1980’lerden itibaren ANAP, DYP, DSP, ve MHP iktidarda bulundukları sürece çevreden uzaklaşıp merkeze yaklaşmışlar; bu oranda da oy tabanlarını kaybetmişlerdir. Burada genel kaideye uymayan ve 1960’ların başından 1980’lere kadar siyaset sahnesinde kalmayı başaran AP’nin durumu ise, çevre ve merkez arasında hassas bir denge politikası gütmeyi başaran Süleyman Demirel’in şahsiyetiyle alakalıdır. Nitekim, 28 Şubat sürecinde cumhurbaşkanlığı makamında bulunan ve dolayısıyla da popülist olma ihtiyacı hissetmeyen Demirel’in halk nezdindeki meşruiyetinin iyice zayıflaması, onun merkezle kurduğu güçlü bağın çevre tarafından fark edilmesinin bir işaretidir.
Tüm bunlardan çıkarılması gereken ders ise şudur: Ekonomi ve dış politikada son zamanlarda görülen sıcak gelişmeler Türkiye’nin gerçek ve değişmez gündemini gölgede bırakmış gibi görünse de, AKP’nin akıbeti onun merkez-çevre oyununda takınacağı tavra bağlıdır.

Paylaş Tavsiye Et