Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (April 2005) > Yüzleşiyorum > Milletin yurdu tarihtir
Yüzleşiyorum
Milletin yurdu tarihtir
KAPİTALİST sistemin merkezinde gerilim arttıkça, taşranın nabzı yükseliyor. Kalp sektesine maruz kalmaması için yegane yol, merkezce tanımlanan ilişkinin dışına çıkmasıdır. Bunu yapabilmesi kendi kimliğini yeniden tanımlamasına, ne’ye ve nereye ait olduğunu derinden kavramasına bağlıdır. Merkezin kelimeleriyle düşünen taşra, iddia sahibi olamaz. İddiası olmayan, aşağılanmaktan kurtulamaz. 
Birkaç gün önce, Türk siyasî düşüncesinin zirve isimlerinden Prof. Kemal Karpat ile söyleşiyorduk. Dobruca’da doğup büyüyen, sonra üniversite tahsilini Türkiye’de yapıp ABD’ye giden ve orada zanaatının büyük isimleri arasına giren tarihçi-sosyal bilimci, dört saatlik buluşmada bize hayatını ve eserini bütün incelikleriyle özetledi. Niçin hocalığınızı Türkiye’de değil de ABD’de sürdürdünüz sorusuna cevabı sarsıcıydı: “Dobruca’da, bütün Rumeli’de, Türk ile Müslüman aynı şeydi. Karşımızda ise, kendini modern, medenî filan diye tanımlayan ‘Avrupalı’ vardı. Biz bu bilinçle büyüdük. Türkiye’ye gelince, Türk ile Müslümanın ayrı anlamlarda kullanıldığını gördük. Neticede, Türk kalabilmek için Amerika’ya gittim. Orada rahatça Türkleştim.”
Türk olmak niçin ve nasıl Müslüman olmakla özdeş olabilir? Bugünün gençleri için anlaşılması biraz zor gibi gözüken bu mesele, Bu Ülke’de yüz yıl öncesine kadar yaşayan insanlar için ekmek kadar, su kadar tabiiydi. Seksenbeş yıl kadar önce, Said Halim Paşa şöyle yazıyordu: “Her milletin kanun ve an’aneleri, üzerinde yaşadığı topraktan daha kıymetli bir manevî vatandır. Çünkü insan topluluklarını millet haline getiren onlardır. Başka bir kavmin tahakkümü altına düşen millet, toprağını değil, kanun ve an’anelerini kaybettiği için bağımsızlığından olur. Üzerinde yaşadığı toprağı çoğu zaman terke mecbur olmadığı ve belki de ondan daha da fazla istifade ettiği halde esirdir, çünkü millî değerlerini kaybetmiştir.”
Millet, milliyet, millî değerler.. bugün yeni baştan tanımlanması gereken kavramlardır. Özellikle, Küresel Kapitalizmin emekliye ayırmak istediği ulusçu (veya ulus-devletçi)lerin bu kelimeleri muharref çerçeveleri içinde kullanmaya devam etmelerine dikkat kesilmeliyiz. Küreselleşme, aslında uluslaş(tır)ma ile başlayan bir sürecin doğal sonucudur. Bugün ulusçuların, karşısında acze düştükleri eski efendileri olan küresel aktörlere karşı milleti vatan kurtarıcılığına çağırmaları boşunadır. Çünkü milletin yurdu vatan değil, tarihtir. Kerkük’ü Diyarbakır’dan, Bahçesaray’ı Erzurum’dan, Saraybosna’yı Edirne’den ayrı tahayyül eden; ne Diyarbakır’ı elde tutabilir, ne de Erzurum ve Edirne’yi.
Modern Türk devleti, milletin tarihle bağını kesti. Daha doğrusu, hâkim Avrupa Devletleri’ne, milletin yurdunun tarih değil vatan (sınırlarını Efendilerin kabul ettiği bir toprak parçası) olduğu taahhüdünde bulundu. Bugünse, günün ‘Avrupa’sı karşısında vatanı elde tutmaya çabalıyor. Çünkü sınırlar yeni baştan çizilmek isteniyor ve devlet ipin ucunu kaçırmış durumdadır. İçerideki yegâne dayanağı olan milleti çok yakın zamanda bile ‘iç düşman’ ilan edecek kadar kafa karışıklığı yaşamıştı. Millet ise, böyle bir devlete karşı, Avrupalı Efendilere sığınmanın çare olabileceği vehmine düçardır. Hülasa, Millet ile Devlet bugün yeni bir misak çerçevesinde buluşturulamazsa, ikisinin de geleceği karanlıktır.
 
Avrupa Ne Demektir?
Biz Avrupalılar (nos Europai) ifadesini ilk defa 1623 yılında İngiliz filozof Francis Bacon’ın kullandığı söylenir. Asyalı, Afrikalı gibi sıfatların tarihi ise 19’uncu yüzyılın ötesine gitmez. Avrupa kelimesinin kökeni kurmaca bir kaçırılma ve dönüştürme tarihine sahiptir. Europa, Sidon sahilindeki Tire kentinin kralı Agenor’un kızıydı. Güzel bir gün, beyaz bir boğa kılığındaki Zeuss tarafından kaçırıldı. Zeus, çocuklarına yurt olacak ve onun adını taşıyacak olan kıtanın sahilinde, Europa’nın ırzına geçti.
Herodot Cevdet Hasan Kaçan’ın kulakları çınlasın! Herodot’un naklettiği rivayete göre, Girit tüccarı Europa’yı boğa biçiminde bir gemiyle kaçırıp kralları Asterius’la evlendirdiler. Sonraki nesiller Giritlilere Avrupalı dedikleri, Europa ise neticede Asyalı bir kadın olduğu için, bu kaçırılma işi Asyalılarca hep bir hakaret olarak algılandı. Bilahare Küçük Asyalı Truvalılar, Menelaus’un karısı Helen’i kaçırarak intikam aldılar. Menelaus’un kardeşi Agamemnon bir ordu kurup denizi geçti ve Avrupa tarihindeki en ünlü savaşı başlattı. Yunan-Pers Savaşları uzun bir kapışmanın girizgâhı oldu. (Herodot’un dilinde Pers, Asyalı demektir.) Truvalıları Fenikeliler, Osmanlılar ve Ruslar takip etti.
Avrupa mitinin iki sütunu daha var. Biri, Truva’nın enkazından kurtulup İtalya sahillerine ulaşan ve Roma’yı kuran Aeneas. Virgil, Roma’nın kuruluşunu anlatırken, Truva kimliği ile bağı devam ettiren bir hikâye nakleder. Yerli Latin halkı ile Truvalılar arasındaki kapışmada her bir tarafı tutan tanrılar sonunda savaşı bitirmeye karar verirler. Latin tarafını tutan tanrı Juno, iki halk arasında evlilik yoluyla yeni bir halk meydana getirilmesine rıza gösterir. Bir şartla: Bu yeni ırk Latinlere benzeyecek, Latinler gibi giyinecek, Latince konuşacak ve an’aneleri Latin olacak! Doğulu atalarından tek tevarüs edebilecekleri şey tanrıları olacak, çünkü bunlar aynı zamandaYunanlıların tanrılarıdır ve bütün insanlığa aittirler. Diğer (üçüncü) sütun, İsa Mesih’tir. Hıristiyanlık bir Asya dini olarak ortaya çıktı ve Latin dünyayı dönüştürdü. Hülasa edersek, Avrupa’ya adını, kaçırılıp ırzına geçilen Asyalı bir kadın; siyasî/kültürel kimliğini Asyalı bir sürgün; dinini ise Asyalı bir peygamber verdi.
Avrupa’nın Asya’ya karşı hışmının böylece bir Ödip kompleksi olup olmadığı tartışılabilir. Tartışılamaz olan, Avrupa kavimlerinin son ikiyüz yılda dünyaya damgalarını vurduklarıdır. Keza, sözkonusu üstünlüğün 21’inci yüzyılda sürdürülmesinin imkânsız gözükmesi bir başka vakadır. Bütün bu gelişmeler çerçevesinde Mümkün Türkiye tasavvuru nasıl olabilir? Önce Birleşik Avrupa’nın mümkün olup olmadığına bakalım.
 
AB, Almanya’yı Kontrol İhtiyacından Doğdu
AB projesinin gündeme getirilmesinde dikkatimizi çeken ilk husus, Fransız devlet adamlarının bu işin planlayıcısı ve başlatıcısı olmalarıdır. Fransızlar savaşın galip tarafındaydılar ama, herkes biliyordu ki aslında savaşı ABD kazanmıştı. Asıl mesele, dünya sisteminde İngiltere’nin doğal geri çekilişiyle boşalan yeri hangi devletin dolduracağıydı. Almanya 1914-18’deki ilk savaşı kaybetmekle beraber, iddiasını kaybetmemiş, tam aksine, Hitler’le beraber yeni bir hamle yapmıştı. Bu hamleyi Sovyetlerin karadan desteğiyle boşa çıkartan ABD, savaş sonrasının mutlak hegemonu olacaktı.
Birkaç asırdır dünya ekonomi ve siyasetinin merkezinde yer alan, fakat üst üste iki savaşla kendine inancını yitiren Avrupa, Berlin Duvarı ile ikiye bölündü, bir yanı Washington’a, diğer yanı Moskova’ya bağlandı. AB projesi, bir yandan bu bölünmeyi ortadan kaldırıp, Avrupa’ya dünya sistemi içinde yeniden ağırlık (ve onur) kazandırma; bir yandan da, bölünme ve zayıflamanın ana nedeni sayılan Almanya’yı denetim altında tutma girişimiydi. Elli yıllık bir çabayla, her iki amaca da önemli ölçüde ulaşıldığı söylenebilir. Avrupa yeniden tarih sahnesindedir. Fakat ekonomik gücünü siyasî güce dönüştürme başarısını henüz gösterebilmiş değildir. Bunu yapması, Birleşik Amerika’yı dengeleyebilecek bir silahlı güce sahip olmasıyla mümkündür ki, yakın gelecekte ihtimal dahilinde gözükmemektedir.
Avrupa ilk elli yıllık süreçte etkili bir bölgesel güç olma peşindeydi. Bunu başarıyla tamamlaması halinde, küresel bir oyuncu olma arayışına girebilirdi. Bölgesel Avrupa’nın batı sınırı Atlantik, doğu sınırı Rusya-Ukrayna-Türkiye hattıdır. Avrupa bir dünya gücü olmayı, Avrasya derinliğine rahat açılabilir olmakla başarabileceğine göre, özellikle Ruslarla ve Türklerle nasıl bir ilişki içinde olacağını iyi hesap etmek zorundaydı. Hesaplarının şu ana kadar tuttuğunu söyleyebiliriz. ABD’nin son iki yıldaki üç temel adımının (Nükleer füze savunma sisteminin gündeme getirilmesi, Afganistan’a yerleşme ve Irak operasyonu) evvel emirde Avrupa’nın hesaplarını boşa çıkarma girişimleri olduğunu söylemek abartı değildir. Evet, Rusya da, Türkiye de henüz birleşik Avrupa’nın içinde değildirler; ama dışında da değildirler. Bu postmodern yanaşma statüsünü minimum maliyetle benimsetmiş olmak, Avrupa siyasî tecrübesinin göstergesidir. Almanya’nın, Doğu Almanya’dan askerlerini çekmesi için Rusya’ya verdiği (çoğu makine şeklinde) 80 milyar Marklık rüşvet, Alman ekonomisine ekipman ve yedek parça talebi olarak geri dönmekte; Türkiye’ye sunulan Gümrük Birliği rüşveti ise aksi tesir yapmaktadır. GB, Türkiye ekonomisine herhangi bir yarar sağlamamıştır.
 
Türkiye-AB İlişkileri Çok Boyutludur
Otuz yıl önce Türkiye-AET ilişkilerini salt ekonomik bir çerçevede ele alabilir, Ortak Pazar’a girelim veya girmeyelim diyebilirdik. Bugün artık o denli statik düşünemeyiz. Türkiye-AB ilişkileri iki dinamik varlık arasındaki ilişkidir. Her ikisi de devinim halindedir. Aradaki ilişki sadece bugünlerine (veya dünlerine) bakarak değerlendirilemez. Mutlaka her iki varlığın mümkün ve muhtemel geleceği hesaba katılmalıdır.
Türkiye’nin AB ile ilişkileri en az üç kademede ele alınmak zorundadır. Önce kısa vadedeki ekonomik ilişkiler düzeyinde, sonra orta-vadeli stratejik güç arayışı temelinde; en son olarak da uzun-vadede iki medeniyet arası yüzleşme düzeyinde. Birinciden başlarsak: Büyük bir pazarın üyesi olmak birçok bakımdan yararlıdır. Sözkonusu ‘ortak’ pazar, kendi üyelerine ister istemez ayrıcalıklı bir statü vereceğine göre (aksi takdirde ortak olmalarının anlamı ne?), üçüncü ülkelere karşı bir rekabet üstünlüğü elde edilecektir. Nitekim Alman Prenslikleri arasında 1834’de kurulan Gümrük Birliği (Zollverein) sayesinde büyük bir Alman pazarı oluşmuş, kırk yıla varmadan da Alman Millî Devleti kurulmuştu. Bir şirket ne kadar geniş bir pazara engelsiz hitap ederse, o kadar gelişme imkânı bulur. 19’uncu yüzyıl ortalarında, İngiliz rakiplerinden en az 50 yıl geride oldukları kabul edilen Alman şirketleri, 1880’lerde rakiplerinin çoğunu sollamışlardı.
Bu süreçteki iki temel faktörden biri gümrük birliğiyle oluşan geniş pazar, diğeriyse (İngiliz sisteminden tamamen farklı olarak) Almanlara özgü banka-sanayi stratejik işbirliği idi. Deutschebank, Commerzbank gibi yatırım bankaları, yeni kurulan sanayi şirketlerine ortak olmuş, onlara 10-20 yıl gibi uzun vadelerle yatırım kredileri temin etmişlerdi. (Deutschebank bugün bile 400 dolayında sanayi şirketinin ortağıdır!) Türkiye, AB’nin normal bir üyesi sıfatıyla Gümrük Birliği’ne dahil edilmiş olsaydı, belki birtakım avantajları olabilirdi. Fakat AB üyesi olmadan GB üyesi olunca, sadece dezavantajlarla yüzyüze kaldı. Kaldı ki, Alman örneğini esas alırsak, sadece geniş bir pazara girmiş olmak yetmez; Türkiye’nin kendine özgü bir stratejik üstünlük geliştirmesi gerekiyordu. Siyasi ve ekonomik elit; tarihsel, kültürel ve toplumsal imkânlarımızdan hareketle bu üstünlüğün ne olabileceğine kafa yoracakları yerde, sadece bir an önce Avrupa trenine binmeyi düşündüklerinden, krizler ülkesi haline geldik. Özetle, ekonomik ilişkiler düzeyinde, AB üyeliği Türkiye için sınırlı bir avantaj sağlayabilir; ama Türkiye’nin (tıpkı 19’uncu yüzyıl Almanya’sı gibi) kendine özgü üstünlüklerini keşfetmeden ve bunları hayata geçirmeden, sadece büyük bir pazarın içine girmekle ‘köşeyi döneceğini’ ummak safdilliktir. Gücünü (AB ve ABD’nin de yöneldiği) Asya’dan alabilecek bir Türkiye, Avrupa ile ekonomik ortaklıktan güç devşirebilir. Aksi halde, Avrupa trenine atlamakla otomatik biçimde zenginleşmek ham bir hayaldir.
Dünya sistemi içinde stratejik müttefik edinme düzeyinde Türkiye-AB ilişkilerini ele alacak olursak, AB üyesi olmadan da Avrupa’ya yakınlığın Türkiye’ye büyük yararı olacaktır. Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası dış siyaseti, maliyeti yüksek bir simetrisizlik göstermektedir. Ekonomik ve ticarî ilişkilerimizin üçte ikisi AB ile, sadece %5’i ABD iledir. Böyle bir durumda, siyasî-askerî angajmanımızın neredeyse %90 ABD eksenli olması sürdürülebilir değildir. Askerî güç elbette önemlidir, ama Türkiye dünyanın 30. ekonomik gücü olarak 6. askerî gücü olmayı zaten devam ettiremez. Aradaki açığı ABD’nin (kısmen de İsrail’in) doldurması, hem iktisadî, hem tarihî-coğrafî realiteye terstir. İktisadî realiteye terstir, çünkü ABD zaten ekonomik gücünün aşınması karşısında telaşa düştüğü için büyük askerî operasyonlar peşindedir. Türkiye için ayıracağı herhangi bir kaynak yoktur. Tarihî- coğrafî realiteye de terstir, çünkü ABD, Avrasya’nın parçası değildir. Orta Doğu’da İsrail’in manevra alanını genişleterek kendine daha etkin bir karakol oluşturmak; böylece bölgenin kaynaklarını daha rahat sömürmek istemektedir. Türkiye’nin orta vadede AB ile ABD arasında sağlıklı bir denge kurması, kendi elini güçlendirecek, ekonomisini canlandıracak ve tek merkeze bağımlılıktan kurtaracaktır.
Medeniyetler arası yüzleşme düzeyindeyse, Türkiye-AB ilişkileri en riskli, ama aynı zamanda en heyecan verici sonuçlara gebedir. Bu sonuçlar, Türkiye AB üyesi olsa da olmasa da geleceğimizi biçimlendirecektir. Avrupa modernliği yarattı; medeniyeti, kapitalizmi, küreselleşmeyi yarattı. Bütün bu kavramlarla anlatılan, aslında hep aynı hikâyedir: Avrupalı üstündür. Onun düşünme ve iş yapma tarzı, evrensel geçerliliği olan bir tarzdır. Bu anlamda, tarihin sonuna varılmıştır. Diğer toplumlara düşen, bunu efendice kabullenmeleri ve belirlenen yoldan tıpış tıpış yürümeleridir. Medeniyet, nötr anlamda şehirleşme demekse de, normatif anlamda Avrupa hayat tarzı demektir. Modernlik, yeniye tapınmadır. Yeni olan herşey, eski olandan iyidir! Çünkü daha ileridir! İlerleme düşüncesi, modernliğin bel kemiğidir. Küreselleşme bunlar arasında en nesneli gibi gözükse de, sadece iletişim teknolojilerindeki başdöndürücü gelişme sayesinde dünyanın dört bir yanındaki ekonomik, siyasi ve kültürel süreçlerin birbirlerine bağlı hale gelmesi değildir. Küreselleşme, esas olarak, belirli merkezlerde üretilen fikir ve değerlerin, küresel kabulünü hedeflemektedir. Bu değerlerse esas olarak tekelci/kapitalist dünya sisteminin sürdürülmesine yaramaktadır. Her türlü serbest ekonomik-siyasal-kültürel ilişkiyi boğan, gerçek rekabete, gerçek çoğulculuğa hayat hakkı tanımayan bir dünya sistemi.
Kapitalizmin özü, incelikli tekel mekanizmaları sayesinde, hak gasbını gerçekleştirmek ve meşrulaştırmaktır. Tarihte servet ve gelir paylaşımını bu derece kutuplaştıran, dünya nüfusunun %10’una, dünya servetinin %90’ını üleştiren başka bir sosyal sistem var olmamıştır. Bu marifeti liberalizm (yani serbestlik) ve demokrasi (yani halk idaresi) gibi iki masum kelimenin arkasına gizlenerek yapmayı da ayrıca beceren bir haydutluk sistemidir bu. İnsanlar 1400 yıl önce Mekke’de İslam Peygamberinin davetine icabetlerini dile getirirken, Allah’a ortak koşmayacakları ve kimsenin malını gasp etmeyecekleri sözünü veriyorlardı. Bütün kadîm öğretilerin vazettiği budur. Türkiye günün birinde AB üyesi olsa da olmasa da, bu ülkede kendini Müslüman hissedenlerin “gaspçı” bir medeniyetle hesaplaşması derin bir mesele olarak varlığını devam ettirecektir.
 
Millet, Devleti Kurtaracaktır!
Kemal Karpat ile söyleşimizde, tecrübeli bilgin şöyle bir değerlendirme yaptı: Üçüncü Selim’den beri yapılagelen bütün ıslahatlarda hedef devleti güçlendirmek olmuştur. Oysa ıslahatın asıl hedefi milleti güçlendirmek olmalıdır. Millet güçlenirse, devlet ayakta kalır. Devletimiz, milletin karşısında bir korku duvarı gibi durmaktan vazgeçmelidir!
Devletlerin birinci amacı, devletliklerinin temeli olan vatanı (mülkü) korumaktır. Resmî ideolojiler, bu amaca hizmet eden fikrî kurgulardır. Vatan tehlikeye düşmüşse, ideoloji yeniden kurgulanmak zorundadır. Yüz yıl önce, bu topraklarda yönetici elitin önünde dört temel ideoloji (dört tarz-ı siyaset) bulunuyordu: İslamcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük ve Batıcılık. Yönetimin bunlardan herhangi birini tercih etmesi, yöneticilerin kişisel tercihi (mesela daha dindar olanın İslamcılığı, şarap içenlerin Batıcılığı tercih etmesi) değildi. Hangi siyaset mülkün muhafazasına daha fazla yarayacaksa, o tercih edilecekti. 1920’-lerde kurulan yeni Türk Devleti, düvel-i muazzamanın baskısı karşısında, Batıcılık ve sınırlanmış bir Türkçülük siyaseti ile Anadolu ve Şarkî Trakya’yı elde tutmayı başardı.
21’inci yüzyıl, yeni tehditlerle (ve yeni fırsatlarla) geliyor. Bölgesinin derinliğine doğru genişleyemeyen devletler, kendi içlerine doğru küçülmek zorundadırlar. Bu, Almanya için olduğu kadar, Türkiye için de geçerlidir. Ya etkinlik alanınızı genişletecek, yahut içe doğru büzülecek ve iddiasız, sıradan bir toplum/devlet sistemi olacaksınız. Almanya’nın etkinlik alanını, Soğuk Savaş sonrası on yıl içinde Rusya sınırlarına kadar genişletmesi, Türkiye’ninse İran, Irak ve Libya gibi tarihî ve coğrafî hayat alanından geri püskürtülmüş olması bu bakımdan dikkate değer gelişmelerdir.
AKP’nin iktidara gelişi iktidarı sadece Türkiye’de halkın korku duvarı devlete isyanı olarak değerlendirilmemelidir. Her ne kadar AKP kurmayları seçim öncesinde iktidara değil, sadece ‘iş başına’ gelmek istediklerini vurgulamışsalar da, şartlar onları iktidarın tabiatını dönüştürmeye zorlamaktadır. Bunu yapabildikleri ölçüde, milleti gerçek yurtları olan tarihle buluşturacak; devleti de Sistem’in ayakları altında ezilmekten kurtaracaklardır.
Biraz daha açalım: Türk ile Müslüman arasında devletçe tanımlanan farkın ortadan kaldırılmak zorunda olduğu bir uğraktayız. Devlet, 80 yıllık ‘Türkçülük-Batıcılık’ siyasetinin vatanı korumaya yetmediğini görmeye başlamıştır. ABD’nin Irak operasyonu, etkinlik alanını genişletemeyen bir Türk Devleti’nin içe doğru büzüleceği ve belki de ayakta kalma imkânını topyekün yitirebileceği endişesini yaratmıştır. Türkiye Cumhuriyeti, 20’nci yüzyıl başlarındaki dört tarzı siyasetten ikisinin bileşiminden bir milli siyaset türetmişti. Bunlar Türkçülük ve Batıcılık siyasetleriydi. Şimdi diğer ikisinin sunabileceği hayat iksiriyle yaşamaya mahkumdur: Osmanlıcılık ve İslamcılık.
Devletin mahkum olduğu bu seçenek, aynı zamanda 50 yıldır halkın da arzu ettiği, her fırsatta oyuyla dillendirdiği seçenektir. Devlet partisi CHP karşısına çıkan Menderes-Demirel-Özal-Erdoğan hattına dikkat edilirse, her halkanın biraz daha dindarlaştığı ve dolayısıyla Osmanlıcı-İslamcı bir siyaset için uygun vasat oluşturduğu görülür. (Osmanlıcılıktan kasdımız, cumhuriyetten saltanata doğru biçimsel bir rejim değişikliği değil; Türklüğü ve Müslümanlığı, Kürt, Arap ve benzeri unsurları gerçek anlamda kuşatmaya çalışan bir çerçeveye oturtmak, özetle Said Halim Paşa’nın söylemine dönmektir.)
AKP iktidarına yol açan genel seçimde 80 ilin 57’si AKP’yi, 12’si de DEHAP’ı birinci parti yaptı. Bu durum, korku duvarı devletin alışılagelmiş söylemi içinde aslında iki iç düşmanın (dindarlarla Kürtlerin) başkaldırısıydı. ‘Devlet Partisi’ CHP sadece 11 ilde birinci olabildi. Devlet ya bu gerçeği içine sindirip gönüllü bir dönüşüm sürecine girecek, yahut kendinin ve milletin varolma imkânlarını (AB, ABD ve İsrail lehine) yok edecektir. Türkiye ya Asya derinliğine doğru büyüyerek Avrupa’ya girecektir; ya Avrupa derinliğine doğru küçülerek Asya’ya geçişin asma köprüsü olacaktır.
Millî tercih, milleti yurduna yani tarihine kavuşturan tercihtir.
  
Avrupa siyasî bir cücedir
Birleşik Avrupa, Almanya’yı denetim altında tutma endişesinden doğdu. Kolları bağlı olmayan bir ‘Germanya’nın neler yapabileceği iki dünya savaşı ile açığa çıkmıştı. Nazi Almanya’sı Hitlerin eseri değildi. Bu Almanya fikren birkaç asırdır, siyaseten de yarım asırdır oluşum halindeydi zaten. Oswald Spengler, 18 Aralık 1914’te bir arkadaşına şöyle yazıyordu: “Almanya’nın Roma’nınkine benzer bir misyonu vardır. Bu savaşta Londra’ya ulaşıp ulaşamayacağımızdan emin değilim. Bunu gerçekleştirmeye yönelik bir plan olduğunu biliyorum. Eğer şimdi gerçekleşmezse, tarihin talep ettiği zaferi ikinci bir savaş gerçekleştirecektir.” Dikkat ediniz, zaferi Spengler veya başka bir Alman değil, “tarih” talep etmektedir!
Tarihin talebi 60 milyon Avrupalının canına mal olunca, Avrupa sadece medeniyet ve ilerlemeye (yani kendi tarihsel başarısına!) olan inancını yitirmekle kalmadı, dünya sistemi içindeki merkezî konumunu da kaybetti. Birleşik Avrupa ikili amaca hizmet etmek için oluşturuldu: Tarihin yeni bir ‘Imperium Germanicum’ talebini kırmak; ve Avrupa’yı bir bütün olarak dünya tarihinin motor gücü haline getirmek. Elli yıllık çaba, ekonomik bir zafere, fakat siyasî ve kültürel hezimete baliğ oldu. Birleşik Avrupa bu haliyle yeni bir dünya düzeninin oluşmasına ciddi katkıda bulunamaz; dolayısıyla da ABD’nin Avrasya planlarını dengeleyici unsuru haline gelemez!
Biraz açalım. Avrupa’nın önemli bir ekonomik güç haline geldiğine şüphe yok. Her yıl yaratılan serveti (mal ve hizmetlerin piyasa değerini) kıstas alırsak, Birleşik Avrupa aşağı yukarı Birleşik Amerika kadar zenginlik üretmektedir. Birincisi ticarette, ikincisi finans alanında diğerine göre daha aktif durumdadır. Üst üste koyarsak, Birleşik Avrupa ile Birleşik Amerika arasında önemli sayılabilecek bir ekonomik güç farkı kalmamıştır; önümüzdeki on yılda Avrupa daha şanslı gözükmektedir.
Ne var ki, bu ekonomik güç, siyasî-askerî destekten yoksundur. Dolayısıyla, Avrupa dünya siyaset sahnesinin, hatta Avrupa siyaset sahnesinin ciddiye aılnabilecek bir oyuncusu değildir. Bir şeyler fısıldamakta, fakat kendi sesi kendine bile tam ulaşmamaktadır. ABD’yi hipergüç haline getiren, Avrupa’nın bu asimetrik konumudur: Ekonomide dev, askerî alanda cüce. Şöyle de diyebiliriz: ABD bizzat çok güçlü olduğu için hipergüç sayılmıyor; Avrupa’nın akıl almaz güçsüzlüğü ABD’yi hipergüç yapıyor. Avrupa, bir Avrupa aydınının kelimeleriyle, siyasî bir özne değildir; Avrupa yoktur!
Siyasî (askerî) varlığı olmayan Birleşik Avrupa, Bosna veya Kosova gibi “iç” meselelerini bile kendi başına çözemezken, Irak ve Kuzey Kore gibi dünya meselelerinin çözümüne herhangi bir katkıda bulunabilir mi? Şayet Berlin-Paris hattı Londra’ya kadar uzanabiliyor ve Roma tarafından da destekleniyor olsaydı, en azından Avrupa-içi meselelerin çözümünü kendi başına sağlayabilirdi. Görünen o ki, ekonomik entegrasyon hangi aşamada olursa olsun, siyasî entegrasyon Avrupa’nın küresel bir güç olarak belirmesine elverecek aşamadan uzaktır. “Öteki” Avrupalılar Schröder’in sözlerini değil, onlara boyuna Spengler’in yukarıdaki sözlerini hatırlatan Amerikalıları ciddiye alıyorlar.
Avrupa’nın tek çaresi, uluslararası siyaset pazarına hukuk ve ahlâk normlarını sürmektir. Ancak, güçsüzün erdemi ne ifade edebilir? Avrupa, güçlü olduğu birkaç yüzyıl boyunca bu ahlâk ve hukuk normlarını ne kadar ciddiye almıştı? Avrupa’yı oluşturan uluslar, Avrupa-içi mücadelelerde bile bu normlara göre davranmışlar mıydı? Hülasa, ABD karşısına ahlâk ve hukuk havarileri gibi çıkmaları, samimiyetlerini değil, güçsüzlüklerini yansıtmaktadır. Bunu gayet iyi bilen Amerikan idarecilerinin “eski Avrupa”yı ciddiye alması mümkün değildir. Avrupalıların Soğuk Savaş sonrası dönemde Cezayir ve Çeçenistan gibi yerlerdeki çok açık hukuk ve ahlâk ihlallerine (çıkarları öyle gerektirdiği için) sessiz kalmaları, hatta Fransızların Cezayir’deki vahşete destek vermesi, Avrupa’nın yeni küresel dönemde uluslararası hukukun savunucusu olma iddialarını gülünçleştirmektedir.
Peki, Avrupa dengeleyici bir siyasî/kültürel odak olamayacaksa, böyle bir rolü kim üstlenebilir? Başta BM olmak üzere uluslarüstü örgütlerin son kertede ulusal çıkarların harman yeri olduğu göz önüne alınırsa, çareyi BM’den önce Rusya, Çin, vb. ulusal varlıkların hareket tarzlarında aramak zorundayız. Acaba önümüzdeki on, yirmi, otuz yıl içinde, sözkonusu toplum/devlet sistemlerinin siyasî/kültürel/ekonomik çıkarları nasıl bir hareket tarzını gerektirmektedir? ABD’nin küresel çaptaki “emperyal” emellerine hemen karşı çıkmak mı, gizli-açık destek vermek mi, yoksa bir süre seyirci kalıp rakiplerin karşılıklı güç kaybına uğramalarını beklemek mi? Unutmayalım: 20’nci yüzyılın hegemonu olacak güç (ABD), Avrupa uluslarının ilk boğazlaşmasında üç yıl, ikinci boğazlaşmada da iki yıl kendini geride tutmuş; öncelikle bütün oyuncuların güç kaybına uğrayarak meydanı boşaltmalarını sağlamıştı!

Paylaş Tavsiye Et