Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (February 2005) > Hatırlıyorum > Alâeddin Yavaşça’nın hatıraları - Bölüm I
Hatırlıyorum
Alâeddin Yavaşça’nın hatıraları - Bölüm I
Hazırlayan: Coşkun Yılmaz
Hatıraların temeli, 1997’de uzun bir Ramazan gecesini süsleyen sohbete dayanıyor. Sohbeti üçümüz de çok sevmiştik. Hatta, “Abiciğim, bu geceyi unutamayız, gönlümüzü ne kadar hoş ettiniz” dediğinde, Alâeddin Bey de, “Estağfirullah Cinuçenciğim, o senin güzelliğin, asıl sen zenginleştirdin” demişti. Alâeddin Bey, hayatında derin hatıraları olan şarkıları icra ederken, ona uduyla eşlik eden Cinuçen Tanrıkorur’du. Bu vesileyle, icracılığının 60., bestekarlığının 55. yılını idrak eden Alâeddin Yavaşça’ya sıhhat ve afiyet üzere uzun ömürler, Cinuçen Tanrıkorur’a da Allah’tan rahmet diliyorum.
 
Kilis’te Köklü Bir Aile
Sene 1926, 1 Mart… Güneydoğu’da gösterilmesine rağmen Akdeniz iklimine bağlı, yeşil bir ova. Her yer zeytinliklerle ve fıstık ağaçlarıyla kaplı. Minarelerin, medreselerin gölgesinde bir şehir, Kilis. Söylediğim tarihte, bu güzel şehirde ailenin son ferdi dünyaya geliyor. Bir erkek evlat. Bildik tabirle tekne kazıntısı. Altı evlat; üçü erkek, üçü kız. Babam Hacı Cemil Yavaşça. Kilisli Sezai Efendi’nin oğlu. Dedemin bir divançesi vardır. Tamamıyla divan edebiyatı tesiri altında pek çok şiiri vardır. Süleyman Çelebi bizim atamız görünüyor. Ama ondan öncesi var. Süleyman Çelebi’nin bir vakfiyesi var elimizde. 17’nci yüzyılda yazılmış.
Bu vakfiyeden halen Suriye’de kalmış olan Real Köyü’nde bir cami var. Bu caminin yaşamasına imkan verecek dükkanlar mevcut. Bir de İçeribahçe diye tesmiye olunan büyük bir bahçesi var. Bizim soydan vefat edenlerin ruhuna Kur’an okunması şart koşulmuş. Yakın zamana kadar mütevellisi de vardı bunun. Ancak mütevellilik şartında mutlaka bu vakıf arazinin olduğu yerde oturmak lazım. Fakat hepimiz okuduğumuz için, son mütevelli de babamdı. Babam da vefat edince mütevellilik düştü. Tamamen vakfa intikal etti bunların hepsi.
Annem Kınoğullarından. Kınoğlu Kadri Efendi’nin evladlarından bir tanesidir. Onda da maşallahımız vardır. Dört tane dayım var. Çoğu hukukçu. Bir o kadar da teyzem var. Teyzelerimden Münevver Hanım, Prof. Faruk Kadri Timurtaş’ın annesidir. Faruk Bey ile biz teyzezadeyiz.
 
Şamatacı Bir Çocukmuşum
1 Mart 1926’da dünyaya gelen bu çocuk etrafı tedirgin edecek derecede hırçın ve şamatacı. Öyleymiş yani; ben bilmiyorum tabii. Öyle bir hal ki; altıncı evlat ondan öncekilere hiç benzemiyor. Onlar fazla sıkmamış aileyi. Ama ben feryat ediyorum durmadan. O zamanlar gramofonlar yeni geliyor. Babam bir gramofon almış ve Tamburî Cemil Bey’in plaklarını edinmiş. Bu musiki zevki ısmarlama olmuyor tabii. Bir insanın geninde varsa ortaya çıkıyor. Bir şair evladı, sonra sesi de güzel. Sabah namazından sonra kuşluk vakti denilen zamanda okuduğu Kuran-ı Kerim hep kulağımdadır.
Bizim evler, Diyarbakır ve Urfa’daki evlerin tarzındadır. Ortada bir avlu. Avlunun ortasında bir havuz ki onu biz ekinlik haline getirdik. Gül yetiştirir, aşılardı babam. Dört tarafı ev. Bitişiğimizde Canpolat Camii, ondan evvel hemen yakınımızda bir semahane var. Canpolat yaptırmış camiyi. Ama Tekke Camii diye anılır Mevlevihaneye çok yakın olduğu için. Ezan sesi daima evimizin içinde. Hatta babam saate çok meraklıydı. Odaların her birinde ayrı bir saat vardı. Bir güneş saati yapmıştı. Güneş vurur, o çivinin gölgesine göre kesin saati tayin ederdi. Aşağıda camiden sorarlardı, ‘Hacı Efendi, saati düzeltmek istiyoruz. Saat kaçtır?’ diye…
 
Tanburî Cemil Bey’in Babama Yardımı
Böyle bir atmosfer içindeyiz…Babam bu feryatlarıma dayanamıyor. “Allah aşkına susturun şunu. Ben beş tane büyüttüm bunun gibisini görmedim” diyor. Artık illallah diyen babam yeni heves ettiği Tamburî Cemil Bey’in plağını koyuyor. Plakta Cemil Bey’in taksimi başlayınca ben sükut eder hale geliyorum. Bunu deneyince anlamışlar ki müzik olunca ben susacağım. Olmazsa feryada devam. O feryat da belki musikiydi. Bilmiyorum.
Çocukluğumu çok güzel yaşadım. O zaman şehir hayatının dışında, Kilis’te bir bağ hayatı vardı. Üzüm mevsimi. Hâlâ tek tük devam edenler var buna. Hemen hemen her sene gidiyorum. Hiç olmazsa 3-4 gün oranın havasını teneffüs etmek için. Oranın insanıyla bir araya gelme ihtiyacı duyuyorum. Vasfını hemen hemen kaybetmemiş olan şehirlerimizden bir tanesidir. Şimdi bu bağ âleminde bağına herkes bir çadır kurar. Çadırlar çeşit çeşit. Tek direklisi de var. Bir de hayme tabir edilen hasırdan bir oda yaparlar. Gittiğiniz zaman halılar, kilimler serilmiş. Yüksek yataklar yapılmıştır o haymenin içinde. Otağ gibi. Yatak için yapılmış tahtın altı kiler olur. Yemekler, ziyafetler verilir orada. İki direkli çadırdı bizimkisi. Sonra Kızılay’a verdik onu.
Kerpiçten ocaklar yapılır, üç gözlü ocak mesela. Üç çeşit yemek pişer. Bekçiler vardı; bizim bağa çıkmamızı beklerlerdi. Tabii onların kalacağı yer toprak. Bir asma dibinin toprağını çukurlaştırırlar, bir insanın yatacağı kadar. Orada yatarlar. Biz bağa çıkınca, bizim bağda yer yaparlar kendilerine. Çünkü öğlen-akşam soframıza bir ilave vardı. Bekçiler, bizimle yerlerdi.
Mehtapta gece âlemleri. Kadın, erkek yok. Büyük, küçük yok. Enteresandır. Pabuç çarpma oynanır aileler yan yana gelince. Mesela aile reisleri. Kimisi avukat, kimisi hükümette görevli, kimisi de işlerini takip etmek için şehirdedir. Gündüzleri şehirde olan bu kişiler merkeplerin üzerine yerleştirdikleri heybelere bütün ihtiyaçları koyar, gönderirler. Onun gelişi bile bir çocuk ruhunda o kadar enteresan bir hava yaratır ki…
Renkler o zaman bizimle başka türlü konuşur idi; bir sarı renk, bir yeşil renk, bir kırmızı renk, bir mavi renk bize çok şeyler söylerdi. Bugün konuşmuyor hiçbiri. Çocuk ruhu işte. Akşam aile reisleri gelir. Eğer mehtapsa toparlanılırdı. Bir yol vardı. Yolun iki tarafında pabuç çarpma oyunu oynanırdı çocuklarla. Ve akşam tabii havai kibritler gelir, biz onlarla oynardık. Uçurtmalarımız var, yarış yapardık. ‘Afacan’ mecmuası vardı o zamanlar. Ben onun abonesiydim. Faruk da ‘Çocuk Sesi’ mecmuasının abonesiydi. Belirli bir yaş bölümü için oldukça faydalı olan mecmualardı. Bugünküler gibi değildi. Bu dergilerde bir Tarzan, bir Baytekin vardı. Pire Nuri vardı. Faruk okur bana verir, ben okur ona verirdim dergiyi. Böyle bir kardeşlik havası içinde büyüdük. Hâlâ hatırımdadır. Öyle bir çocuk ki saçının arkası dimdik. Yaramazlığı bütün görünüşüyle belli oluyor.

Paylaş Tavsiye Et