Çeviriyorum
Avrupa Birliği Doğu’ya yöneliyor / Aleksey Bausin, İzvestiya, 18 Aralık 2004
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
16-17 Aralık tarihlerinde yapılan Avrupa Birliği Zirvesi’nin başlıca konularından biri, Türkiye’nin AB üyeliği idi. AB liderleri, uzun zamandır AB’ye katılmak için uğraş veren Türkiye’ye, aday ülkenin Avrupa standartlarına uyması gerektiğini her fırsatta hatırlatıyorlar.
Pek çok uzman, Türkiye’nin AB’nin taleplerine uymaya çalıştığı kanaatinde. Türkiye ekonomisinde de gözle görülür gelişmeler mevcut. Fakat bütün bu olumlu gelişmelerin Türkiye’nin AB’ye katılmasını garantilediğini söylemek için henüz çok erken. Zira pek çok AB siyasetçisi ve sıradan Avrupa halkı için Türkiye, tam bir Asya ülkesidir. Bir kısmı, Türkiye’nin Avrupa’yla birleşmesinin AB’ye yeni olanaklar sağlayacağını savunurken, karşı olanlar ise, bu Müslüman ülkenin Hıristiyan Avrupa’nın düzenini bozacağını ileri sürüyorlar.
AB liderleri, Türkiye ile gelecek yılın sonbaharından itibaren müzakereye hazır olduklarını açıkladılar. Ancak, görüşmelerin başlaması, üyelik prosedürlerinin başarı ile sonuçlanacağı anlamına gelmiyor. Asıl zorluklar daha sonra başlayacak ve hem Türkiye, hem de AB liderleri bunun farkında. Avrupa Komisyonu Başkanı Duran Barrozu’nun “Türkiye-AB müzakereleri konusunda önceden herhangi bir tahmin yapmak mümkün değil” şeklindeki ifadesi, bunun kanıtlarından biri.
Diğer yandan Başbakan Erdoğan, AB’nin müzakerelerin başlaması için ön şart olarak imkansız taleplerde bulunması durumunda Türkiye’nin bunu kabul etmeyeceğini ifade etti. Bu taleplerden biri, Kuzey kısmının Türk askerlerinin kontrolü altında olduğu Kıbrıs’ın bütünlüğünü kabul etmektir. Diğer sorunlardan biri de, Ermeni soykırımı meselesidir. Ancak asıl sorun, genelde açıkça söylenmeyen fakat birçok Avrupalı siyasetçinin beynini kurcalayan meselelerde yatıyor. Zira Avrupalılar için AB saflarında Müslüman bir ülkenin yer alması, Avrupa kavramının sarsılacağı anlamına geliyor. İslamın Hıristiyan topraklarına yayılması, Avrupalı siyasetçilerin endişe ettikleri tek konu değil. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne kabul edilmesinden sonra, AB’nin Müslüman nüfusu, %3’ten %20’ye çıkacak. Ayrıca, AB’nin iş arayanların akınına uğrayacağı ve Türkiye ekonomisini Avrupa seviyesine çıkartırken iflas edeceği konusunda gelen uyarıların etkisi de unutulmamalı.
Aslında, AB’de “Türkiye lobisi” de var. İngiliz ve Alman siyasetçilere göre, Türkiye’nin AB’ye katılması, Avrupa ile İslam dünyası arasında bir köprü oluşacağı anlamına geliyor. Zira, Türkiye AB’ye katıldığı takdirde, Avrupa Birliği Irak, İran ve Suriye gibi Yakın Doğu ülkelerine olabildiğince yaklaşmış olacak. Bazı siyasetçiler bu gelişmelerin, Avrupa ekonomisinin yükselmesi ve şu anda gündemde olan işçi sıkıntısının giderilmesi hususunda yeni imkanlar sağlayacağı kanaatindeler. Aynı zamanda Türkiye’nin askerî potansiyeli de göz ardı edilmemelidir.
Demografi uzmanlarının tahminlerine göre, bu yüzyılın ortalarına doğru Türkiye, nüfus bakımından Almanya’yı geçip, AB ülkeleri arasında birinci sıraya çıkacak. Bu durum ise, Türkiye’ye Avrupa Parlamentosu’nda en fazla milletvekili bulundurma ve Avrupa Komisyonu’nda önemli mevkilere yerleşme hakkını verecek.
Fakat bunların hepsi uzak gelecektedir. Şu anda gündemde uzun ve zorlu müzakereler var ve en iyi ihtimalle bile Türkiye’nin AB üyeliğine kabul edilmesi, 10 sene gibi bir zaman alacak.
Tavsiye Et
Polis görevlileri karşı cepheye geçiyor / Nedejda Popova, Nezavisimaya Gazeta, 19 Aralık 2004
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
Batı müttefiklerinin parasıyla eğitim görmüş birçok Irak polis görevlisi, direnişçilerin tarafına geçiyor. Son zamanlarda işten çıkartılan birkaç bin polis memuru arasında Musul ve Samarra şehirlerinin karakol başkanları da yer alıyor. Onların emri altında çalışmış birçok polis görevlisi, şu anda direnişçilerin saflarında bulunuyor. Amerikan ordusunun düzenlediği bazı operasyonların, Irak polis görevlilerinin Amerikan karşıtı gruplara bilgi vermesinden dolayı başarısızlıkla sonuçlandığı düşünülmekte.
Şu anda Irak’ta 90 bine yakın polis görevlisi var. Ve onların arasına ABD ve müttefiklerine karşı mücadele eden direnişçilerin karışması, Irak’ın geçici hükümeti için ciddi bir sorun teşkil etmekte. Bu yüzden, son zamanlarda yeni kayıtlar, güvenlik önlemleri alınarak yapılıyor. Yeni kayıt yapılacağı zaman, polis görevlilerinden bu bilgileri akraba ve yakınlarına iletmeleri isteniyor ve böylece yeni polis memurları arasına ABD ve geçici hükümet karşıtlarının karışması engellenmeye çalışılıyor.
Irak’tan gelen haberlere göre, ülkede güvenlik sağlamak amacı ile polis teşkilatına katılanlar olsa da, bunların sayısı az. Polis memurlarının birçoğu ekmek parası kazanmak için bu işe başladığından, kimin çıkarı için çalıştıklarını çok fazla önemsemiyorlar ve bugün polis saflarında yer alanlar daha iyi şartlar sağlandığında başka bir komutanın emri altına geçebilirler.
Sıradan bir polis görevlisi, ayda 140 dolar civarında maaş alırken, daha deneyimli polisler, 200 dolar maaş ve günde 6 dolar yemek parası alıyor. Özel güvenlik şirketlerinde çalışanlar, daha fazla kazanç elde etme olanağına sahip.
Rusya’da 90’lı yıllarda meydana gelen gelişmelerin bir benzeri şu anda Irak’ta yaşanıyor. O dönemde bir anda zengin olan Rusyalılar, özel güvenlik şirketlerini kurmaya başladılar; şu anda Iraklılar da aynı yolu takip etmekte. Zengin Iraklıların özel güvenlik görevlileri var; zira devletin güvenlik teşkilatlarına canını emanet etmek istemeyenlerin sayısı çok.
Resmî verilere göre, %40’ı aşkın polis görevlisi işini bıraktı; direnişçilerin saflarına katılanların sayısı da %10 civarında. Dolayısıyla ABD ve müttefikleri tarafından eğitilen polis memurlarının yalnızca yarısı koalisyon güçlerinin çıkarları doğrultusunda çalışmaya devam ediyor.
Tavsiye Et
Türkiye’nin AB kararı / The Washington Times, 18 Aralık 2004
Amerikan Basını
Çeviri: Ebru Afat
Avrupa Birliği, Türkiye’nin tam üye olmasını sağlayacak süreci başlatmak suretiyle tarihî bir karar verdi. Bu kararın etkisi Avrupa sınırlarının çok ötesinde hissedilecektir.
Avrupa, Türkiye’nin entegrasyonundan sağladığı fayda kadar maddî, kültürel ve sembolik meydan okumalarla da karşılaşacaktır. 72 milyonluk Türkiye’nin 2025’te birliğin en kalabalık nüfusuna sahip olacağı tahmin ediliyor. Bu, göreceli yoksulluğuyla da birleştiğinde, Türkiye’nin AB’nin mali yardımlarının net bir alıcısı olacağı anlamına gelmektedir. Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan bir çalışma, bir AB üyesi olarak Türkiye’nin, 2025’te başlamak üzere yılda 20,2 milyar ile 34,2 milyar dolar arasında mali yardım alabileceğini ortaya koydu.
Ayrıca ortada toplumsal meseleler de var. AB ülkelerine göç eden Türkler, diğer Avrupalılarla kültürel ve dinî konularda zaman zaman çatışmalar yaşayacaklar ki bu, zaten yaşanmaya başladı. Hollandalı film yönetmeni Theo van Gogh’un radikal Müslüman teröristler tarafından Hollanda’da soğukkanlı bir biçimde katledilmesi, bu endişeleri doruğa çıkardı.
Avrupa, buna rağmen, kriz dönemlerinde Türk göçmenlerin sayısını sınırlayacak bir koruma maddesi sayesinde, kitlesel Türk işçi akınından muhtemelen korunacaktır. Türkiye de 2001 krizinden itibaren hızlı bir ekonomik gelişme kaydediyor. O tarihten beri %5 ila 8 arasında değişen büyüme oranları yakaladı ve 2000’den bu yana ihracatı iki kattan daha fazla arttı. Ulusal borcun Gayri Safi Milli Hasıla içindeki oranı %94’ten %70’e düştü.
AB üyeliği beklentisinin Türkiye’yi ileriye götürdüğü açıktır. Efsanevî lider Mustafa Kemal Atatürk 1900’lerin başında ülkeyi laik demokrasi yoluna sokmuş olsa da, Türkiye’nin AB havucu olmaksızın, demokrasi ve insan hakları alanında son yıllarda kaydettiği büyük ilerlemeyi hayata geçirebileceğine inanmak güç. Avrupa’nın Türkiye’yi değiştirmeyi sürdüreceği bekleniyor. Bu beklenen reform Irak, İran ve Suriye sınırında gerçekleşecek. Resmî görüşmelerin başlaması, Orta Doğu’ya ve ötesine demokratik ilerlemenin nimetlerini gösterebilir.
Tavsiye Et
Bahçemizde bir kaplana ihtiyacımız var / Peter Preston, The Guardian, 20 Aralık 2004
İngiliz Basını
Çeviri: Ebru Afat
Verimsiz çabalarla geçen 30 uzun yıl boyunca Kıbrıs, Avrupa’ya açılan kapıdaki bir kanca olageldi. Fakat bugün, birdenbire, Brüksel’deki iki zorlu günün ardından İstanbul’a dönen Türkiye başbakanını coşkulu kalabalıklar selamlıyor. Ve artık o kancaya Avrupa’nın kendisi takılıyor.
Blair, Schröder ve Chirac’ı aptala çevirerek Türkiye’nin AB ile müzakerelere başlama kutlamalarını neredeyse kazaya uğratacak olan şey nedir? Kıbrıs. Sallantıdaki uzlaşmalarla idare edilen, bu yüzden de gelecek 10 yılda her an için, arkasında acı bir iz bırakarak çökebilecek olan şey nedir? Cevap aynı. Burada kelime oyunları işe yaramayacaktır. Sadece çözümler geçerli olacaktır.
Her halükarda, Kıbrıslı Rumlar, kullanmaları asla uzak olmayan veto hakkıyla birlikte, bugün birliğin içindeler ve Türkiye’yi olmasını istedikleri yerde yani dışarıda tutmak istedikleri görülüyor. Türkiye, Rumlar ne zaman şantaj yapma fırsatı yakalasa taviz vermesi talep edilen, pek istenmeyen bir ziyaretçi konumunda. Bu yüzden de Rumların sorunu bizim sorunumuz haline geliyor. Bu yüzden kanca hepimize saplanıyor.
Elbette, bir bütün olarak Türkiye’nin üyeliğine dair kuşkularınız olabilir. Elbette kurucu devletler arasında daha yakın bir birliğin akıbetinin yasını tutabilir ve Türkiye’nin gelişini onun kalbine çakılan bir kazık olarak görebilirsiniz. Elbette birliğin Müslümanlara başka kapıyı çalmalarını söyleyen bir Hıristiyan ittifakı olduğunu düşünebilirsiniz.
Ancak üst üste yığılmış bu şüphe ve üzüntülerin büyük kısmı bir tarafa bırakılabilir. 25 üyeli Birlik, Türkiye’nin gençliğine, gelişme istek ve kararlılığına ihtiyaç duyuyor. Türkiye bahçemizdeki kaplandır. Avrupa sınırları dahilinde zaten milyonlarca Müslüman yaşıyor ve onların büyük çoğunluğu toplumlarına katkı sağlayıp uyum gösteriyor.
Bütün bu değerlendirmeler Kıbrıs sorunundan ayrı bir yerde duruyor. Avrupa’ya katılmak, bu bitmek bilmeyen krizin bir çözümü olabilir ve olmalıdır. Fakat Kıbrıs’ı çözmenin Türkiye’nin Avrupa’nın parçası olmasıyla bir ilgisi yoktur. Peki öyleyse nasıl hareket edeceğiz?
Bütün bu soruların cevabı Alexandros Lordos tarafından Kıbrıs’ta yapılan yeni bir kamuoyu yoklaması çalışmasında yer alıyor. En azından bu çalışmadan yansıdığı kadarıyla BM planı Rumlar için hiçbir zaman bir seçenek olmamış. Federal bir uzlaşmadan hoşlanmıyor fakat onu tamamen de reddetmiyorlar. Gözden geçirilmiş bir anlaşma oylamaya sunulacak olursa kabul edebilirler. Fakat Rumlar asıl güvenlikleri konusunda, adada fazla uzaklarında olmayan Türk askerlerinden ve uluslararası gücün garantilerinden kaygılanıyorlar.
Bu sonuçlar Lordos’a ılımlı bir cesaret vermiş. Ona göre aşılmaz engeller, Ankara’nın biraz daha taviz vermesiyle çözülemeyecek engeller yok. Ancak Avrupa genel olarak daha az iyimser görünüyor. Bu noktada 25 belki de 28 ülke, demokratik İslam’a ve 600 bin Kıbrıslı Rum’a ulaşmayı sağlayacak kritik bir karar vermeleri gerekirken büyük resmi görmekte çok zorlandıkları, Magosa’da birkaç bin ev ve birkaç milyon ekstra tazminat uğruna çözümden vazgeçmeye hazır oldukları izlenimini veriyorlar. Bu tamamen yanlış bir yaklaşım. Gelecek yıllar sadece Ankara’yı daha fazla tavize zorlamakla geçemez. Yunan tarafındaki zihniyetleri değiştirmek için de baskı yapmaları gerekir.
Tavsiye Et
Türkiye ve Kaddafi’nin itirazı / Muna et-Tahavî, Eş-Şark el Awsat, 19 Aralık 2004
Arap Basını
Çeviri: Hatice Boynukalın
Danimarka’nın ulusal simgesi olan “Deniz Kızı” heykelinin burka ile kaplanmış ve üzerine Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılmasına bir tepki olarak, “Türkiye AB’nin içinde mi?” yazılmış fotoğrafını görünce, aklıma, bu heykelin başına gelenlerin arkasında Libya lideri Muammer Kaddafi’nin olabileceği geldi.
Kaddafi’nin bu işin arkasında olduğundan şüphelenmemin nedeni açık: Libya lideri, AB toplantısının düzenlendiği gün bir gazeteye verdiği demeçte, Türkiye’nin AB’ye katılmasına izin vermenin, Üsame bin Ladin gibi köktendinciler için Türkiye’yi Truva atı yapmanın önünü açacağını söyledi. Bahsi geçen mülakatta Kaddafi, birçok Müslümanın, özellikle de aşırı dincilerin, içlerinde bin Ladin de olmak üzere Türkiye’nin AB’ye girme çabasını büyük bir sevinçle karşıladıklarını iddia etti.
Ancak çok şükür, Avrupalı devlet adamları, Kaddafi’nin bu nasihatlerine kulak asmadan önümüzdeki yıl Ekim ayında Türkiye’yle görüşmeleri başlatma kararı aldı. Her ne kadar on yıllardır AB’ye üye olmayı bekleyen Türkiye’nin bu arzusunun gerçekleşeceği, görüşmeler neticesinde garanti edilmediyse de, bu son adım Avrupa’nın, Müslüman bir ülkeye Birliğe katılma izni vermesi konusunda attığı en ciddi adım olması bakımından olumlu bir gelişmedir.
Deniz kızı heykeline burka giydirmeyi akıl edenlerin gözden kaçırdığı nokta şu: Türkiye hakkında en ufak bir bilgi sahibi olanlar bilir ki, bu ülkede kadınlar burka giymez. (Zaten burka giyme meselesi Müslüman kadın hakkında yapılmış hatalı ve art niyetli bir genellemedir.)
Kaddafi’nin demecine geri dönersek; muhakkak ki o, bu yorumlarıyla Avrupa’daki Müslüman aleyhtarı muhafazakâr çevreleri Müslümanlara karşı tek saf hale getirmeye çalışıyor. Çünkü bu çevreler AB’ye Müslüman bir ülkenin katılımından ciddi anlamda rahatsızlık duyuyor.
Tavsiye Et
Suudi hegemonyasına Körfez isyanı! / El-Quds el-Arabî, 20 Aralık 2004
Arap Basını
Çeviri: Hatice Boynukalın
Suudi Arabistan’ın veliaht prensi ve fiilî hakimi konumundaki Prens Abdullah bin Abdülaziz’in Bahreyn’in Başkenti Manama’da gerçekleştirilen Körfez Ülkeleri Yardımlaşma Konseyi Toplantısı’na katılmaması olağandışı bir gelişme olarak okunmalıdır. Bu tavır belki de, diğer bölgesel Arap birliklerine mukayeseyle en başarılı teşekkül olarak nitelenen topluluğun dağılma sürecine girdiğine işaret ediyor.
Prens’in toplantıya katılmamasının önemi temel iki faktörden kaynaklanıyor. Birincisi, bu zirve, Yardımlaşma Konseyi’nde Riyad’ın en yakın müttefiki durumunda olan Bahreyn’de düzenleniyor. İkincisi, bu protesto, Suudi devletinin Konsey’e üye bazı devletlerin ABD ile Körfez ülkeleri arasındaki ticarî ve ekonomik taahhütlere tamamıyla ters düşen serbest ticaret anlaşmalarına imza atmalarını açık bir şekilde tenkit ettiği bir sürecin sonunda gerçekleşiyor.
Ancak görünen o ki protestonun etkisi üye ülkeler üzerinde o kadar da büyük olmayacak. Zira artık Suudi Arabistan, Körfez’in diğer küçük devletleri üzerinde hakimiyeti olan eski Suudi Arabistan değildir.
Suudi Arabistan, silahlanmaya harcadığı devasa meblağlara ve yarım milyon ABD askerinden yardım almasına rağmen, Yardımlaşma Konseyi üzerindeki nüfuzu Kuveyt’i Irak’tan korumaktan aciz kaldığı 1990 yılından itibaren günden güne gerilemiştir. Yaşanan olaylar neticesinde Körfez ülkeleri, artık bir “Büyük Ağabey”e ihtiyaçlarının kalmadığını idrak ettiler. Bunun yerine, Riyad’ın aracılığına ihtiyaç duymaksızın, doğrudan ABD’ye başvurarak askerî ve güvenlikle ilgili anlaşmalar imzalayabileceklerini gördüler.
Suud Hükümeti uluslararası dengeleri iyi okumadığı gibi Körfez’deki konumunu sağlama alacak yeni politikalar da üretemedi. Bunun yerine, gereken vasıflara ve güce sahip olmadığı halde Körfez’in en güçlü ülkesiymişçesine diğer devletlerden tam itaat ve teslimiyet beklemeye devam etti. Körfez’in küçük ülkeleri, ekonomilerini geliştirip demokratik reformlar yaparken (Bahreyn, Umman, Kuveyt ve Katar’da bir bölgede düzenlenen parlamento seçimleri); Suudi Arabistan, bu düzenlemelerin ancak yarısını talep eden reform yanlılarını tutuklamakla meşguldü.
Tavsiye Et
Türkiye’den AB’nin görünümü / Nicole Pope ile Chat, Le Monde, 16 Aralık 2004
Fransız Basını
Çeviri: Adem Yılmaz
Clovis: Türkiye 40 yıldır AB’ye girmek istiyor. Fakat 90 yıl önce Ermeniler bir soykırıma maruz kaldılar. Şayet tarihsel yükümlülüğünü yerine getiremiyorsa, biz bu ülkeyi AB’ye neden kabul edelim ki?
Nicole Pope: Bu sık sık gündeme gelen bir sorun. Son yıllarda özellikle Fransa tarafından dile getirildi ve pek çok ülkeyle diplomatik olaylara neden oldu. Türkiye bir katliamın varlığını kabul ediyor; fakat planlı bir soykırımı reddediyor. Mesele AB’yi bağlar mı? Bu olaylar modern Türkiye’nin kurulmasından önce Osmanlı İmparatorluğu zamanında vuku bulmuştur.
Lokum: Şayet AB’ye girmek için soykırımı tanıması istenirse, Türkiye’nin tutumu ne olacak?
N.P.: Türkiye’nin bu şartı kabul edeceğine ihtimal vermiyorum. Türkiye başkalarına uygulanan şartların aynısının kendisine uygulanmasını isteyecektir.
Dimtaş: İKÖ üyesi olan bir ülkenin laik olabileceğini düşünüyor musunuz?
N.P.: Kesinlikle evet! Laiklik cami ile devlet arasında güçlerin ayrımıdır. Türkler Müslüman; fakat devletleri değil.
Michel: Dindar Müslümanlar Türkiye’nin AB’ye üyeliğini istiyor mu?
N.P.: Her şeyden önce dindar kavramını tanımlamak lazım. Türklerin çoğu Müslümandır, bir çoğu dinine bağlı ve ibadetlerini yerine getirir; fakat bu durum pratikte Batı’ya yönelmeyi engellemez. Sadece, sayıca çok az olan radikaller AB’ye karşıdır.
Sam: Şayet radikal İslamcı bir hükümet demokratik yollarla Türkiye’de işbaşına gelirse, ne olur? Müzakereler kesilir mi?
N.P.: Ben Türkiye’de radikal İslamcı bir hükümetin işbaşına gelmesini olası görmüyorum. Çünkü radikal İslamcılar orada küçük bir azınlıktır.
Michel: Sizce Türklerin AB’ye üyelik için toplumlarını dönüştürmeye niyetleri var mı?
N.P.: Kamuoyu yoklamaları Türklerin %75’inin üyelikten yana olduğunu gösteriyor. Son iki üç yılda siyasal sistem, kanunlar ve toplum oldukça önemli değişimler yaşadı. Türkiye daha da değişecek ve bu elbette zor olacak. Fakat Türklerin AB’ye girmekle gelecek olan siyasî istikrar ve ekonomik refahı istediklerini düşünüyorum.
Tavsiye Et
Chirac, Türk sorununun referanduma alet edilmemesi için çalışıyor / Vanessa Schneider, Libération, 22 Aralık 2004
Fransız Basını
Çeviri: Adem Yılmaz
Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, Avrupa Anayasa Antlaşması hakkında ilkbaharda yapılması beklenen referanduma artık daha ‘huzurlu’ bakabiliyor. Çünkü sosyalistlerin kendi aralarında düzenledikleri oylamada ‘evet’ diyenlerin çoğunlukta olması, Cumhurbaşkanı’na rahat bir nefes aldırdı. Bu hiçbir şeyi güvence altına almasa da, sosyalistlerin iç oylamasında ‘evet’in galip gelmesi referandumdan olumlu sonuç çıkma ihtimalini düşündürüyor.
Bir süreden beri yürütme erki, hassas Türk sorunundan hiç de fena sıyrılmadığı kanaatinde. Ankara’nın AB’ye üyeliğine taraftar olan Chirac, elbette Fransızların çoğunluğunun kaygıları ile kendi partisinin muhalefetine maruz kaldığının farkında. Fakat Türkiye konusunun AB Anayasası tartışmalarını etkilemesinin önüne geçmek için yapacağı eğitim çalışmasına güveniyor.
Başbakanlıkta da aynı memnuniyet dile getiriliyor. Dün Ulusal Meclis ve Senato’da yapılan tartışmalar sırasında Başbakan Jean-Pierre Raffarin, Türkiye konusunda Cumhurbaşkanı’nın mesajını hatırlattı. İki konunun birbiriyle ilişkilendirilmemesine uğraştıklarını kaydeden yürütme gücü ikilisi, kamuoyunu, bugün Anayasa’ya ‘evet’; 15 yıl sonra da, Ankara’nın üyeliğini istemiyorlarsa, ona ‘hayır’ oyu kullanabilecekleri konusunda ikna etmeye çalışıyor. Gerçekten de Avrupa Anayasası Antlaşması’nın kabulü için, bundan sonra yeni AB üyelikleri konusunda referandum yoluyla Fransızların görüşlerine başvurulmasının gerekliliği de öngörülüyor.
Jacques Chirac, referandum tarihine karar verme konusunda neredeyse tüm unsurları elinde bulundurduğu halde, takvimini hemen açıklamayı istemiyor. Devlet başkanı açısından ciddi bir kumar söz konusu. 2003’teki seçimleri kaybettikten sonra, bir de referandumda yenilgiye uğramayı göze almak istemiyor. Tüm şansını garantiye aldıktan sonra, hızlı hareket etmek ve Mayıs-Haziran aylarında Fransızların görüşüne başvurmak istiyor. O zamana kadar, popülaritesini yitirmiş olan başbakanı, kampanyayı yürütmesi için yerinde muhafaza edip etmeyeceğine de karar verecek.
Tavsiye Et
Kaplanı AB’ye kat / Michael Thumann, Die Zeit, 17 Aralık 2004
Alman Basını
Çeviri: Haşim Koç
Tarih yalnızca bir tekerrür. Bavyeralı Stoiber, Almanlara, Türkiye’nin AB üyesi olmaması için “her şeyi” yapmaları önerisinde bulunuyor. Habsburg Prensi Eugen’in Osmanlılara karşı zaferinden üç yüzyıl sonra Prens Edmund, AB’yi Türkiye’den kurtarma görevini Münih Devlet Sarayı önünde üstleniyor.
Habsburglulardan farklı olarak Bavyeralıların Türk korkusu (Türkenschreck) artık geride kaldı. 2004 yılında kimsenin Türklerden korkmasına gerek yok. Ankara Avrupa ile çok yakınlaştı ve şimdi de AB üyelik kriterlerini yerine getiriyor.
Türk İstilası? AB ülkeleri üyelik durumunda dahi Türklerin serbest dolaşım hakkını sınırlandırmak istiyor. Bu gereksiz olabilir. Evdeki refah artıyor ve çocuk sayısı azalıyor. Ama Türkiye’yi Avrupa’dan uzak tutmak isteyenler, göçmenlerin de gelişine davetiye çıkarmaktalar.
İran ve Irak ile AB Sınırı? Avrupalı Türkiye’yle bu ülkelere komşu olunca bize ilk kez sorun çıkarıyor olmayacaklar. Avrupalı askerler hâlâ Bağdat’talar; bir AB üçlüsü Tahran ile gelecekte nükleer roketleri otomatik pilotlarla Avrupa’ya karşı kullanılmasını önlemek için müzakere ediyor. Türkler, Orta Doğu’daki Brüksel diplomasisini Müslüman Avrupalılar, bölgenin uzmanları ve büyük bir ulus olarak güçlendirecekler.
Brüksel için Maliyet? Türklerin büyüme hızlarının Çin formatında olması bir avantaj. Batı Avrupa’da çok fazla emekli varken, Türkiye’de genç nüfus yeni fabrikalara akıyor. Bu yüzden AB’nin güvencesi yok. Tarım pazarında ve Birliğin yapısal fonlarında Türkiye yer almamalı. Gelecekteki kaplan ülke olarak onlara zarar verebilir.
Avrupa’nın Gelişimi? Türkiye AB için bir terapi ve sonraki üyeler için de bir tedbir. AB’nin kararı Brüksel’e pasaport anlamı taşımayacak hiçbir şekilde. Her şeye rağmen müzakerelerin tek hedefi üyelik olmalı. Daha baştan “imtiyazlı ortaklık” üzerine konuşmak kaos davetiyesi olur. AB “Batı Avrupa Osmanlılara karşı” tezini tekrarlamamalı. Avrupa’nın geleceğinde Türklerin de yeri var.
Tavsiye Et
Irak’ta Bush’un silahlı demokrasisi nereye gidiyor? / Die Welt, 25 Kasım 2004
Alman Basını
Çeviri: Haşim Koç
Savaş kararını alırken Bush ve Blair tereddütsüz biçimde Saddam’ın ya kitle imha silahına ya da bunları üretmeye yetecek maddelere sahip olduğuna inanıyorlardı. Kimyasal ve biyolojik silahlardan da korkuyorlardı.
Kitle imha silahları savaş için tek neden değildi. Bir diktatöre odaklanmış olan Bush ve Blair, Irak’ta kapıyı demokrasiye açabileceklerine inanıyorlardı. Bu da istikrarı, bölgedeki diğer sorunların çözülmesini ve kesintisiz bir petrol akışını garanti edecekti.
Karışık düşünceler her zaman kötü değildir. Esas sorun demokrasinin gerçekten fayda sağlayıp sağlayamayacağı ve bu kadar uzun zaman tek adam idaresi altında yaşamış bir ülkeye demokrasi getirmek için roketlerin ve panzerlerin doğru metot olup olmadığıdır.
Iraklı liderlerin demokrasiye bu ülkede bir şans vermek söz konusu olduğunda neden bu kadar isteksiz davrandıklarını sormadan geçemiyoruz. Bunun bir nedeni demokrasinin roket ve panzerler eşliğinde başlatılmasının kendi içinde çelişkiler barındırmasıdır. Demokrasi tanımı gereği sorunları çözmek için barışçı bir metottur. Tabii ki 1945’teki Dresden bombardımanı barışçıl değildi. Ama savaş bittiğinde ve bombardımanlar son bulduğunda panzerlerin içinden demokratik koşulları oluşturmaya çabalayan insanlar çıkmıştı. 2004 yılındaki ABD birliklerinin en büyük zayıflığı ise -1945’in tam aksine- bombardımanları sona erdirerek, panzerlerinden inip millî demokratik bir gelişimi temelinden sağlama konumundan yoksun olmalarıdır.
Demokrasinin bütün farklı kültürel bağlamlarda aynı kurumlardan oluşmadığı da anlaşıldı. Ocaktaki seçimlerle pek çok şey çözülmeyecek. İnsanların katılımı ve barıştan yana çözümlerle bölge ve onun tarihî özellikleriyle uyumlu kurumlar ortaya çıkabilir. ABD askerî gücünün “hard power”ı, Avrupalıların olaya daha etkin katılımı ile yumuşatılabilirdi. Avrupa’nın sessizliği sadece bir utanç değil, aynı zamanda tarihsel bir şanssızlıktır. Roketler ve panzer tek başına demokrasi getiremez; ama sivil idarenin halka anlayışlı yardımıyla demokrasi Irak’ın ve Orta Doğu’nun diğer bölgelerinde sağlanabilir.
Tavsiye Et