Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2004) > Topluyorum > İran’da değişen, Türkiye’de değişmeyen ne?
Topluyorum
İran’da değişen, Türkiye’de değişmeyen ne?

 

Arkadaşlar, yoğun bir gündemle geçirdiğimiz Ağustos ayında topluYORUM’da neleri tartışmak istersiniz?
Olimpiyatları tartışalım. Dopingler, birçok ülkenin sporcularının başarı hırsıyla düştükleri durum ve insanlık dramları, sporcuları vatan hainliği ile suçlamaya varan histeriler, ‘beyaz Türkler’in kendilerine yakıştıramadıkları zavallı bir kadını linç iştahları… Çok şey var tartışılacak.
Ona gelinceye kadar neler var. Kamu reformunun veto edilmesi, Van vakası, yüksek yargı-istihbarat örgütü-mafya ilişkileriyle ortaya çıkan devlet içindeki yapılanma… Bu ayı devlet-toplum ilişkisine ayıralım.
Dosya konumuz da çok önemli.
Ama topluYORUM’da güncel gelişmeleri tartışıyoruz, biliyorsun.
Dosya konumuz İran. Bundan daha güncel gelişme olur mu? Hükümetin İran gezisi, ABD ve İsrail’in bu ülkeye yönelik iddiaları, Irak’taki Şiiler arasındaki gelişmeler hep İran’la irtibatlı.
Arkadaşlar, bence bundan sonra Aralık sonuna kadar en önemli gündem AB’dir. AB’yi tartışalım.
Bu dediklerinizin hepsi de önemli, ama dört sayfalık yerimiz var. Onun için ekonomik davranalım ve mümkün mertebe çok konuya değinerek bir ufuk turu yapalım isterseniz.
Güneş doğudan doğduğuna göre İran’la başlayalım. İran bana çok ilginç gelir. Çünkü coğrafî olarak bir geçiş ve sürekli değişim bölgesi olmasına rağmen, kültürel olarak yerleşik ve kalıcı bir karakteri var.
Doğru, dünyada böyle kalıcı olan bir Çin, bir de İran var herhalde. Mesela Türkler son 1500 yılda Orta Asya’da, Hindistan’da, Mezopotamya’da, Mısır’da, Anadolu’da, Avrupa’da devlet kurmuş; ama Çin ve İran 3000 yıldır yerlerinde duruyor.
Çin’in durumu anlaşılabilir; ne de olsa ondan öteye okyanus var. Ama İran Asya’dan Avrupa’ya geçen en önemli iki yoldan biri, bir geçiş bölgesi. ‘Kavimler Kapısı’ denilen Hazar’ın kuzeyi neyse, İran da aynı yolun güney güzergâhı.
Ama bir fark var. Kuzeye baktığımızda yerleşik kültürün etkisi yok denecek kadar azdır. İran ise öyle değil.
Nereden anlıyoruz bunu?
Şehirlerden. Yerleşikliğin, medeniyetin en önemli göstergesi şehirlerdir. Kuzeyde step kültürü hakimken İran’ın İsfahan, Şiraz, Merv gibi tarihî şehirleri var.
Peki güneyden, kuzeyden olduğu kadar çok geçiş olmuş mu tarihte? Kuzey biliniyor, ama ben bu güney geçişini ilk defa duydum.
Türklerin, daha doğrusu Oğuzların büyük kısmı İran’dan geçti ya!
Daha önce Ariler, Hititler ve Yunanlılar da, başka kavimler de oradan geçtiler. Üstelik tarihte İran’dan geçiş çok hızlı olmuş. Yerleşiklik buna rağmen sağlanabilmiş.
Hızlı geçişten kastettiğin nedir?
Selçukluların İran’a girişi 1035, yerleşmeleri Dandanakan Savaşı ile 1040’ta, Anadolu’ya girişleri 1071 Malazgirt Savaşı ile oldu; 10 yıl sonra ise İznik’e kadar uzandılar. Yani İran’ı bir uçtan bir uca 30-35 yılda kat ettiler.
Bak bu tespit ayın gündemi ile de uyumlu, 26 Ağustos’un yıldönümü.
Aslında geçiş veya köprü olarak biz Anadolu’yu bilirdik. Ama tabi, Anadolu’ya gelen yol İran’dan geçiyor.
Aslında Anadolu bir geçiş değil, bir konuş coğrafyası. Anadolu’dan başka yerlere geçiş pek yoktur. Hititler, Bizans ve Osmanlı gibi Anadolu’ya hakim olan gücün, stratejik gereklilikler sebebiyle batıya ve güneye yayılması gözlenir daha çok.
Peki bu hareketliliğe rağmen İran’a kalıcılık sağlayan nedir?
İşte İran’ı farklı kılan bu. İran’ın sınırları çok bellidir ve istikrarlıdır. Yalnız İran coğrafyası derken bugünkü Irak, Azerbaycan ve kısmen de Afganistan’ı da içine alacak şekilde anlamak lazım. Anadolu’dan bu yönüyle de ayrılıyor. Anadolu’daki hakim siyasî gücü Anadolu’yla sınırlamak mümkün değildir. Türk-İran sınırının neredeyse dört yüzyıldır değişmemiş olmasının gerçek sebebi İran tarafındaki istikrardır. İran’da yerleşik aslî unsur İran dışında çok tutunamaz. Çünkü kontrol altında tuttuğu bölgedeki kültürü tamamen dönüştürmesi gerekir. Nitekim Persler büyük bir hızla Akdeniz’e kadar gitti; ama Batı Anadolu’yu İranlılaştıramadığı için neredeyse aynı hızla gerilemek durumunda kaldı. Buna mukabil İran’dan geçen kavimler de ya İran kültürünün ve siyaset geleneğinin etkisi altına giriyor ve İran’a hükmediyor ya da bu birikimi özümseyemiyor ve bu durumda yok oluyorlar.
Biraz iddialı bir yargı değil mi bu?
Hayır. Bakın mesela Türkler ile Moğolları karşılaştırın. Türkler hem kültürden, hem siyaset geleneğinden etkilenmiştir. İran, Türklerin Şiiliği kurumsal bir biçimde benimsediği tek coğrafyadır. Anadolu ve Balkanlar’da Bektaşilik veya Alevilik şeklinde tezahürler varsa da bunlar kurumsal bir mahiyet arz etmez. Halbuki İran’da -tabi Azerbaycan ve Kuzey Irak’ı da dahil ederek- Türkler Caferî olmuş, Şiiliğin medreseli versiyonunu benimsemiştir. Yani aslında bu, Türklerin Şiileşmesi değil, İranlılaşmasıdır. Alparslan, Nizamülmülk’ü vezir yaparak devletini yerleşik İran siyaset kültürüne uygun bir şekilde kurumsallaştırmıştır. Bu gelenek Osmanlı’ya kadar uzanır. Moğollar ise etkileşime girememiştir ve ancak 80 yıl İran’da hükmedebilmiştir.
Vezirin adı bile düzeni ve istikrarı çağrıştırıyor.
Anlayış’ta bir yazıda, “İran’a giren Selçuklu’nun adı Alparslan iken, oğlunun adını Melikşah koydu” şeklinde bir yorum hatırlıyorum.
Bu çok önemli bir tespit. İran’ın, Türkiye ile birlikte İslam dünyasında sömürgeleştirilememiş iki ülkeden biri olmasını da böyle açıklayabiliriz. İşgal edilmiş ama sömürgeleştirilememiş. O kültürün yabancı unsurlara karşı direncini gösteriyor. Yine bunun gibi, İran İslam Devrimi’nin de İslam dünyasına yayılamamış olmasının altında bu özgün durum yatıyor olabilir.
Orada bence Şiiliğin etkisi daha fazla. İran Sünni bir ülke olsaydı etkileri daha farklı olabilirdi. Üstelik Devrim’i ihraç etme girişimleri hep Şii unsurlar üzerinden oldu. Bu ise dinî hassasiyeti fazla Sünni Müslümanlar üstünde olumsuz etki yarattı.
İşte benim dediğim tam da bu. Başka türlüsü mümkün değildi; zira İran’da Şiilikle İranlılık iç içe geçmiş ve Şiilik kurumsal bir mahiyet kazanmış durumda. Dönüştürücü, hatta yer yer dışlayıcı ama süreklilik arz eden kültürel yapının doğal bir sonucu.
Selçuklular, bildiğim kadarıyla, Abbasi Halifeliğini Şii olan Büveyhîlerin elinden kurtararak meşhur oluyor. Nizamiye medreseleri de yine Şii olan Mısır’daki Fatımî medresesi Ezher’e karşı Sünniliği savunmak için kuruluyor. Yani İran, tarihte Sünniliğin kalelerinden biri. Nasıl oluyor da Şii geleneği, hem de Türkler tarafından İran’a hakim oluyor?
İran’ın Şiiliği gerçekten önemli ve araştırılması gereken bir konu. Biraz spekülatif olacak ama ben bunu yine İran’ın kendine özgü şartlarıyla açıklıyorum. Şiilik İran’da, Zerdüşt diniyle Pers İmparatorluğu arasındaki ilişkiye benzer bir rol oynamıştır. Kolaylıkla benimsenmesinde de Zerdüşt öğretisi ile Şiilik arasındaki benzerlikler rol oynamıştır.
Yani Şiilik Zerdüştlükten esinlenilerek ve onun etkisiyle mi doğdu diyorsun?
Hayır. İslam medeniyetinin bütün unsurları özgünlük taşır. Sadece İran’da böyle kökleşmesini sağlayan tarihsel vakıaya işaret etmek istiyorum. Şiilik İslam dünyasının başka yerlerinde de var. Ama hiçbirinde, ne Lübnan’da ne Körfez ülkelerinde, İran’daki gibi kurumsallaşmış ve o coğrafya ile bu kadar özdeşleşmiş değil.
Peki bu özgünlüğü sağlayan ne?
İran’ın, tarihî süreklilik ile coğrafî istikrarın ürünü olan bir ülke olması. İran tarihinde geriye gittiğinizde, Perslere ve Medlere kadar adım adım izleyebileceğiniz bir sürekliliği bulmak mümkün. Bunu başka çok az ülkede bulabilirsiniz.
Niye? Mesela Türkiye’de de süreklilik var. Devlet yapısı, toprak düzeni, Cumhuriyet’ten Osmanlı’ya, oradan Bizans ve Selçuklu’ya kadar süreklilik taşıyor.
Ama işte bu sürekliliği daha önceye, mesela Hititlere kadar uzatamazsın. Ne etnik olarak, ne dil bakımından, ne kültür bakımından 1500 yılın öncesine gitmek mümkün değil.
Bu bana devrik Şah Pehlevi’nin, İslam öncesi dönemi ön plana çıkarmak amacıyla monarşinin 2500’üncü yıldönümünü kutlamasını hatırlattı. Bu görüş doğru olsa bile İslam Devrimi’nden sonra aynı ölçüde bir süreklilikten söz etmek mümkün mü?
Pehlevi’nin girişimi maksatlı ve manipülatif olabilir ama mesela aynı şey Türkiye’de de yaşandığı halde kimse Sümerler ve Hititlerle irtibat kuramadı. Bunlar sadece bazı kamu kurumlarının adı olabildi ve resmî söylemde kaldı. Halbuki bugün Firdevsi’nin Şehnâmesi’ndeki ruh hâlâ hissediliyor. Zerdüşt dininin iyilik tanrısı Hürmüz, Hinduluğun Avesta efsanesindeki Dahaka’nın İranî versiyonu olan ve Arap kimliğiyle özdeşleştirilen Dehhak’a karşı duran Feridun, Türkler ve şeytanlarla savaşan Rüstem sembolik değerlerini koruyor. Bu sözlerim İran’ın İslamî kimliğini önemsiz gördüğüm şeklinde anlaşılmasın. İslam’ın İran’a ilk girmesinde de, İslam Devrimi’nde de radikal kırılmalar ve dönüşümler yaşandı elbette. Ama İran’ın tarihî sürekliliği ve coğrafî yerleşikliğinin etkisinde, yerleşikliği ve sürekliliği koruyabilmek için adeta gizli bir bilinçle ortaya çıkan radikal kırılma, her seferinde eski paradigmanın unsurlarıyla bir sentez üretti.
Belki bu bakımdan Rusya ile bir benzerlik kurulabilir. Moskova Knezliği, Çarlık, Sovyetler ve bugünkü Rusya arasında ideolojik farklılık, yöntem ve biçim değişikliği olsa da bir süreklilik var.
Tabii Rusların tarihi en fazla 7-8’inci yüzyıla kadar gider ama İran öyle değil.
Evet. Öte yandan bu süreklilik ve yerleşiklik, daha önce sömürgeleşmeye dirençle ilgili olarak da söylediğim gibi, İran toplumuna bir özgüven katıyor. Dünya sistemine direnirken bile asil ve mağrur bir duruş var. Mesela Kaddafi’nin direnişi ile İran’ın direnişi çok farklı. Temelsiz ve çabuk kırılan bir direnç değil, ‘bu dalgalar gelir geçer ama İran hep vardır’ inancından kaynaklanan bir yapı var. Şah’ın sonunu hazırlayan da İran’ı Batılılaştırmaya çalışırken toplumun onurunu kırması, bu yapıyı anlayamaması oldu.
O zaman İran’ı belirleyen tarihî ve coğrafî süreklilik ile felsefî ve siyasî hareketlilik arasındaki ilişkidir diyebilir miyiz?
Dosyanın adı da çıktı herhalde; süreklilik içinde değişim…
Çok doğru. Bu tespiti bugüne taşıyacak olursak, uluslararası sistemin ve siyasetin böyle hareketli olduğu bir konjonktürde, İran’ın yerleşik yapısı ile bu hareketlilik arasında bir gerilim doğuyor. İran’da reformist diye adlandırılan unsurlar, hareketliliği İran’a taşıyarak yeni bir sentez oluşturmaya çalışırken, muhafazakârlar da İran’ın sürekliliğini ve istikrarını koruyarak hareketliliği dışarıda tutmaya çalışıyor.
Bir terslik olduğu kesin. 25 yıl önce dünya durağanken İran hareketliydi ve değişti. Bugün dünya hareketli ve değişiyor; İran sabit.
Hiç de sabit değil. Irak’a doğru gayet hareketli görünüyor.
Daha önce de söylemiştim; İran Mezopotamya’yı kendi parçası gibi görür. İran’ın nüfuz etmek istediği ve coğrafî bütünlüğü ile ters düşmeyecek alan güneyde Hint’e kadar Orta Asya’da Semerkant, Taşkent, Buhara’yı da içine alarak Tacikistan’a kadar uzanan bölgedir. Irak da böyledir. Asur ve Babil’den sonra Abbasilere kadar Mezopotamya merkezli bir devlet görülmez. Doğuda İran’dan, kuzeyde Anadolu’dan gelen akınlar buna engel olmuştur. Tarihte Anadolu’ya hakim olan siyasî güç ile İran arasındaki temel çatışma Mezopotamya üzerinde olmuştur.
İsterseniz biraz da ABD-İran gerginliğinden ve Irak sorunu bağlamında Türk-İran ilişkilerinden bahsedelim.
ABD merkezli uluslararası sistemin Orta Doğu’daki yapıyla ilişkisini, iç içe geçmiş üç üçgen olarak ifade edilebilecek üçlü dengeler diyalektiği çerçevesinde inceleyebiliriz. Dış üçgen Türkiye-Mısır-İran, iç üçgen Suriye-Irak-Suudi Arabistan ve en içteki de Lübnan-Ürdün-Filistin. ABD bu ilişkilerde bire karşı iki durumunda kalmak istemez. Bunlardan en önemlisi dış üçgendir.
Bu üçgenin tarihî derinliği de var, biliyor musun? Benzer bir üçlü diyalektiği Hitit-Mısır-Asur, Bizans-Selçuklu-Fatımî ve Osmanlı-Safevî-Memlûk ilişkisinde de görebilirsin.
O zaman İran Devrimi ile Türkiye’deki 12 Eylül darbesi arasındaki irtibatı buradan kurabiliriz belki.
Olabilir. 1950 ve 60’larda Türkiye-İran ABD’nin yanında Abdünnâsır yönetimindeki Mısır, karşısındaydı. 80’lere kadar İran-Mısır garantide olduğu için Türkiye’nin önemi nispeten azalmıştı ama 1979’da İran karşı safa geçince ABD’nin Türkiye’yi sağlama almak istemesi çok makûl. Dikkat edilecek olursa, Türkiye’nin ABD ile doğrudan stratejik işbirliği içine girmesi de o tarihten sonra oldu. O zaman kadar ilişkiler NATO çerçevesi ile sınırlıydı.
O zaman Türkiye’nin ABD’den uzaklaşması ve AB’ye yakınlaşması, ABD’nin İran’a yönelik politikasında yeni arayışlara yol açabilir.
Şu an için öyle bir ihtimal görünmemekle birlikte hipotetik olarak doğru.
Niye şu an için geçerli olmadığını düşünüyorsun?
Türkiye’nin ABD ile ilişkileri hâlâ çok güçlü ve AB’ye girişi de bu ilişkilerin antitezi değil bütünleyicisi olarak görülüyor. Yani denklemin bir tarafında ABD, diğer tarafında AB-Türkiye yok ki ABD İran’la farklı arayışlara girsin.
Şu anda Türkiye’nin AB içindeki konumu daha çok İngiltere’nin konumuna benziyor herhalde. Türkiye bir denge unsuru olarak yer alıyor.
Zaten ABD ile İran arasında çok sert çelişkiler var. Üstelik, nükleer güce kavuşma kararlılığı içinde olan, Rusya ile iyi ilişkiler içinde olan ve AB ile ekonomik ilişkilerini de geliştirmiş bir İran’ın saf değiştirmesi de, ABD’nin onu ikna etmesi de zor. Ama bence asıl beklenmesi gereken, ABD’nin İran’ın içini karıştırarak içeriden bir istikrarsızlığı beslemesidir.
Özellikle de Hatemi’den sonra muhafazakârlar iktidara gelirse, durum zorlaşabilir. Karizması, felsefi birikimi, dışa açık tavrı ve güler yüzü ile Hatemi öyle bir tablo çizdi ki, İran uluslararası sistemde destek buldu. Bu dönemde aynı desteğe ulaşmak zor olabilir. Bir de reform sürecinin aksar ve insan hakları ihlalleri artar; iç çalkantılar baş gösterirse, ABD bunu manivela olarak kullanıp İran’ı yerinden oynatmaya çalışabilir.
Yeni dönemde koalisyonların eskisi gibi kalıcı değil konjonktürel ve geçici olması daha muhtemel görünüyor. Örneğin geçmişte Türkiye-İran-Pakistan koalisyonu vardı. Orta Doğu’nun Arap olmayan Müslüman ülkeleri ile İngiltere ve ABD arasında kurulan ittifak benzeri yapıların bugün sürdürülmesi mümkün değil. Hindistan’ın durumu da buna örnek verilebilir. Soğuk Savaş döneminde çıkarları İslam dünyası ile Üçüncü Dünyacılık’ta örtüşen Hindistan yok artık. Onun yerini, İslam coğrafyasının en ciddi siyasal kesintiye uğradığı ve dünya sisteminin teröre karşı savaş adı altında İslam dünyası ile yaşadığı gerilim dolayısıyla Batı’nın yanında yer almasını istediği Hindistan aldı.
Türkiye-İran ilişkilerinde de benzer bir tahlil yapılabilir mi?
Tabii. Geçmişte ABD-Türkiye ekseni ve karşısında Rusya-İran ekseni vardı. Türkiye, karşısındaki Rusya-Ermenistan-İran hattını aşabilmek için ABD’yi kullanarak Azerbaycan ve Gürcistan üzerinden Orta Asya’ya ulaşmaya çalışıyordu. Ama bu hattın coğrafî süreklilik sorunu var. Eski dönemin parametreleri ve önyargılarıyla hareket etmek yanlış. Stratejik düşünmek lazım. Makûl olan, İran’ın Türkiye’ye Orta Asya bağlantısı için yol vermesi; karşılığında da Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaşmasıdır.
Son görüşmeler sırasında İran yönetiminin bu durumu çok da anlayamamış olduğu ortaya çıkmadı mı? Doğal gaz konusunda küçük çıkarlar ön plana çıktı ve büyük fırsatlar kaçırıldı.
İran’da Türkler hakkında tarihten gelen olumsuz algının bunda etkili olduğunu düşünüyorum. Türkmen gazının Türkiye’ye doğrudan gelmesine karşı çıkılmasının tarihî süreklilikle ilgili nedenleri de olabilir.
Siyasal olarak güvensizlik de rol oynamıştır. Düne kadar İran’la ilgili bizdeki imaj da gazete manşetlerine yansıyan “molla kendini kolla” seviyesizliğinden ibaret değil miydi? Rejimler arasındaki fark ve Türkiye’nin ABD ile stratejik ilişkileri de şüphe uyandırmıştır.
Ama bugün durum farklı. Türkiye tamamen ABD’ye endeksli değil; ABD-İsrail strateji eksenine bağımlılığını azaltmak için Rusya ve İran ile ilişkilerini normalleştiriyor. Azerbaycan-Ermenistan sorununa çözüm bulunabilirse, yapı daha da değişir. Kafkaslardaki ve Irak’taki gelişmeler, Rusya ile Türkiye arasındaki ilişkileri önemli ölçüde geliştirebilir. Yine Irak sorunu dolayısıyla Türkiye’nin İran’la ilişkileri çok gelişti. Unutmayın Van ile Erivan, Bitlis ile Tiflis kardeştir. Öte yandan AB’yle tam üyelik müzakereleri eşiğinde olan Türkiye’nin Asya derinliğini de artırması şart. Bunun için de kara bağlantısı, coğrafî süreklilik önem taşıyor.
Böylece AB konusuna da girmiş olalım. Asya’daki arayışlar Türkiye’nin AB’den olumsuz cevap alması durumunda alternatif oluşturması bakımından mı önem taşıyor?
Hayır, tam tersine. Asya ile güçlü bağlara sahip bir Türkiye, AB açısından daha fazla değer kazanır.
Ama yine de dış politikayı tek boyutluluktan kurtarmak da önemli bence. Her şeyiyle kendini AB’ye adamış bir Türkiye’nin değersizleşeceği doğru; ama bir de bunun yanlışlığı var. Türkiye Asya’ya da, Afrika’ya da açılmak zorunda. Polonya veya Bulgaristan gibi AB’nin önemsiz bir unsuru olmak belki refah düzeyini artırır, ama Türkiye’nin içini boşaltır. Türkiye AB’ye iddialı bir ülke olarak girmeli; bir tatil ülkesi, Ege Cumhuriyeti olarak değil.
Peki ne yapmak lazım? Bazılarının savunduğu gibi gidip Şanghay Beşlisi’ne mi üye olalım?
Neden olmasın? Nasıl Rusya İKÖ’ye gözlemci sıfatıyla katılıyorsa, Türkiye de pekâlâ Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılabilir. Bunda hiçbir sakınca veya gariplik yok. AB ile Türkiye ilişkileri bugün on sene öncesinin parametreleri içine sıkışmış değil. AB Türkiye’yi içine alırsa, zaten ekonomik olarak iyi ilişkiler kurmuş olduğu İran’la da doğrudan irtibata geçebilecek. Diğer taraftan da İran ve Rusya ile ilişkilerini geliştirmiş bir Türkiye sayesinde hem Kafkaslarda, hem Orta Asya’da kara bağlantısı ve coğrafî süreklilik içinde doğrudan bağlantı kurma imkanı kazanacak. On sene önce bunların hiçbirisi söz konusu değildi.
Avrupa’nın İran’la ilişkileri o kadar önemli mi? Bunlar biraz da konjonktürel değil mi?
Hayır. Avrupa’nın desteği olmasaydı, İran’ın Devrim’den sonra ayakta kalması çok zor olurdu. Fransa ve Almanya ciddi destek verdi. Biliyorsunuz, zaten Humeyni de Fransa’daydı. Siyasal olarak gerginlik yaşansa da, ekonomik ilişkiler hep iyi oldu. Rusya ile böyle değil, ama Avrupa ile ilişkilerin konjonktürel olduğunu düşünmüyorum.
Zaten Devrim’den sonra da ‘Büyük Şeytan ABD’ ve ‘Küçük Şeytan Rusya’ vardı. İslam’a tarihsel olarak düşmanlık etmiş Avrupa veya ‘Ortanca Şeytan’dan söz edilmedi hiç.
İran tarihte de Avrupa ile bu anlamda bir düşmanlık yaşamadı. Bir kere Aryan ortak paydası var. Osmanlı’ya karşı İran pek çok kere Avrupalı güçlerle işbirliği yaptı. 18’inci yüzyıldaki oryantalist çalışmalarda da Osmanlı ve Arap dünyasına karşı İran hep övülmüş ve yüceltilmiştir.
Ama bütün bu yorumlarda İran’ın İslam Devrimi’nden sonra kazandığı kimliği ve İslam Devrimi’nin önemini de basit bir ayrıntı gibi görmemek lazım. Unutmayalım ki, İran’daki devrim hem dinlerin işlevinin sona erdiği iddia edilen modern dönemde İslam’ın bir toplum modeli olarak siyasetten ekonomiye kadar kuşatıcı bir halde gündeme gelmesine yol açtı, hem de bütün dünya Müslümanlarını derinden etkiledi. Üstelik 19’uncu yüzyıldan itibaren İslam dünyasının başka yerlerinde İslamî hareketler genellikle modern eğitim almış seküler liderler tarafından temsil edilmişken, İran’da ulemanın öncülüğünde bir hareket gerçekleştirilmiştir.
Tabii bu vakıayı hakkını vererek değerlendirmek gerekiyor. Ama bu son söylediğin, konuşmamızın başlarında değindiğimiz özgün yapısal niteliği yeniden gündeme getiriyor. İran Devrimi Stalini’ni çıkardı, ama Troçkisi’ni çıkaramadı; çünkü Troçki’nin hitap edebileceği dünya proletaryasına benzer bir muhatap kitle yoktu. İran, Devrim’i dünyaya açarken bile bahsettiğimiz yerleşiklik dolayısıyla hesaplı hareket etmişti. Troçkizmde ise hesap yoktur. Unutmamak lazım ki, bugün İran modeli Irak’taki Şii otorite tarafından bile savunulmuyor.
İran’ın Stalin’i de herhalde Rafsancani olsa gerek! Humeyni’nin oluşturduğu devrimci dalgayı İran sınırları içine hapsetti. Aslında Abdülkerim Süruş gibi muhalifler de var.
Tabii bu bahsettiğin ‘ulema hareketi’ niteliği de önemli. Deminki analojiye devam edecek olursak; İran’da ulemanın varlığı, Marksist-Leninist doktrinde sınıfa öncülük eden avant-garde konumundaki partiye benzer. Avamdan nitelik olarak üstün olan bu öncü grup, Platonik bir ruhla devrimi korumalıdır. Süruş’un tepkisinin bir yönü de buna. Bu ulema Sünni dünyadaki gibi halkla iç içe ve eşit seviyede bir unsur değil. Ulema saygınlık sahibi olsa bile tarihte ancak bir sosyal gerçekliğe istinat ederse ve başka bir sosyal tabaka ile birlikte hareket ederse etkinlik sahibi olmuştur. Sünni ulema gücünü tanrısal bir bağdan almaz. Bu ise katılımcı ve tırnak içinde “demokratik” bir kimlik kazandırmıştır. Mesela âyan ile ulemanın uzlaşması böyledir. İran’da ise Şii ulema ya iktidarı tamamen reddederek kenarda kalıyor ya da velayet-i fakih doktrini gereği öncü sınıf olarak devreye giriyor. Bu ise fikrin yayılmasını engelliyor.
Söz tam yerine geldi. Türkiye’de belki ulema değil ama bürokratik oligarşi aynı rolü oynuyor. Bizde de adına ister derin devlet, ister bürokratik merkez, ister atanmışlar diktatoryası diyelim; kendini halktan ve dolayısıyla onun seçtiklerinden üstün gören, elinde tuttuğu güç ve imkanları paylaşmaya hiçbir şekilde yanaşmayan katı bir çekirdek var. Tıpkı Leninist parti veya Şii ulema gibi seçkinci bir rol oynamak istiyor. Halk için en doğrusunu kendilerinin bildiğine inanıyor; adeta kendilerinde özel bir bilgi vehmediyorlar. ‘Halk için, halka rağmen’ ifadesiyle formüle edilen bu anlayış yine devrede.
Bu anlayışı bizim ANLAYIŞ’la karıştırmayalım lütfen.
Kesinlikle karışmaz. Bu -küçük harfle- anlayış, kaçınılmaz olarak her şeyi merkezîleştirmeye çalışıyor. En son kamu reformuna karşı çıkarken öne sürdükleri gerekçeler, zihniyetlerini tahlil etmek açısından önemli. Onlara göre merkezî yönetimin, Devlet iktidarını -dikkat edin Devlet’in de’si büyük harf- yansıtacak biçimde ülke genelinde; yerel yönetimlerin ise, sınırlı bir coğrafyada örgütlenmesi gerekiyor. Merkezi yönetim tüm kamu hizmetlerini yürütecek, yerel yönetimler ise sadece mahalli hizmetleri görecek. Meclisin, önce bir hizmetin yerel mi, yoksa ülke düzeyinde mi olduğunu belirlemesi; yerel düzeyde görülecek hizmetlerin yasada tek tek sayılması gerekiyor. Böyle dar bir anlayış zaten bizim ANLAYIŞımız olamaz.
Yani bir dönemin moda tabiriyle söyleyecek olursak, “garson devlet-gardiyan devlet” ikilemi mi söz konusu?
Aslında konuyu sistemik bir yaklaşımla ele almak lazım. Toplumsal bir sözleşme veya ortak değerler paydasında halka hizmet için örgütlenmemiş siyasal yapıların böyle dejenerasyonlara uğraması normal. Buna en tipik örnek olarak, geçmişte bir siyasetçinin seçim kampanyası sırasında tarım üreticilerine hitap ederken, rakiplerini kastederek, “onlar ne veriyorsa ben 5 fazlasını veriyorum” demesi; sonra da aynı siyasetçinin 1993 yılının parasıyla 50 milyar liralık bir kamu arazisi için “verdimse ben verdim” demesidir. Devletin parası olmaz. Halktan meşruluk ilişkisi içinde iktidar gücünü devralmış siyasal otorite, bütün halkın ekonomik gücünü de bazı ortak işlerin görülmesi için kullanır. Bunun için harcama yapması gerekir. O zaman da vergi toplar. Demokrasi, daha doğrusu mutlak erkin sınırlandırılması mücadelesinin İngiltere’de vergi toplama eksenli bir çatışmayla somutlaşması tesadüfi değildir. Bütçe kanun tasarısı mecliste kabul edilmeyen hükümetin düşmüş sayılması da, sembolik olmaktan öte anlam taşır. Ama kamuya, yani bütün halka hizmet için görevlendirilmiş kişilerin kendilerinde güç vehmetmeleri, halkın parasını devletin parası zannetmeleri, üstelik bu masallara birçok kişiyi inandırabilmeleri vahim bir durum.
Arkadaşlar, çok önemli bir yere geldik, ama yerimiz bitti. Bu konu hem dergideki başka yazılarda daha ayrıntılı ele alınmış, hem de zaten daha çok tartışılacağa benziyor. Bununla ilgili müstakil bir topluYORUM bile yapabiliriz. Hepinize teşekkürler.

Paylaş Tavsiye Et