20’NCİ yüzyılın son çeyreğinde etkin akademik çevreler tarafından kullanılmaya başlanan küreselleşme konsepti, Soğuk Savaş sonrası dönemde hakim paradigmayı ifade etmeye başladı. Büyük güç merkezlerini oluşturan devletlerin modernist felsefe üzerine inşa ettikleri emperyalist söylem, çokuluslu şirketlerin ve (N)GO’lar gibi yeni aktörlerin doğmasıyla dönüşüme uğradı. Uluslararası sistemin temel aktörü bazı ulus-devletlerin milletler arası iktisadî sistem içerisinde kendi maliye, ticaret ve ekonomi politikalarını tek başına belirleme gücü fiilî olarak imkansız hale geldi. Bağımsız devletler oldukça karmaşık bir devletler arası örgüt ve küresel şirketler ağı tarafından uluslararası toplum içine dahil edildi. Buna paralel olarak merkezî devletler, siyasî ve iktisadî sistemlerini küresel paradigmaya göre yeniden kavramsallaştırmak zorunda kaldı.
Devletin kendi toprakları üzerinde kanun koyma, kendi sınırları dahilinde sosyal ilişkilerin üretimlerini düzenleyen kuralları belirleme ve vergi koyma hakkı gibi en temel haklarına, küresel düzenin yeni aktörleri çokuluslu şirketler ve uluslarüstü hükümetsel kuruluşlar ile sivil toplum kuruluşları tarafından müdahale edildi. Ulus-devletin büyüme, özelleştirme, maliye, çalışma, sosyal güvenlik ve dış ticaret gibi temel iktisat politikaları teknik olarak elinden alındı ve bazı ulusüstü kurumlara ve piyasalara devredildi. Böylece ulus-devlet tepeden ve tabandan aşındırılarak, yaptırım gücünü kaybetmiş bir ara örgüt haline dönüştürülme sürecine itildi. Oysaki önceden her bir ulus-devlet, DTÖ kurulana kadar kendi dış ticaret politikasını dış dünyadan bağımsız olarak kendisi belirliyor ve böylece iktisadî büyümeyi, kendi sermayesini güçlendirmeyi ve gerektiği zaman gümrük vergileri yoluyla belirli sektörlerin büyümesini teşvik edebiliyordu. Böylece bir büyüme stratejisi izlenebiliyordu.
Global ekonomik entegrasyon, klasik kapitalist dönemin bütün yapılarını ve aktörlerini daha sofistike ve albenili bir sisteme büründürürken, yeni kaotik düzenin kompleks yapısı içerisinde devlet, uluslararası ve ulusüstü kurumlar ile küresel şirketler karşısında bizatihi kendi vatandaşlarına karşı yükümlülüklerini ifa etme ve milli-yerel politikalar üretme iradesini kaybetti. Küreselleşme süreci ulus-devletlerin yetkilerine önemli ölçüde müdahale etti; geri kalmış devletlerin hareket alanını sınırlandırdı ve hükümetlerin rollerini değiştirdi. Çokuluslu firmaların ve ulusüstü kurumların faaliyetlerinin artması, devletin rolü ve işlevi üzerinde dönüştürücü etkiler yaptı.
Böylece dünya genelinde devletin temel fonksiyonu, yetmişli yıllardan sonra itici güç haline gelen serbest piyasa şartlarını ve gereksinimlerini yerine getirmek ve özelleştirme yoluyla kamunun yükünü azaltarak refah seviyesini artırmak oldu. Neo-emperyal devletlerde başlayan bu gelişmeler diğer gelişmekte olan ve geri kalmış ülkeler tarafından aynen uygulanmaya konulunca, söz konusu ülkeler yapısal geçiş krizlerinin yanı sıra güçsüz ve yetersiz milli sermaye girişimlerinden dolayı yabancı ve çokuluslu şirketler için rekabet yaşamayacakları bâkir ve verimli birer pazar haline geldiler.
Yeni ekonomik düzen, global işbirliği ağı içerisinde en az ulus-devletler kadar etkin, uluslararası sermayeye ve politikaya yön veren yeni aktörlerin işbirliği ile kuruldu. Bunun bir neticesi olarak, bir taraftan yaşam, üretim ve düşünce tarzını belirleyen ideolojik alan büyük oranda devletin elinden piyasalara kayarken, öte yandan ulus-devletin en önemli formu olan sosyal devlet artık fonksiyonelliğini yitirdi. Küresel piyasalar doğdu ve bu piyasalar, malların ve kültürlerin birlikte satıldığı alanlar haline geldi.
Jean Bodin’in tarif ettiği şekilde sivil toplumun ve kendi vatandaşının koruyucusu olarak tasarlanan egemen devlet biçimi, yerini bunlarla aynı konuma doğru gerileyen bir ulus-devlet anlayışına terk etti. Buna paralel olarak bizde Osmanlı’dan günümüze kadar uzanan “devlet baba” geleneği de dönüşüme uğramaya başladı. Artık vatandaşlarımız kanunî haklarını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi ulusüstü mahkemelerde arıyor.
Ulus Devletin Sonu mu? Yükselişi mi?
Küreselleşmenin dayatmalarına maruz kalmasına ve bir takım dönüşümlere zorlanmasına rağmen ulus-devlet hem ABD, Japonya ve AB’nin öncü ülkelerinin temsil ettiği neo-emperyal biçimiyle, hem de üçüncü dünya ülkesi ve gelişmekte olan ülke biçimiyle hâlâ merkezîliğini önemli oranda korumaktadır. Uluslararası iktisadî düzenin yeni aktörleri tarafından milli devletlere dikte ettirilen bu yaptırımların ulus-devletin sonunu getirdiğini ve devlete merkezîliğini kaybettirdiğini söylemek büyük yanılgı olur. Çünkü yalnızca uluslararası ilişkilerin ve uluslararası ekonomik düzenin temel aktörü olan “devletler” uluslararası sistem içerisinde anlaşmalar yapabilirler, asker bulundurabilirler ve çokuluslu firmaların haklarını arayabilirler. Bunun en güzel örneklerini “neo-emperyal devletlerin” yükselen ulusal gücünde görmek mümkündür. Şöyle ki bu devletler milli politikalarını, kültürlerini ve üzerinde made in USA, made in Japan, made in Germany v.s. yazan ürünlerini çokuluslu şirketler vasıtasıyla denizaşırı kıtalara taşıdılar. Hiçbir zaman bir ulusa ait olmayan, menşei belirsiz bir çokuluslu şirket kurulmadığı gibi, çokuluslu şirketlerin pek çok ülkede faaliyet göstermesi şirket genel merkezlerinin ABD, AB ve Japonya’da bulunduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Ayrıca ulus-devletlerin üstünde bir takım kuralları dikte ettirebilen uluslararası finans kuruluşları güçlerini ve finansal kaynaklarını bu devletlerden aldıkları gibi, kuruluşların karar mercilerinin ve aldıkları kararların bu devletlerle ve onları etkileyen çokuluslu şirketlerle yakın bağlantıları vardır. Çünkü uluslararası finans kuruluşlarının destek fonlarının çok büyük bölümü bu devletlerden gelir; bu kuruluşların yönetim kurullarında temsil de her bir devletin destek oranına dayanır. Onun içindir ki İMF ve Dünya Bankası’nı daima ABD’li ya da AB’li kişiler yönetir. Bu durum dünya çapında öteki ülkelerin tepkisini doğurmuştur. 2003 yılında DTÖ’nün Cancun Zirvesi esnasında gelişmekte olan devletlerin bazıları, neo-emperyal devletleri, yüksek oranlı tarım sübvansiyonları konusunda kendi üreticileri lehine karar aldırmaları dolayısıyla yoğun protesto ettiler ve geri kalan ülkelere yardım etmeyi, kalkındırmayı hedefleyen DTÖ ve BM gibi kurumları ikiyüzlülükle suçladılar. 2000 yılında ihracat satışlarına 15 milyar dolardan fazla finansman sağlayan ABD, ihracatı sübvanse eden ülkeler arasında Japonya, Fransa, Almanya, Hollanda, Kanada ve Güney Kore’nin ardından 7. sırada geliyor. Hem ABD hem de AB, rekabetçi olmayan sektörlerini daha etkin üreticilerden korumak için “anti-damping” kurallarını manipüle ederler. Bu bağlamda ABD ile AB arasında yıllardır süren “muz savaşları” ve “et savaşları” küreselleşme yoluyla “sınırların kalktığı bir dünyaya doğru” mitinin ne kadar gerçek dışı olduğunu gösteriyor. Kısacası uluslararası iktidar, ulusüstü varlıklarda değil, yine bu devletlerde temellenir. Yeni formuyla neo-devletçilik, bu devletlerin çokuluslu şirketlerinin “küresel yayılmasının” merkezî unsurudur.
Son olarak küreselleşmeye rağmen merkezîliği artan neo-emperyal devletlerin yanı sıra öteki ulus devletlerde de devletin merkezîliğinin arttığını söylemek yanlış olmaz. Zira, küreselleşmenin dikte ettiği serbest piyasa şartlarının azaltılması ile özelleştirme ve yapısal uyum politikalarının gerçekleşmesi için güçlü merkezî iktidarlara ihtiyaç vardır. Yapısal uyum politikalarının başarılı olması için malî destek veren uluslararası finans kuruluşları ve bu esnada o ülkede yatırım yapmayı düşünen çokuluslu şirketler ancak güçlü merkezî iktidarlarla bunu yapabilirler.
Paylaş
Tavsiye Et