Çeviriyorum
Türkiye’de dört siyasi mahkum serbest bırakıldı / Georgiy Stepanov, İzvestiya, 12 Haziran 2004
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
Geçmişte milletvekili olan dört Kürt siyasetçi Orhan Doğan, Hatip Dicle, Selim Sadak ve Saharov Barış Ödülü sahibi Leyla Zana on sene hapis yattıktan sonra Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin 1994’te çıkardığı mahkumiyet kararını iptal etmesinin ardından serbest bırakıldı. Kürtlerin haklarını savunan dört siyasetçi, Abdullah Öcalan’ın başkanı olduğu Kürdistan İşçi Partisi’ne mensup olmakla suçlanıp 1994’te 15 sene hapis cezasına çarptırılmıştı.
Dört Kürt siyasetçinin serbest bırakılması, tüm kamuoyunun dikkatini bu olayın üzerine çekti. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 1994’te verilen mahkumiyet kararının adil olmadığını iddia etmesi üzerine 21 Nisan tarihinde mahkeme bu davayı tekrar ele aldı; fakat daha önce verilen mahkumiyet kararını onadı. Kürt siyasetçilerle ilgili davanın tekrar duruşmaya açılması, Türkiye’nin üyelik hayalini kurduğu Avrupa Birliği’nin isteği üzerine gerçekleşti. Brüksel, Leyla Zana ve dava arkadaşları ile ilgili gelişmelere bakarak Türkiye’de insan haklarına riayet edilip edilmediğine karar veriyordu. Nisan ayında, dört mahkumun serbest bırakılma talebi reddedilince Brüksel bu durumu açık bir meydan okuma olarak algıladı. AB Parlamentosu Üyesi Luici Vinci “Bu durum, Türkiye’nin daha demokratik bir ülke olmasını isteyen Avrupa Birliği’ne açık bir hakaret niteliğindedir” ifadesini kullandı. Bu arada hapse girmesinden bir sene sonra Leyla Zana’ya Saharov Barış Ödülü’nü veren yine AB Parlamentosu idi.
Leyla Zana, Kürtlerin yasal haklarını savunan bir hareketin önderidir. 1991 yılında Zana, ilk Kürt bayan milletvekili oldu. Türkiye kanunları gereğince yeminini Türkçe yapan Zana, konuşmasını “Kürt ve Türk halklarının demokratik bir toplumda barış içinde yaşamaları için mücadele edeceğim” anlamındaki Kürtçe bir cümle ile bitirdi. İlerleyen zamanlarda meclisteki konuşmalarını yalnızca Kürtçe yapan Zana, TBMM toplantılarına Kürtlerin geleneksel sarığını takarak katılıyordu. Bu davranışından dolayı çetin bir tepkiyle karşılaşan Zana, “bölücü” ve “terörist” gibi suçlamalara maruz kaldı.
Tavsiye Et
Rus-Amerikan ilişkilerinde Çeçenistan sorunu / Nikolay Zlobin, Nezavisimaya Gazeta, 25 Haziran 2004
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
İnguşetya’da meydana gelen kanlı saldırı, ancak kısa bir süre için Amerika’nın gündemine girebildi. ABD kamuoyunun, Çeçen teröristlerin Moskova’da Dubrovskiy tiyatrosuna saldırıp yüzlerce rehine aldıklarında gösterdiği tepkiyi bu sefer göstermemesinin birkaç nedeni var. İlk olarak, Çeçenistan ve ona yakın bölgelerde yabancı basın mensuplarının yokluğu, olayların olduğu gibi aktarılmasını epeyce zorlaştırdı. Rus hükümeti, Çeçenistan sorununun Rus basınında fazla yer almamasına özen göstermekle yetinmeyip, bu konunun yabancı basına da kapalı kalması için uğraştı. Rusya’nın güneyinde meydana gelen olaylar Amerikan toplumunu yakından alakadar etmezken, Amerikan medyası güncel konular arıyor ve Çeçenistan savaşı gibi yıllardır süren bir sorunu bir tarafa bırakıyor. Amerika, İnguşetya’da meydana gelen olaylara terör saldırısı gözüyle bakmazken, olanları, askerleri, yerli hükümeti ve güvenlik organlarını hedef alan bir askerî operasyon olarak algıladı. Fakat Amerika’nın bu seferki tepkisizliğinin en önemli nedeni, ABD’nin ileri gelen siyasetçilerinin Çeçenistan sorununa alternatif bir çözüm önerememesinden ve hatta bu sorunla ilgilenmek istememesinden kaynaklanıyor. Bu durumda Amerika’nın Kuzey Kafkasya’ya yönelik somut bir siyasî stratejiye sahip olmadığını söylemek mübalağa olmaz.
ABD’nin dünyadaki her soruna çözüm üretmeye çalıştığını, bunun için yeterli maddi ve manevi güce sahip olduğunu düşünmek yanlıştır. Yine de Amerikan siyasetçileri dış politika çizgisini oluştururken birkaç kriteri göz önünde bulunduruyor. Bu kriterlerin ilki, Çeçenistan’da meydana gelen olayların ABD veya vatandaşları için ne derece bir tehlike oluşturduğudur. Çeçenistan savaşı Amerika için direkt bir tehlike oluşturmadığından, Çeçenistan olaylarına yerli bir sorun gözü ile bakılıyor ve her ne kadar göz ardı edilemese de, bu savaşın Amerika’nın acil müdahalesini gerektiren bir durum olmadığı ortada. İkinci kriter, Çeçenistan’daki gelişmelerin ABD’nin dünyadaki ağırlığını ve çıkarlarını stratejik açıdan ne şekilde etkileyebileceğinin hesaplanmasına dayanıyor. Bu durumda Çeçenistan savaşı Amerika için oldukça büyük önem taşımalı; zira bu savaş, Rusya’yı zayıflatan ve dünya çapında terörle mücadeledeki rolünü azaltan bir etken olabilir. Çeçenistan sorununun yokluğunda Moskova ABD’nin Irak’a yönelik siyasetini daha sert bir şekilde eleştirebilirdi. Bunun yanı sıra sıkı bir denetim olmadıkça Çeçenistan topraklarının teröristlerin saklanmasına ve yeni saldırılara hazırlanmasına müsait olduğunu göz önünde bulunduran Amerika, Rusya’nın Çeçenistan sorununu çözmek için başvurduğu yöntemlere göz yummakta. Fakat Amerika’nın Kuzey Kafkasya’ya yönelik somut bir stratejisinin bulunmaması, Rusya’nın Çeçenistan’da her istediğini yapabileceği anlamına gelmemeli. Savaş ve savaşın getirdiği güvensizlik, her geçen gün Rusya’nın dünyadaki prestijini azaltmakta ve Rus hükümetinin Çeçenistan sorununu çözmekten aciz olduğunu apaçık sergilemektedir. Bugün Rusya, ABD’nin başlatmış olduğu terörle mücadeleyi desteklemek suretiyle kendi iç meselelerinde sınırsız özgürlüğe sahip oldu; fakat Kasım ayındaki seçimleri John Kerry kazandığı takdirde ABD’nin Rusya’ya yönelik siyasetinin farklı bir şekilde gelişebileceğine dair işaretler şimdiden mevcut.
Tavsiye Et
Avrupa için ılımlı bir teklif / Lisbet Rausing, The Daily Telegraph, 20 Haziran 2004
İngiliz Basını
Çeviri: Ebru Afat
Avrupa’nın devlet başkanları Cuma günü, yeni bir ülke olarak algıladıkları Avrupa için bir anayasa taslağı üzerinde anlaştılar. Peki ama bizim için, yaratılan bu yeni ulus nedir? Bir eleştirmen kısa süre önce, eğer AB bir ülke olsaydı AB’ye katılmasına asla izin verilemeyeceğini belirtmişti. Ve tabii ki haklıydı.
Bizim demokratik, barışçı Avrupa’mız küçük bir mucizedir. Bundan böyle güya Giscard d’Estaing’in fikir eserinin koruyacağı Avrupa refah, demokrasi ve barışının güvenliğini yıllarca NATO güçleri, ABD cömertliği ve Anglo-Sakson değerlerinin sağladığı unutulmamalıdır.
Daha pratik sorulara dönelim. Sözgelimi İngiltere ve benim anavatanım İsveç’in idari gelenek ve politikalarını mesela İtalya ve Yunanistan’ınkilerle nasıl bağlantılandırabiliriz? Bu belki de sadece sevimli bir spekülasyondur; ancak Avrupa’nın yeni, kültürel açıdan da uygun bir biçimde bölümlere ayrılması gerekmez mi? Kanada ve ABD ile birlikte (Protestan Estonya da dahil olmak üzere) İskandinavya, Kuzey Almanya, Hollanda ve Birleşik Krallık’tan meydana gelen apaçık bir Atlantik İttifakı yok mudur? Cazibesi olacak ve belki de otoriter zihniyetli bir Katolik diyarı ile Slovenya, Çek Cumhuriyeti, İsviçre, Kuzey İtalya ve Avusturya gibi Alman nüfuzu altındaki Orta Avrupa ülkeleri olamaz mı? Litvanya ve Letonya’yı da kapsayan bir Büyük Polonya’nın doğal olabileceğini düşünmüyor musunuz? Bulgaristan, Beyaz Rusya ve Ukrayna istemeseler de, Büyük Rusya’nın parçası değil midir?
Balkanlar’ı çözmeyi okuyuculara bırakıyorum. Ancak burada ılımlı bir teklif var: Türkiye denilen, bir zamanlar Osmanlı’ya ait olan bu memleketlerle işbirliği yapmaktan memnun olacak önemli bir ülke de yok mudur?
Tavsiye Et
B planı / Seymour Hersh, The New Yorker, 28 Haziran 2004
Amerikan Basını
Çeviri: Ebru Afat
Haziran 2003’te, Başkan Bush’un Irak zaferini ilan etmesinden iki ay sonra, büyük ölçüde sakinleşen savaş kritik bir noktaya ulaştı. Savaşın en coşkulu destekleyicilerinden İsrail, Amerikan liderliğindeki işgalin yaz sonunda büyük bir isyanla yüzyüze kalacağı yönünde yönetimi uyarmaya başladı. Irak’taki İsrail istihbaratı, isyancıların İran ile Irak arasındaki korunmasız sınırdan geçen İranlı istihbarat görevlileri ile diğer yabancı savaşçılardan destek aldıklarını bildiriyordu.
Şiddetin artacağı uyarıları doğru çıktı. Ağustos başlarında işgale karşı isyan başladı. Avrupa, Orta Doğu ve ABD’de yaptığım bir dizi röportaj sırasında yetkililer bana, bu yılın sonunda Bush yönetiminin Irak’a demokrasi ve istikrar getiremeyeceği ve İsrail’in başka seçeneklere ihtiyaç duyduğu sonucuna vardığını söylediler. Bana, Başbakan Ariel Şaron’un hükümetinin, Iraklı Kürtlerle İsrail arasında uzun zamandır devam eden ilişkileri geliştirmek ve yarı otonom Kürt bölgesinde önemli bir varlık oluşturmak suretiyle savaşın İsrail’in stratejik pozisyonuna verdiği zararı en aza indirmeye karar verdiği anlatıldı. Kuzey Irak’ta şimdilerde sessizce çalışan İsrail askerleri ve istihbarat görevlileri, Kürt komando birliklerine eğitim veriyor ve İran ile Suriye’deki Kürt bölgelerinde örtülü operasyonlar düzenliyorlar.İsrail’in -eski bir İsrail istihbarat yetkilisi tarafından “B Planı” olarak nitelendirilen- Kuzey Irak’ta daha büyük bir ayak basma alanı elde etme kararı, İsrail ile Türkiye arasında gerilime sebep oldu; Türk siyasetçilerin sert açıklamalar yapmasını ve hepsi de önemli sayıda Kürt azınlığına sahip olan İran, Suriye ve Türkiye arasında yeni bir ittifakın kurulmasını tetikledi.
Eski bir İsrail istihbarat yetkilisi, geçen yılın sonlarından beri İsrail’in Kürt komando birliklerini, Mistaravim denilen İsrail’in en gizli komando birlikleriyle aynı yöntem ve etkinlikte operasyon düzenlemeleri için eğittiğini doğruladı. İsrail’in Kürtlere yardım etmesinin birincil amacının, Kürtlerin, Amerikan komando birliklerinin yapamadığı -düşman hatlarına sızma, istihbarat toplama ve Irak’taki Şii ve Sünni isyancıların liderlerini öldürme gibi- şeyleri yapmalarını sağlamak olduğunu söyledi: “Ancak gelişen Kürt-İsrail ilişkisi Türkleri çok öfkelendirmeye başladı. Türklere göre, Irak için eğitilen bu komandolar Türkiye’ye de sızabilir ve saldırı düzenleyebilirlerdi.”
Kürt komandaların eşlik ettiği bazı İsrailli görevliler, öncelikle İran’ın şüphelenilen nükleer tesislerini hedef alan alıcıları ve diğer hassas aygıtları yerleştirmek için sınırdan İran’a geçtiler. Eski yetkili; “Bak, İsrail daima Makyavelist bir yaklaşımla Saddam’a karşı denge unsuru olarak Kürtleri desteklemiştir. Bu reel politiktir” dedi ve ekledi: “İsrail, Kürtlerle bağlantı kurmak suretiyle İran, Irak ve Suriye’de gözlere ve kulaklara sahip oluyor.”
Suriyeli ve Lübnanlı yetkililer, Suriye’de Mart ortasında yaşanan ve Suriyeli Kürt muhalifler ile ülkenin güvenlik birimlerinin çatıştığı, en az otuz kişinin öldüğü bir dizi şiddet gösterisinde, İsrail istihbaratının rol oynadığına inanıyor. Çatışmaların çoğu Suriye’nin Türkiye sınırındaki şehirlerde ve Irak’ın Kürt kontrolündeki bölgelerinde meydana gelmişti.
Kıdemli bir Türk yetkilisi; “Sonuç olarak ulaşacağınız nokta Irak’ın bölünmesi olursa, Orta Doğu’ya daha çok kan, gözyaşı ve acı gelecek ve siz de suçlanacaksınız” dedi: “Meksika’dan Rusya’ya herkes ABD’nin Irak’ta gizli bir gündemi olduğunu ileri sürecektir: ‘Oraya Irak’ı bölmek için gittiniz.’ Eğer Irak bölünürse, Amerika bunu dünyaya açıklayamaz.”
Tavsiye Et
Uluslararası konjonktürde geçici gelişmeler / Münir Şefik, El-Hayat, 16 Haziran 2004
Arap Basını
Çeviri: Hatice Boynukalın
Şu sıralar dünyada ve bölgemizde gerçekleşenlerin tamamı, yani ABD’nin diğer büyük ülkelerle olan ilişkilerinde beliren düzelme emareleri, Güvenlik Konseyi’nin aldığı 1546 No’lu karar üzerine oluşan ittifak, İsrail ve Mısır ilişkilerinde gözlemlenen yumuşama ve bu yumuşamanın akabinde görülebilecek olan mutabakat, anlaşma ya da ittifakların hemen tamamı geçici olmaya mahkum gelişmelerdir.
Kanaatimize göre bu gelişmelerin nedeni Bush yönetiminin izlediği siyasetin Irak’ta içine düştüğü zor durum ve Şaron’un stratejilerinin Filistin halkının kararlılığı karşısında yenilgiye uğramasıdır. Diğer taraftan büyük bir çoğunluk ABD’nin Irak’ta, İsrail’in ise Filistin’de kısmî olarak yenilgiye uğradığını düşünmektedir. Bu yüzden Bush’un aman dileyen eli -karşı taraftakiler bu gelişmeleri anlamayacak kadar saf olmadıkları halde- olumlu bir biçimde karşılık görmüştür. Hatta bu kişiler Bush’un yardım dileme nedeninin, bu ülkelerin desteğini alarak Irak üzerindeki hakimiyetini perçinlemek ve de yıl sonunda yapılacak seçim yarışlarında kendisini diğer ülkelerle olan dostane ilişkileri mahvetmekle suçlayan rakibi John Kerry’ye bunun aksini ispat etmek olduğundan belki de emindiler.
Az bir farkla aynı durumun Şaron’un yardım almak için uzanan elini tutmaya hazırlanan Mısır yönetimi için de söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Mısır Devleti Şaron’un, karşısında dimdik ayakta duran Filistin halkında bir zaafiyet gördüğü, Filistin’in güvenlik birimlerinde, bu birimleri halkın ve direnişin karşısına çıkarabilecek nitelikte bir düzenlemeye gidildiği veya Arafat’la Mısır’ın ilişkilerini sarstığı anda kendisinden vazgeçeceğini bilmektedir. Ancak Mısır’ın Şaron’la dansı Avrupa ve Rusya’nın ABD ile olan dansına, önemi ve neticeleri bakımından benzememektedir. Zira Mısır, direniş birimleriyle ve Filistin yönetimiyle ilişkileri çok iyi olan bir ülkedir. Bu yönüyle Mısır’ın, anlaşmazlıkların çözümünde aracı olduğunda yaptığı herhangi bir hata, Filistin için çok büyük bir risk taşımaktadır.
Tavsiye Et
Irk ve mezhepleri bir arada tutan bağ çözülürse daha kötü olaylar kapıda! / Fehmi Huveydi, Eş-Şark el-Awsat, 23 Haziran 2004
Arap Basını
Çeviri: Hatice Boynukalın
Irak’ta tüm bu olanlardan sonra anlaşılan şu ki daha kötüsü henüz yaşanmadı. Geçen hafta meydana gelen bir olay bunun örneklerinden birini teşkil ediyor. Şehrin güvenliğini sağlamak için ABD’li askerlerle işbirliği yapan Felluce Tugayı’na çadır götüren 6 genç, teslimatı yaptıktan sonra kendilerini “mücahitler” olarak tanıtan bir grubun saldırısına uğradı. İddialara göre sığındıkları polis merkezinden de yardım göremeyen bu gençler aşırı dinci olarak nitelenen din adamlarının eline teslim edildiler. Gençler için önce fidye talep edildiği, ardından da işkence edilerek öldürülmeleri konusunda fetva verildiği ve bu fetvanın uygulandığı söylendi. Hadiseden hemen sonra Bağdat’ın ortasındaki Firdevs Meydanı’nda toplanan bir grup Şii, öldürülen gençlerin fotoğraflarını taşıyarak Felluce’de gerçekleşen bu olayı protesto etti.
Saddam Hüseyin rejiminin yıkılmasından sonra Şiiler ile Sünniler arasında hassasiyet daha da arttı ve birtakım olaylar meydana geldi. Ancak olaylar hiçbir zaman patlama noktasına ulaşmadı. Her iki tarafta da mezhep çatışmalarının yalnızca işgalcilerin işine yarayacağı düşüncesi hakimdi. Ancak şimdiye kadar da cesetlerin parçalanması ya da fidye talep edilmesi gibi olaylara hiç rastlanmamıştı. Fetva verenler listesinde adı geçenlerden Abdullah el-Cenabi iddiaları tamamen reddetti ve böyle bir cinayeti asla kabul edemeyeceğini bildirdi. Polis merkezi yetkilileri de kendilerine yöneltilen suçlamalarla bir ilgileri olmadığını bildirdiler.
Dağıtılan bildirilerde kullanılan üslup ve olaylar hakkında ortaya atılan asılsız iddialar, aslında birilerinin kargaşa yaratma peşinde olduğunu kanıtlıyordu. Olay nasıl gerçekleşmiş olursa olsun, Irak’ta ortamı germek ve kargaşa çıkarmak için çabalayanların, Şii ve Sünni kartlarını oynayarak bu işi gerçekleştirme peşinde oldukları açıktır. Aynı oyunların Arap ve Kürtler üzerinde de oynandığını yakın zamanda yaşanmakta olan olaylar göstermedi mi?
Tavsiye Et
Türk sorunu / Thierry de Montbrial, Le Monde, 08 Haziran 2004
Fransız Basını
Çeviri: Hatice Dere
AB’nin üye sayısını 15’ten 25’e yükselten dördüncü büyüme hareketi 1 Mayıs’ta tamamlandı. Yakında üye sayısı 27’ye yükselecek olan AB’yi ifade etmek için bana, “bölünmeyi” hatırlatan heterojen kelimesini kullanmak, “birleşmeyi” çağrıştıran çeşitlilik kelimesini kullanmaktan daha doğruymuş gibi geliyor. Çünkü özellikle dinsel kökenleri farklı olan yeni üyelerin katılımıyla AB, uyumlu bir yapı olmaktan uzaklaşmış durumda.
Aynı durum, AB’ye üyeliği 1997’den beri her yıl Avrupa Konseyi’nin gündemine gelen Türkiye için de geçerli. Türkiye’nin katılımının bu heterojen yapıyı körükleyeceği inancındayım. Konsey, Türkiye’nin üyeliğine de, diğer üyelere uygulanan, Kopenhag’da belirlenmiş olan ve genel olarak demokrasi, hukuk devleti, insan hakları ve azınlıkların korunması üzerine dayanan kriterlere göre karar verecek.
Türkiye’nin erken üyeliğinin gündeme gelmesinden sonra İslamî değerler taşıyan AKP, bizim Hıristiyan Demokrat olduğumuz gibi kendilerinin de Müslüman Demokrat olduklarını gösterebilmek için ellerinden gelen her şeyi yaptı. Gözlemcilerin şaşırtıcı bir şekilde büyük çoğunluğu, Ankara’nın reformları hızla yerine getirdiği görüşünde. Bu bilgiler ışığında, nasıl oluyor da Avrupa, özellikle Fransızlar, Türkiye’nin üyeliğine karşı savaş açabiliyor? Aslında bu sorunun cevabını bir kelimeyle açıklamak mümkün: Korku. Türkiye korkutuyor; çünkü 70 milyonluk hâlâ büyüyen bir ülke, parlamentoda diğer ülkelere göre çok fazla üye sayısına sahip olabilir. Ayrıca Türkiye’nin Müslüman bir ülke olması ve 11 Eylül’den sonra İslam’ın korkutucu bir kimliğe bürünmesi de Avrupa’daki bu korkuyu açıklıyor. Hıristiyan olmayan bir laikliği kabul edememe de, bu korkuyu körükleyen etkenlerden biri elbette. Tüm bu kültürel ve ekonomik korkuların karşısında bize düşen, Avrupa’nın tanımını yapmak… Kriterler çok açık: Demokrasi, insan hakları, azınlıkları koruma, laiklik, güvenlik, ekonomik iyileşme. Türkiye’nin önündeki engeller belli: Demokrasi, azınlık hakları ve laiklik. Bakalım Türkiye bu şartları yerine getirdiğinde ne gibi mazeretler bulacağız?
Tavsiye Et
Bush’un burnu / Jean-Marcel Bouguereau, Le Nouvel Observateur, 17 Haziran 2004
Fransız Basını
Çeviri: Hatice Dere
11 Eylül saldırılarıyla yaralanan Amerikan kamuoyunda, Irak’ın işgali iki şekilde legal hale getiriliyor. İlk olarak Saddam Hüseyin’in Irak’ta depoladığına ve direkt olarak Amerika’nın güvenliğini tehdit ettiğine inanılan kitle imha silahlarının varlığı; ikinci olarak da ABD kamuoyunda çok yaygın olan, Saddam Hüseyin’in el-Kaide ile birlikte Dünya Ticaret Merkezi saldırılarının içinde yer aldığı düşüncesi. Fakat Irak’taki kitle imha silahlarının varlığının ABD yönetiminin bir uydurması olduğunun ortaya çıkması üzerine, Amerikan kamuoyunun Irak’taki saldırıları oturttuğu meşru zeminin bir ayağı kırılmış oldu.
11 Eylül saldırılarını araştırmakla görevli bağımsız kurulun Temmuz sonunda Bush’a sunacağı rapor, ABD yönetimine bir darbe daha vurmaya hazırlanıyor. Yetkili çevreler tarafından zamanından önce dünya kamuoyuna sızdırılan bilgilere göre, ABD’ye karşı düzenlenen 11 Eylül saldırılarında Irak’ın el-Kaide’yle birlikte yer aldığına dair hiçbir güvenilir delilin bulunmadığı ortaya çıktı. Bush yönetimi başından beri bu bilgiyi göz ardı etmişse, bu onların Irak’a saldırmak için bahane ürettiklerini gösterir. Bu, dünya kamuoyunun önünde Bush için daha çok yalan, daha fazla aldatmaca ve daha fazla kandırmaca anlamına geliyor.
Kasım ayından itibaren Amerikan askerleri Iraklı mahkumlara yaptıkları kötü muameleyle Amerika’nın gerçek yüzünü göstermiş oldular. Daha kötüsü, 2002 Ağustosu’nda Beyaz Saray’ın, hukuk danışmanlarından, yapılan işkencelerin sadece askerlerin iradelerinden çıkmadığını gösteren ve savaşta uygulanabilecek kötü muamelenin sınırlarına dair bir rapor hazırlamasını istediğini öğrendik. Irak’taki eski sorumlu general Karpinski’nin yaptığı açıklama ise kimseyi şaşırtmadı: “Bize verilen emir, mahkumlara köpekmiş gibi muamele etmekti.” Bush’un burnu tıpkı Pinokyo’nunki gibi dünyanın gözleri önünde uzamaya devam ediyor.
Tavsiye Et
Reform tiyatrosu / Amr Hamzawy, Die Zeit, 17 Haziran 2004
Alman Basını
Çeviri: Haşim Koç
Bir yıldan daha fazla bir zamandır Arap Müslüman dünyası için gökten reform çağrıları yağıyor. Bunların sonuncusu G-8 Zirvesi’nde yapıldı. Devlet ve hükümet başkanları ‘Yakın ve Orta Doğu ile Kuzey Afrika’nın ortak geleceği ve kalkınması için işbirliği’ önerisinde bulundular. Bu öneri Arap entelektüellerin, ticaret adamlarının ve sivil toplum kurumlarının reform anlayışı ile örtüşmekteydi. Bütün bu inisiyatiflerin ortak noktası, yaptıkları derin analizlerle Müslüman Arap toplumlarının siyasî, ekonomik ve kültürel sorunlarını etkileyebilmeleriydi. Ayrıca sorunların düzeltilmesi için dikkate değer reçeteler de sunuyorlardı.
Arap dünyasında reformlar ciddi zorluk ve direnişle karşılaşıyor. Reform planları hep boş konuşmalarla nihayete eriyor. Bunun nedeni ise, bölgedeki birçok insanın zihninde reformların inandırıcılığı ve yöneticilerin ciddiyeti konularında kuşkuların mevcut olması. Bu planların, Amerika’nın Irak’taki ve Filistin’deki demokratikleşme çabalarını meşrulaştırma gayesiyle öne sürüldüğüne inanılıyor. Daha etkili olan ise, uzun zamandır devam eden ve Batı baskısıyla yapılmaya çabalanan demokratikleşme hareketinden hiçbir sonuç elde edilememesi.
1970’li yıllardan beri Orta Doğu’nun modernleşmesi ve liberalleşmesi sürekli olarak konuşuluyor. Mısır, Ürdün ve Fas’ta tam manasıyla bir demokratikleşme tiyatrosu oynanıyor. Parlamento seçimleri, sivil toplum faaliyetleri, yurtdışından finanse edilen demokrasi programları devletçe arzulanan şovun unsurları arasında yer alıyor. Basın konferanslarının sonunda daima, “iyi yönetim” ve “katılım olanakları” konusunda olumlu beklentilerden bahsediliyor.
Yöneticilerin Sessizliği
İkinci bir açmaz, yönetici elitlerin donukluğunda mevcut. Kesinlikle ciddi bir demokratikleşme hareketine ilgileri yok; çünkü bunun güç kaybı anlamına geleceğini düşünüyorlar. Bu nedenle de reform hareketlerini engelliyorlar. Güçlerinin küçük bir kısmını dahi kaybetmeye tahammülleri yok. Vatandaşlarını hep reformlar üzerine tartışmaya itip, toplumun reform programlarına alışmasını istiyorlar. Bu da reformların bürokratikleşmesine yol açıyor. Bu sayede ülkeyi modernleştirmek ve iktidardaki partinin yapısını yenilemek isteyen teknokrat çekirdek elit kadro oluşuyor.
Gerçek demokratikleşme yolundaki üçüncü engel ise demokratikleşme için çabalayan güçlü ve bilinçli grupların yoksunluğu. Sözde aslan kesilen siyasi partiler ile daha fazla demokrasi için çalışan ve özgün söylemler üreten sivil toplum kuruluşları, maalesef vatandaşları harekete geçirme ve hakiki bir reform ortamı üretme gücüne sahip değiller. Tam aksine toplumdan tamamen ayrı durumdalar ve devlete gittikçe entegre oluyorlar. Reform için hiçbir toplumsal baskı da bulunmamakta.
“Biz Kendi Yolumuzu Çiziyoruz”
Dördüncü problem ise, demokrasiyi isteyen orta tabakanın eksikliği. Arap ülkelerinin çoğu 1980’li yıllardan itibaren yaşam alanlarının İslamlaşması süreciyle karşılaştılar. Bu esnada demokratikleşmeden ziyade otantik olandan ve asıllara geri dönüşten söz edildi. Kültürel farklılık ve ümmetin tarihsel özgünlüğü tartışmayı belirlemişti. Yönetici elitler de bu tartışmalara uygun olarak, her yere uyan şu sloganı geliştirdi: “Biz kendi yolumuzu çiziyoruz.”
Batı kendi ihtiraslı planları için toplumda kökenleri olan ve geniş bir kitleyi harekete geçirebilecek ortaklara ihtiyaç duymakta. Aslında böyle gruplar mevcut, ama onlar da çoğunlukla Batılı yönetimler tarafından yok sayılmaktalar: Ilımlı İslamcılar. Ama bu yok sayma dogması yavaş yavaş zayıflamakta. Fas’taki Adalet ve Kalkınma Partisi, Mısır ve Ürdün’deki Müslüman Kardeşler’den bazı gruplar ve yine Mısır’da henüz yasal olmayan Vasat Partisi gibi partilerin ciddi bir demokrasi algısı mevcut ve politik süreçte etkin olarak yer almak istiyorlar. Toplumun derinlerindeki kökleriyle de gerekli toplumsal baskıyı sağlayacak konumdalar.
Tavsiye Et