1916’da Fatih’te dünyaya gelen Hikmet Öğüt, Kurtuluş Savaşı’nda milli mücadele içerisinde yer almış din adamı Hacı Cemal Öğüt ve babasının “dahiliye nazırı” diye hitap ettiği Münire Hanım’ın kızlarıdır. Yaşayan, soluyan bir tarih olan Hikmet Hanım, duru İstanbul Türkçesi, nezâketi ve edebiyle son Osmanlı hanımefendilerindendir. Çok sevdiği babasının fotoğraflarıyla donattığı ve zamanın adeta geçmişte donduğu evi, yabancılaştığı çağa karşı bir sığınak gibidir. Geçtiğimiz ay dâr-ı bekâya göçen Hikmet Hanım artık aramızda değil, ama anlattıklarıyla bizi 20. asrın ilk yarısına buyur ediyor.
Hikmet Öğüt 1916’da Fatih’te dünyaya gelir. Moralı olan ailesi savaşlar sebebiyle İstanbul’a göç etmiştir. Annesi ve kardeşleri; Fatih, Sarıgüzel Mahallesi’nde ikâmet eden dayıları Hacı Ali Rıza Zeynel Abidin Efendi’nin yanına yerleşir. Hikmet Hanım’ın babası Hâfız Cemal Efendi, Haseki Medresesi’nde ders vekili olan Hacı Ali Efendi’nin talebesi ve manevi evlâdıdır. Aynı zamanda Mehmet Âkif’in komşusu olan Hacı Ali Efendi’nin evinde görüp talip olduğu Münire Hanım’la 1906’da evlenirler. Dikişte mâhir olan Münire Hanım gelinliğini kendi diker. Uzun yıllar Hikmet Hanım’ın gardırobunda sakladığı, İstanbul’da Batı modasının hızla yayıldığı bir dönemi yansıtan ve hâlâ dikildiği günkü parlaklığı koruyan kıyafetler, bugün Sadberk Hanım Müzesi’nde sergilenmektedir.
Büyük İstanbul Yangını
Hikmet Hanım iki buçuk yaşındayken büyük İstanbul yangını gerçekleşir. Balat’tan Yenikapı’ya kadar 70 bin ahşap ev yanar. Bunlardan biri de Hikmet Hanım’ın doğduğu evdir. Günlerce Fatih Camii avlusunda yatan aile, Beşiktaş Akaretler yokuşunda 1.5 dönümlük bir arazi üzerine inşa edilmiş bir konak satın alır. Konak, Hikmet Hanım hangi padişahın kızı olduğunu hatırlayamasa da, hanım sultanlardan birine aittir. Padişahlık ilga edilince hânedan mensupları yurt dışına gitmek zorunda kalırlar. İstanbul’a gelen haberler; Avrupa’da sultanların garsonluk, şehzadelerin bulaşıkçılık yaptığı yönündedir. Hânedan mensupları bu zilletten kurtulmak için acilen memleketteki emlâkinin satılmasını ister. Cemal Bey’in satın aldığı konak mezkûr mülktendir.
Eğitimi
Köklü bir aileye mensup olan Hikmet Hanım’ın ilk öğretmeni, Kur’an hocası da olan annesidir. Bir çocuk 4 yaş 4 ay 4 günlükken Kur’an okumaya başlatılırsa, Kur’an-ı Kerim’den bir ruhaniyet tecelli eder; o çocuk Kur’an okumasını nasıl öğrendiğini bilmezmiş. Münire Hanım iki çocuğuna da bu yolla eksiksiz, yanlışsız Kur’an okumayı öğretir. Çocuklarını ihtimamla yetiştirmiştir. Yaramazlık yaptıklarında ne kulaklarını çeker, ne de azarlar. Ancak uyguladığı bir ceza vardır ki Hikmet Hanım ömrünün son yıllarında dahi tesirinden kurtulamamıştır: Yalan söylendiği vakit kaynar su içirme cezası. Çocukluk korkusunu üzerinden atamayan Hikmet Hanım’ın 87 yaşında iken sıcak çay içemediğine şahidimdir.
Altı yaşındayken Raif Ogan Bey’in Beşiktaş’ta açtığı kız erkek karışık olan Şark İdadisine başlar. Mektep ücretlidir ve ancak kalburüstü ailelerin çocukları gidebilmektedir. Raif Ogan Bey rasgele hoca seçmemiştir; hocaların ekserisi profesördür. Cemal Öğüt Bey de din dersi hocasıdır. Harf Devrimi’ne kadar Kur’an-ı Kerim dersi vardır, diğer dersler de haliyle Kur’an harfleriyle öğretilir. Hikmet Hanım’ın şehadetine göre halk, Harf Devrimi’ne muhalefet etmez; alkış budalasıdır. Alfabe değiştirilince medenî olduklarını sanırlar. Eğitim sistemi tam oturmadığı için her branştan dersler okutulur. Tarih, coğrafya, Osmanlıca, fen bilimleri ve yabancı dillerin okutulduğu mektepte; Hikmet Hanım, dayısı Mehmet Tevfik Sorbonne mezunu olduğu için Fransızca’yı tercih eder. Çocukluk hatıralarında mühim bir yeri olan Mehmet Tevfik Bey, İngilizce, Arapça, Farsça, Rumca, Fransızca ve Almanca bilir. İzmir müddeiumumisidir (savcı). Fransa’da yaşadığı vakit Piyer Loti’yle tanışan Mehmet Tevfik Bey onu İstanbul’a davet eder. Eyüp sırtlarında gezintiye çıkarlar, soluklanmak için bir kahveye girerler. Mehmet Tevfik Bey kahveciye sipariş verirken Piyer Loti’ye çevreyi tanıtmaya devam eder. Kahveci yanlarına geldiğinde Mehmet Tevfik Bey’e niçin “gavurca” konuştuğunu sorar. O da Piyer Loti’yi takdim eder. Kahveci de elini masaya vurarak; “Öyle mi, o halde bu kahvenin adı bundan böyle Piyer Loti kahvesidir!” der.
Okulunu çok seven Hikmet, anemi olduğu için orta mektebi bitirdikten sonra eğitimine üç yıl ara verir. Nihayet on altısında iyileşir ve liseye başlar. Nişantaşı Kız Sanat Okulu henüz açılmıştır. Orada da üç yıl boyunca nakış, dikiş, yemek pişirme, model çizme ve resim dersleri alır. On dokuzunda mezun olur. Okulun karşısında devrin mühim sanatkârı Münir Nurettin Selçuk ikamet etmektedir. Girişken bir yaratılışı olan Hikmet, Münir Bey’le tanışmakta gecikmez. Yirmi sene boyunca kardeşi Ali Rıza’yla Harbiye, Şan Sineması’nda Münir Bey’i dinlemeye gider. Şan Sineması’nda ilahi okunduğu vakit Cemal Bey de çocuklarına eşlik eder. Hikmet Hanım Klasik Türk Musikîsi’nin yanında sinemayı da takip etmeye çalışır. Ali Rıza ile yalnızca kültürlü filmlere giderler. Bugün çokça eleştirilen; mankenlerin, güzellik kraliçelerinin filmlerde oynaması o devirde başlamıştır. İlk güzellik kraliçesi Keriman Halis filmlerde boy gösterir. Keriman, Hikmet Hanım’ın Şark İdadisi’nden mektep arkadaşıdır. İhtiyar parmağı kesik saçlı kızın fotoğrafının üzerinde, kaşlarını çatarak; “Aslında Feriha Tevfik seçilmişti; ama o soyunmadı. Keriman o yüzden birinci seçildi.” derdi.
Kardeşi Ali Rıza ve Aile Hayatı
Münire Hanım, Hikmet’ten on iki yaş küçük olan oğluna dayısının ismini verir. Kabataş Lisesi’ni bitiren Ali Rıza, Teknik Üniversite’ye başlar. Ablası gibi anemi olduğu için okulu bırakmak zorunda kalır. Tedavi masraflarını babasına karşılattığı için çok mahcuptur. Hikmet’le paralarını birleştirip otomobil alırlar, taksiye çevirirler. Geliriyle masraflarını karşılarlar. Bu vesileyle ikisi de otomobil kullanmayı öğrenir. Hikmet Hanım İstanbul’un ilk kadın şoförü unvanını alır. İnsanlar onu direksiyon başında görünce yadırgarlar. Çünkü trafikte ondan başka hanım sürücü yoktur. Ancak tüm bu çabalar Ali Rıza’nın genç yaşta terk-i diyar eylemesine mani olmaz. Cemal Bey cenaze namazını kıldırmak istese de yüreği dayanamaz, tabutun başında yığılıverir.
Saadetli bir yuva içinde yaşamış olan Hikmet Hanım ömrünün son yıllarında eski günlerini özlemle yâd eder. Onun nazarında problemli bir ailede yetişmiş çocuklar eksik terbiye görmüşlerdir. Neredeyse her ihtiyarın, yaşadığı çağa yabancılaşmasını andırır biçimde; o da dünyanın gidişine isyan eder. Tepkisini şu sözlerle dışavurur: “Vallahi bu dünya benim dünyam değil! Elhamdülillah ki böyle yapayalnız kendi kendime yaşıyorum.”
Çocuk İhtiyar
Hikmet Hanım artık aramızda değil. Her canlı gibi o da dâr-ı bekâya göçtü. Eşyası birer birer eksilen salonunda son adımlarımı atıyorum. Onunla geçirdiğim son gün zihnimde canlanıyor. İnce, titrek sesiyle duvarlardaki fotoğrafların kimlere ait olduğunu söylüyor. Sıra Satiha Sultan’a gelince mütebessim çehre değişiyor. Daima ışıldayan bal rengi gözlere hüzün gölgesi düşüyor. Sultan’ın hazin hikayesinden sonra, Hikmet Hanım’ın meşhur defterine geçiyoruz. On dördünde yazmaya başladığı defterini yeni misafirine göstermekten hoşnut, lambanın yanına geçip eline pertevsizi (büyüteç) alıyor. Okumakta zorlanınca devreye giriyorum. Okumayı yeni sökmüş iki çocuk gibi Osmanlıca şiirleri anlamaya çalışıyoruz. Bana büyük şairlerin, ediplerin el yazılarını gösteriyor. Gençliğinde el işlerine düşkün olduğu için gözlerini bozduğunu söyleyip beni uyarıyor. Duru İstanbul Türkçesiyle hatıralarını nakletmeye devam ediyor. Jestleri, âhenkli sesiyle uyum içinde. Anlattıklarıyla 20. asrın ilk yarısını, oradan kopup gelen evine buyur ediyor. Her hatırayı yeniden yaşıyor. Artık söylediklerini seçemiyorum. Şefkatle çocuk ihtiyarı seyrediyorum. Gözlerim yavaşça evin eşyası üzerinde gezinmeye başlıyor. Evden çıkıp Akaretler yokuşundan inerken, hatırası zihnimin bir köşesine kaydoluyor.
Paylaş
Tavsiye Et