“GÖNLÜM yine bir gonca-i nazik tene düştü” ya da “My heart cries for you”. İkisi de aynı kapıya çıkmıyor mu? Birini Kâni Karaca’dan dinliyorsunuz; Şevk-u Tarab makamında, yürük semai usulünde ve III. Selim’in bestesi. Diğerini Ray Charles’tan dinliyorsunuz. Biraz caz, biraz blues. “Kalbim senin için ağlar.” Gönül, kalp… Ha Kâni Karaca dinlemişsiniz, ha Ray Charles. Sonuçta ikisi de aynı yere götürüyor dinleyeni, kalbin derinliklerine. Kâni Karaca’da da, Ray Charles’ta da her yol “kalbe” varıyor. Ray Charles için boşuna “Soul müziğin babası” dememişler.
Biri Adana’da dünyaya gelmiş, diğeri ise Amerika’da, Albany diye bir yerde. Ama aynı tarihte, 1930’da. Birkaç gün arayla farklı yerlerde öldüler. Biri İstanbul’da bir hastanede, diğeri Los Angeles’ta bir hastanede. İkisi de siyah gözlüklerinin arkasında derin, geniş, zengin bir iç dünya taşıyarak yaşadı. Maddi dünyaya, ışığa kapalı ama kalbe açık gözleri vardı ikisinin de, çocukken kaybedilmiş gözleri. İkisinde de müthiş bir ses, müthiş bir yorum kabiliyeti. Yaptıkları müzikler birbirinden çok farklı belki, ama yürekler aynı. İkisinde de, yoruma başladıkları anda coşan birer kalp. İnsana “bu iki gözleri kör ama kalpleri açık adam, sadece müzik için yaratılmış olmalı” dedirtecek cinsten olağanüstü bir doğaçlama kabiliyeti. “Allah gözden almış da kulağa ve sese vermiş” dedirten pırıl pırıl ses. Biri Türkiyeli, biri Amerikalı. Birbirlerini hiç görmediler. Hatta kendilerini de hiç görmediler. Biri çıkıp Ray Charles’a “Türkiye’de Kâni Karaca diye biri var, size çok benziyor” dese ya da biri çıksa Kâni Karaca’ya “Amerika’da Ray Charles diye biri var, size çok benziyor” dese, ikisinin de tebessüm ederek söyleyeceği şey herhalde şu olurdu: “Ya, öyle mi? Peki ben nasıl biriyim?”
Kâni Karaca ve Ray Charles, bana hep “birbirlerine çok fazla benzeyen iki müzisyen” gibi geldiler. Birbirine fiziksel olarak benzemeleri ve esmer yüzlerinin orta yerinde duran iri siyah gözlükleriyle değil sadece. Müziğe kendilerini verişleriyle, icra esnasında kendilerinden geçişleriyle. İzleyici karşısındaki duruşlarıyla. Sanatlarına olan bağlılıkları ve ciddiyetleriyle. Kendilerine olan inançları ve güvenleriyle. Etraftaki bütün sesleri keserek, dikkatlice kendilerini dinletebilme becerileriyle, insanı alıp başka alemlere yolculuğa çıkarabilme hünerleriyle. “İnsan sesi” denilen müthiş nimeti fark ettirebilmeleriyle. Ve daha birçok “üstün sanatçı” vasıflarıyla.
Konservatuarda öğrenci olduğum yıllarda Kâni Karaca okula gelir ve ders verirdi. Yanında vefakar hayat arkadaşıyla birlikte. Dimdik yürür, dik perdelerde dolaşır, sesiyle insanın yüreğinin en derinliklerine kadar iner ve varlığıyla ne kadar önemli bir müzik kültürüne sahip olduğumuzu hatırlatırdı. Türk müziği geleneğinin son büyük temsilcisiydi Kâni Karaca. Daha ilkokuldayken, aynı zamanda köy imamı olan öğretmeninden Kur’an’ı hıfz etti. Hafızlık, bir “Türk musikisi icracısı” için kuşkusuz önemli bir avantajdır. Merhum Bekir Sıdkı Sezgin, hafız olmasının Türk musikisi icrası konusunda kendisine çok şey kazandırdığını söylerdi her zaman. Aynı eğitim geleneğinden Kâni Karaca’nın da geçmiş olması, Türk musikisi eğitim geleneğinin şekli hakkında bize önemli bilgiler vermiyor mu?
1950 yılında Adana’dan İstanbul’a gelen Kâni Karaca, yine hafız Sadeddin Kaynak’tan üslup ve tavır öğrendi. Daha sonra da, üslup ve tavrından çok etkilendiği Yeraltı Camii İmamı ve Hatibi Hafız Ali Üsküdarlı’nın öğrencisi olarak, dinî musiki bilgisini derinleştirdi. Sadeddin Heper’den de kudümle usul vurmayı öğrendi. 1950’lerin İstanbul’unda, musiki geleneğinin son temsilcisi sayılabilecek müzisyenlerden meşk ederek olgunlaştı ve bildiğimiz, tanıdığımız “Kâni Karaca tarzı ve kişiliği” belirginleşmeye başladı.
Kâni Karaca, Türk musikisinin son yarım yüzyılda yetiştirdiği en önemli hafız ve mevlidhanlardan biri olarak anılacaktır. “İstanbul Kıraatı”nın son temsilcisi olarak Kur’an okuyuşundaki mükemmellik, doğaçlama icra sırasında perdeleri doğru basmak konusundaki hassasiyeti, onun ses kabiliyeti kadar almış olduğu musiki eğitiminin de seviyesini göstermektedir. Sadece, Sadeddin Kaynak’tan üslup ve tavır öğrenmiş olması bile, Kâni Karaca’nın günümüz Türk musikisindeki yerini anlamak için yeterlidir sanırım.
Yanlış bir ayırım olduğuna inanmakla birlikte, kullanmak zorunda kaldığım “dinî ve dindışı” musikinin tartışmasız en önemli seslerinden, yorumcularından biriydi Kâni Karaca. O, musikide tıpkı merhum Bekir Sıdkı Sezgin gibi “dinî” ve “dindışı” ayrımına pek itibar etmez, Türk musikisinin zaten ilahi menşe’li olduğunu kabul eder ve her iki tür musiki eserlerini icra ederken aynı titizliği, dikkati ve rikkati sergilerdi. Allah vergisi sesi, Amerikalı ve Avrupalı müzik eleştirmenlerinin de dikkatini çekmiş ve “efsanevi vokalist ve asrın en büyük sesi” olarak vasıflandırılmıştı bu eleştirmenler tarafından. (Hafız Burhan, müthiş sesiyle Beşiktaş’tan okuduğu sabah ezanını Üsküdarlılara dinletirmiş. Hafız Kâni Karaca, İstanbul’dan okuduğu ezan, mevlid ve gazeli Amerika’ya dinletti. Ne ses yarabbi!) Aynı kişilerin, benzer eleştirileri Ray Charles için de yaptıklarını belirtmek isterim.
Ray Charles da başka bir kültür aleminin var ettiği sıra dışı bir müzisyen. Sadece vokalist değil, aynı zamanda çok iyi bir piyanist. Belki de zenci olması, onun gospellarla büyümesini ve böylece blues, r&b (rhtyhm and blues: Bu müzik türü, Amerika’daki hemen hemen bütün siyah müzik türlerinin karışımından ortaya çıkmıştır. İlk dönemlerde sadece siyahların radyo istasyonlarında çalınırken, daha sonra yaygınlaşır) ve cazda bu derece ustalıklar sergilemesini sağlayan ana faktördür. Gospel üzerinde biraz duraklamak gerekiyor. Çünkü dinî içerikli, hatta tamamen dinî diyebileceğimiz bu müzikler, Ray Charles tarzının temel taşıdır ve onun müziğini biçimlendirir. Siyahların kiliselerinde ve siyah müzisyenlerce söylenen gospel, bir çeşit Afrika müziğidir ve ritme uyularak ellerin çırpılması ve ayakların yere vurulmasıyla icra edilir. Bazı araştırmacılara göre 19’uncu yüzyılın sonunda kurulan “Pentacostalis” ve “Hoolines” kiliselerinde, Afrika müziğinde el çırparak ve ayakları yere vurarak yapılan müzik, gospel türünün ilk örneklerini oluşturur. Gospel ve R&B birleşiminden ise, “Soul” müzik doğmuştur. Yani, varlığını Ray Charles’ta bulan “Soul.”
Müzik yazarı Orhan Kahyaoğlu, Ray Charles’ı anlatırken şunları yazıyor: “Ses ve üslubunda inanılmaz bir acı ve hüzün vardı. Siyah kültürünün dışlanmışlığı, ezilmişliği bu sesle simgelenmişti sanki… Şu fani dünyada yaşarken de, altı yaşından beri ‘karanlık’ta yaşıyordu. Bu durum onun, olsa olsa iç dünyasını daha da derinleştirmişti. Görülmeyeni duyumsuyor, hissediyor; sesine ve tuşelerine büyük bir yetiyle taşıyordu. İçindeki aşkın, tutkunun dışa vurumuydu Allah vergisi sesi.”
Bir Kâni Karaca ve bir de Ray Charles. Farklı kültürlerin iki ayrı ama birbirlerinden pek de farklı olmayan iki müzisyeni. Bu dünyadan, arkalarında hoş birer sada bırakarak geçip gittiler. Biri Türkçe söyledi, diğeri İngilizce. Galiba ikisi de “özde” aynı şeyi söyledi.
Cinuçen Tanrıkorur, Bekir Sıdkı Sezgin, Kâni Karaca, Ray Charles. Hepsi birer birer gidiyorlar. Ben de onları gönül defterime birer birer kaydediyorum. Arkalarından hüzünle bakarak…
Paylaş
Tavsiye Et