Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (June 2005) > Çeviriyorum
Çeviriyorum
Orta Asya’da şiddet / The New York Times, 19 Mayıs 2005
Amerikan Basını
Çeviri: Ebru Afat
Başkan Bush bir hafta önce eski Sovyet Birliği’nde seyahat ediyor, Baltık ülkeleri ve Gürcistan’daki demokratik değişimi selamlıyordu. Fakat bir başka eski Sovyet cumhuriyeti olan Özbekistan’da –ki devlet başkanı, Orta Asyalı baskıcı bir despottur– askerler 100’den fazla göstericiyi öldürünce, Bush’un da hevesi kursağında kaldı. Beyaz Saray ve Dışişleri Bakanlığı’ndan gelen ilk tepki, göstericilere şikayetlerini barışçı yollarla ifade etmelerini tembihlemekti. Washington -yine yönetimin ifadesiyle- muhaliflerini canlı canlı haşlayan bir rejime karşı ne tür araçların etkili olabileceğine dair nasihatte bulunmadı.
1989’dan beri açıkça hile karıştırılmış seçimler ve referandumlar vasıtasıyla iktidarı elinde tutan eski bir komünist memur olan Kerimov, 11 Eylül’ün potansiyel siyasî kaynağının ilk farkına varanlar arasındaydı. Eski bir Sovyet hava üssünü, Afganistan’daki operasyonlarda kullanması için Washington’a verdi; bütün siyasî muhaliflerini İslamcı terörist ilan etti ve ödülleri toplamaya koyuldu. Güvenlik tedbirleri için verilen 500 milyon dolar, Donald Rumsfeld ile Colin Powell’ın ziyaretleri ve Beyaz Saray’a davet edilmek bu ödüllere dahildi. Amerikan Dışişleri Bakanlığı Özbekistan’ı “istikrarlı ve ılımlı bir güç” etiketiyle yeniden ambalajladı.
Kerimov, Doğu Özbekistan’ın fakir bir bölgesindeki gösterileri ezebilir ve iktidarda kalabilir. Göstericiler, Gürcistan, Ukrayna ve komşuları Kırgızistan’da yaptıkları gibi, belirgin olarak hükümeti değiştirmek için ayaklanmadılar. Gösteriler hâlâ daha tehdit edici bir hale dönüşebilir; potansiyel olarak, Cumhurbaşkanı Askar Akayev’in Mart ayında barışçı yollarla iktidardan indirilmesinin ardından demokrasisini geliştirmeye çalışan Kırgızistan’a taşabilir.
Hâlihazırda İslam dünyasında bıraktığı kötü imajını silmeye çalışan Bush yönetimi, gecikmeli olarak “çok sayıda sivilin ayrım yapılmaksızın güç kullanılarak öldürüldüğünden” bahsediyor. Yönetim artık acilen Kerimov’un ipini çekmenin yollarını aramaya başlamalıdır.

Tavsiye Et
Petrol siyaseti / The Daily Telegraph, 26 Mayıs 2005
İngiliz Basını
Çeviri: Ebru Afat
Hazar Denizi ile Akdeniz arasındaki bin 770 kilometrelik petrol boru hattının dün resmî olarak açılması, ticarî bir fırsat olduğu kadar, stratejik önemi haiz bir durumdu. Bakü’den başlayıp Tiflis’ten geçerek Türkiye’ye uzanan hat, Rusya’nın uzağından geçiyor; böylelikle de Azerbaycan ile Gürcistan’ın kuzeydeki eski patronlarından bağımsızlığının altını çiziyordu. Gürcistan ve Ukrayna’daki demokratik devrimleri desteklemek ya da Kırgızistan ve Özbekistan ile üs anlaşmaları imzalamak suretiyle eski Sovyetler Birliği’nin parçalarıyla olan bağlarını güçlendiren Washington’un, projeyi güçlü biçimde desteklemek zorunda kalması oldukça şaşırtıcıdır. Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı, Moskova’nın “yakın çevresi” üzerindeki nüfuzunun ileride zayıflayacağının işaretini vermektedir.
Hem boru hattı, hem de petrol sahasında hizmet verecek en büyük tek yatırımcı olan British Petrolium (BP) için Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) projesi, beş büyük yeni kâr merkezi arasında, ilk kez tam üretime geçendir. Tamamı Orta Doğu’nun dışında yer alan bu merkezlerin diğerleri, Endonezya ile Trinidad’dakiler doğalgaz ve Angola ile Meksika Körfezi’ndekiler de petrol kaynağı durumunda. Şirketin uzak mesafeli yatırımları, Batı’nın, Körfez’in belalı suları dışındaki enerji kaynakları arayışının göstergesidir.
Sadece stratejik bir durum olsaydı, Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı inşa edilmeyecekti. Bu hat aynı zamanda ticarî bir kazançtır da. Hazar Denizi’nden Karadeniz’de yer alan Gürcistan’ın Supsa ve Rusya’nın Novorossiyk limanlarına uzanan boru hatlarının mevcut kapasitesi sırasıyla günlük 115 bin ve 160 bin varildir. Bakü-Tiflis-Ceyhan hattının 2008-2009 yılları itibariyle Hazar Denizi’ndeki kıyıdan uzak üç açılımdan günde bir milyon varil petrol taşıması beklenmektedir. Ve de Tiflis ile Astana hükümetleri arasındaki müzakerelere bağlı olarak, Kazakistan’dan petrol alan Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının kapasitesi yüzde 80 artabilir.
Bu dikkate değer mühendislik başarısı, Orta Asya’yı Avrupa’ya yakınlaştıracak ve İstanbul Boğazı’nı devre dışı bırakmak suretiyle, bu tıkalı boğazlardaki tahammül edilemez derecede ağır tanker trafiğini izale edecektir. Dört bölge ülkesinin devlet başkanları, Amerikan Enerji Bakanı Samuel Bodman ve BP başkanı Lord Browne’nun hazır bulunduğu Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının Bakü’deki açılışı, şüphe yok ki, önemli bir olaydır.

Tavsiye Et
Rusya, arabulucu olma fırsatını kaçırdı / Vladislav İnozemtsev, Nezavisimaya Gazeta, 16 Mayıs 2005
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
Özbekistan hükümetinin sivil halka karşı şiddet kullanmasını kınayan açıklamalar, yalnızca birkaç AB lideri ile AB Komisyonu sözcüsü tarafından dile getirildi. ABD hükümeti, “şiddet vakaları”ndan rahatsız olduğunu ve özellikle “cezaevinden kaçan terör örgütleri mensuplarının işledikleri cinayetlerin” endişe verici olduğunu dile getirdi. Rusya ise, “siyasî amaçlarına ulaşmak için şiddet ve yasadışı yöntemler kullanan aşırı grupların faaliyetleri”ni açıktan kınadığını ifade etti. Avrupalı ve Amerikan siyasetçilerin takındığı tavrı anlamak mümkün. Fakat sıra Özbek ve Rus hükümetlerine gelince, bu ikisinin sergilediği tutumu anlamak çok daha güç. Özbekistan’da, mevcut siyasî rejimin değişmesini isteyenler dahil, birçok İslamî örgüt varlığını sürdürüyor. Halkın gittikçe fakirleştiği ve yaşam standartlarının çok düşük olduğu bir ülkede bu tür örgütlerin meydana çıkması, kolayca anlaşılabilir bir durum. Siyaset alanında faaliyet gösterme imkanı elinden alınan bu örgütlerin başvurabilecekleri tek yöntemin terör faaliyeti olduğunu hesap etmek de zor değil. Bu durumda Özbek hükümeti yapabileceği en büyük hatayı yaptı: Silahlı kuvvetlerin sivil halka karşı kullanılması, mevcut hükümetin halk tarafından bir numaralı düşman olarak algılanmasının yanı sıra, halka ateş etme emri alan askerlerin er ya da geç bu emrin doğruluğundan şüphe ederek, isyana katılması tehlikesini de barındırıyor.
Bu olayda Rusya’nın tavrı son derece hayrete düşürücüdür. Önce, bunun terör saldırısına karşı düzenlenen bir operasyon olduğu açıklaması yapıldı. Daha sonra ise, “Andican olaylarının arifesinde Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan sınırlarının kesiştiği bölgeye, aralarında radikal İslamcılar ile Afganistan’daki Taliban mensuplarının da bulunduğu çok sayıda teröristin akın ettiği” ifadesi kullanıldı. Fakat söz konusu bölge, Afganistan sınırına birkaç yüz kilometre uzakta; ve bu açıklamayla Rusya, hem Tacikistan topraklarını denetleyemediğini itiraf ediyor, hem de sorumluluğu Kırgızistan’ın yeni hükümetine yüklemeye çalışıyor. Fakat Rus hükümetinin yaptığı en büyük hata, beceriksizce söylenen bir yalan değil. Hükümet, henüz meydana gelmemiş olayları önlemeyi başaramadığını ve durum önü alınmaz boyutlara ulaştıktan sonra harekete geçtiğini bir kez daha ispatladı. Rusya, Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan üzerindeki hakimiyetini çoktan yitirdi. Sırada Beyaz Rusya var. Mevcut şartlarda Rusya, Baltık ülkeleri, Ukrayna ve Gürcistan’dan daha az demokratik bir rejime sahip; ve bu rejime baskıcı Orta Asya ülkeleri hariç olumlu bakan yok. Andican ayaklanmasının katılımcıları da, Putin’e arabuluculuk talebiyle başvurdular. Bu talebin yerine getirilmemesi ve hatta göz ardı edilmesi, ciddi bir hatadır. Ümitlerini Rusya Başkanı’na bağlamış Özbek halkı, Putin’e bir daha elde edemeyeceği bir fırsat veriyordu. Kerimov’un, Putin’in öncülük ettiği barış görüşmelerine yanaşmaması olanaksızdı. Fakat Orta Asya’daki stratejik ağırlığının azaldığından yakınan Rusya, bölgedeki siyasî varlığını sağlamlaştırmak için hiçbir adım atmadı.

Tavsiye Et
Hükümet ile halk karşı karşıya / Oleg Panfilov, İzvestiya, 17 Mayıs 2005
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
Özbekistan, bağımsızlığa kavuştuğu ilk yıllardan itibaren muhalefet kabul etmeyen sıkı bir yönetim sistemine sahipti. Şu anda faaliyette olan hiçbir yayın organı, hükümetin belirlediği çizginin dışına çıkamıyor. Aynı şekilde muhalefet partileri de, kısa bir dönem dışında, yasal olarak faaliyet gösterme hakkından mahrum bırakıldı. Demokratik muhalefetin liderleri de ABD veya Avrupa ülkelerine iltica etmek zorunda kaldı.
Andican’da meydana gelen olaylar, son birkaç yıldır bekleniyordu. Fergana Vadisi, işsizlik oranının yüksek, toprağın az olduğu bir bölge ve sabrı taşan halkın er ya da geç ayaklanacağını tahmin etmek zor değildi.
Büyük ihtimalle İslam Kerimov, kısa vadede halk ayaklanmasını bastırmayı başarır; fakat çok geçmeden Özbekistan’ın diğer bölgeleri de bu ayaklanmaya destek verecek. Bu durumda tek bir çözüm yolu var: Hükümet, toplum ile diyaloğu başlatmalı, siyaset ve ekonomi alanlarında yapıcı reformlar önerebilecek aydınlar ve dinî liderler ile görüşme masasına oturmalıdır.
Hükümetin bütün çabalarına rağmen, halkın ülkede meydana gelen olaylardan bihaber tutulması imkansız. İletişim araçlarının çok gelişmiş olduğu bu dönemde haberlerin yayılmasını önlemek mümkün görünmüyor. Resmî yayın organlarından sahici bilgiler alamayan halk, gerçek durumu yansıtan haberleri internet veya yabancı radyo kanallarında arıyor.
Halk ayaklanmasını bastırmakla barış sağlanamayacak; sorunun çözülmesi için iç siyaset alanında reformların gerçekleştirilmesi şart. Kerimov’un Andican olaylarının dinî örgütler tarafından tezgâhlandığına dair açıklamaları, ne dünya kamuoyunu, ne de Özbek halkını ikna edebilir. Son yıllarda “uluslararası terör” ve ülke içindeki dinî örgütlerle mücadele eden Kerimov’un siyasî muhaliflerine ağır baskılar yaptığı biliniyor. Birçok insanın hapse mahkum edilmesinin tek nedeni, dinlerinin İslam olduğunu açıkça ifade etmeleri. Kerimov, bu tutumları sergilemeye devam ederse, bölgedeki liderlik vasfını yitirme ve uluslararası destekten mahrum kalma tehlikesi ile karşı karşıya kalacak. Özbekistan’da Amerikan üslerinin bulunması, Kerimov’u iç siyaset ve insan hakları ile ilgili eleştiri almaktan kurtaramayacak.

Tavsiye Et
Ankara çözümü İsrail’de bulunca! / Fehmi Huveydî, Eş-Şarku’l-Avsat, 11 Mayıs 2005
Arap Basını
Çeviri: Suat Mertoğlu
Şu an Türk hükümetinin boynuna dayatılmış bir kılıç var. Türkler çeşitli uluslararası platformda 1915 sonrasında bir buçuk milyon Ermeni’yi ortadan kaldırma suçlamasıyla karşı karşıya. Zira Osmanlıları, dolayısıyla da Türkleri kendilerine borçlu kılacak bir konum elde etmekte ısrar eden Ermenilerin bu olayları unutmaya niyeti yok gibi. Ermeniler meydana gelen “soykırım suçu” sebebiyle siyasî kınama ve uğradıkları sıkıntı için tazminat talep ediyorlar. Nitekim seksenlerin sonunda Strazburg’daki Avrupa Parlamentosu’ndan bu anlamda bir karar çıkarmayı başardılar. Amerikan Kongresi’ne sunulan bu yönde bir tasarı da mevcut. Şayet geçerse bu, Türkiye’de hükümetin düşmesinin de ihtimal dahilinde olduğu büyük bir sarsıntıya neden olacaktır. Ne var ki, Kongre’ye sunulan tasarı “Yahudi lobisi”nin muhalefeti nedeniyle oylamaya sunulmadı.
Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti ile münasebeti bulunan bazı kimselerden Erdoğan’ın her taraftan gelen bu baskılar karşısında seçeneğinin kalmadığını işittim. Öyle ki, Erdoğan’ın önünde; bir taraftan Birleşik Devletleri memnun edebilmek, diğer taraftan İsrail’le ilişkilerini düzeltebilmek, öbür taraftan da Kongre’deki Yahudi lobisine takdirlerini ifade edebilmek için İsrail kapısından girmek dışında bir seçenek kalmadı. Erdoğan ayrıca bu ziyaretin, son yıllarda ABD ve İsrail’le ilişkilerini güçlendiren Türkiye’deki birtakım çevrelerden gelen baskıların hafiflemesine de katkıda bulunacağına inanmaktadır.
Ankara kulislerinde haberdar birisi bana, Arapların Türk hükümeti ile daha sıcak bir ilişkide bulunması, ona yardımcı olması ve direncini güçlendirecek şekilde destek vermesi halinde durumun çok farklı olacağını ve Erdoğan’ın önündeki seçeneklerin artabileceğini söyledi. Böyle bir şey olmadığı için de, olan oldu.

Tavsiye Et
Üçüncü felaketten önce / Hayrullah Hayrullah, El-Müstakbel, 19 Mayıs 2005
Arap Basını
Çeviri: Suat Mertoğlu
Amerikan Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice açık bir girişimle, yeni Irak Anayasası’nın şekillendirilmesinde gerçek bir Sünni katılımın kaçınılmaz olduğu yönündeki mesajını ulaştırmak için Irak’a geliyor.
Amerikan yönetimi Irak’ta istikrarın, yönetimde ve hükümette Sünni bir temsilin varlığına dayandığını ve mevcut karışıklığın ülkeyi terör ve şiddetin artmasından başka bir yere götürmeyeceğini kavramaya başladı.
Zihinlerde dolaşan pek çok soru var. Ancak ülkedeki yaygın güvenlik bunalımına ve Amerika ile ilişkili olabilecek her şeye yönelik olarak havaya uçurulan debdebeli arabalara rağmen Irak’a gelme zahmetine katlanıyorsa, Condoleezza Rice’ın unutmaması gereken, Orta Doğu’daki istikrarın parçalanamaz bir bütün olduğudur.
Diğer bir deyişle, Birleşik Devletler Filistin topraklarında yaşananları görmezden gelerek Irak’ta sıkıntıdan kurtulabileceğini düşünüyorsa yanılıyor. Amerika, Filistin halkının tarihî topraklarının bir kısmında “yaşayabilir” bir devlet kurmasını engellediği sürece, felaket başka bir şekilde tekerrür edecek demektir.
İlk felaket üzerinden 57 yıl geçti ve bir halkın tamamı topraklarından sürüldü. 1967’de Araplar bölgedeki ve dünyadaki hakiki güç dengelerini kabul etmeyi reddedince, ikincisi gerçekleşti. Bu günlerde ise İsrail’in, Batı Yakası’nın bir kısmını daha işgal edecek olan “güvenlik duvarı”nın gölgesinde üçüncü bir felaketten korkulmakta.
Amerikalıların, Filistin topraklarında olup bitenleri, daha doğrusu Ariel Şaron’un Batı Yakası’nda 1967’deki sınırlara dönüşü engellemesini ve Kudüs’ün tamamını işgal etmeyi hedefleyen “bağımsızlık savaşı”nın devamı dediği şeyi görmezlikten gelmeleri durumunda Orta Doğu istikrardan mahrum kalacaktır. Irak’ın Amerikan yönetimi için Arap-İsrail ve Filistin-İsrail anlaşmazlığından çok daha fazla önem taşıdığı doğrudur. Ancak Amerikan yönetiminin Filistin halkının uğradığı tarihî zulmü görmeksizin, Irak’ta Şiileri ve Kürtleri etkileyen “tarihî zulüm”e dayanarak –ki bu konuda haklıdır- bu ülkede hakkı gözetmesinin mümkün olmadığı da doğrudur. Amerika bu durumu itiraf etmek ve bölgede istikrar isteniyorsa, yeni bir felaketi engellemenin kaçınılmaz olduğundan emin olmak için, üçüncü bir felakete mi ihtiyaç duymaktadır?

Tavsiye Et
Henri de Bresson ile chat: “Hayır”ın sonuçları ne olacak / Le Monde, 16 Mayıs 2005
Fransız Basını
Çeviri: Adem Yılmaz
Henri de Bresson: AB’ye üye devletlerin büyük bir finansal yük getiren sosyal politikalarının sürüyor olması bugün küreselleşmenin yüzleştiği en önemli problemlerdendir. Bu sorun bütün Avrupa ülkelerinde yaşanmaktadır; ister Büyük Britanya’nın Tony Blair’i olsun, isterse Almanya’nın sosyal demokrat Gerhard Schröder’i. Anayasaya “hayır” oyu Avrupa’da belirsizlik dönemini başlatacaktır. Çünkü Anayasa halihazırdaki sosyal modelin devamı konusunda en azından bir garanti anlamına gelmektedir. 
Seg:Şayet “hayır” kazanırsa Fransa, Birlik üzerinde etkisini ne ölçüde kaybedecektir?
Henri de Bresson:Herşeyden önce “hayır” cevabı Fransa’da bir belirsizlik ortamı doğuracaktır. Bu belirsizlik tam da AB’nin 2007’den 2013’e kadarki yeni finansal perspektifinin görüşüldüğü döneme rastlayacaktır. İşte bu tür müzakereleri özellikle Fransızların çok hassas olduğu tarım politikası ve serbest dolaşım gibi bazı dosyalarda yürütmek hiç de kolay olmayacaktır. Anayasa konusunda Fransa’yı Almanya’dan ayırmak, hiç şüphesiz, işbirliğini daha da verimsizleştirecektir.
Milanais:Fransızlara Anayasa’nın tarafsız bir metin olduğunu öğretmek gerekecektir. Eğer sosyal haklarını savunmak istiyorlarsa, Avrupa seçimlerinde sola oy vermeliler. Niçin böylesine basit şeyler birçok Fransız tarafından bilinmiyor?
Henri de Bresson: Aslında Avrupa devletlerinin çoğunda “hayır”dan yana olan Fransız solu konusunda bir cehalet var. Halihazırdaki Anayasa projesi büyük sosyalist partiler, sosyal demokratlar ve Avrupa sendika konfederasyonu üyeleri birliğinin büyük çoğunluğu tarafından tasvip ediliyor. Nihayetinde Fransa, Almanya ile birlikte AB’nin temel kutbunu oluşturuyor. Asıl sorun, İngiltere’nin gelecek yıl Anayasa’ya “hayır” deyip demeyeceğidir. Bu durumda İngiltere zor bir seçimle karşı karşıya kalacak: AB’de mi kalacak, AB’den kopacak mı? Pek çok uzman İngiltere’nin ayrılması halinde Birliğin varolmaya devam edeceğini ileri sürüyor. Oysa Fransa dışarıda kalırsa, bunun Birliğin kaderine etkisi daha farklı olacaktır.

Tavsiye Et
“Evet” AB ekonomisi için bir primdir / Oliver Ferrand, Libération, 24 Mayıs 2005
Fransız Basını
Çeviri: Adem Yılmaz
Küreselleşme, dünya düzeninin motorudur. Kontrolsüz bir küreselleşme, kuralsız bir uluslararası rekabet ortamı lehine ve yerelleşme aleyhine ekonomimiz üzerine bir karabasan gibi çökebilir. Bu tehdit karşısında Avrupa’nın rolü ne olmalıdır?
“Hayır” taraftarlarına göre Avrupa bu tehdidin bir parçasıdır. Genişlemeyle birlikte Avrupa, küreselleşmeyi içine taşıyacak; Doğu ülkeleri düşük ücretli iş gücü rekabetiyle işimizi çalacak. Bu argüman beni şok etmekte. Solun bir neferi olarak bana göre, Polonyalı çalışanların satın alma gücünün iyileşmesi bir hedeftir; problem değil. Ayrıca Doğu Avrupa’da yatırımların çoğu başka yerden buraya kaymış değil: Fransa’dan oraya fabrika transfer edilmiyor. Sonuçta bunlar yerel pazarlara doğru akın eden yeni yatırımlardır. Varşova’da bir gıda merkezinin açılmasından ve orada gıda ürünlerimizin Polonyalılara satılmasından Fransa’da kim şikayet edebilir? Veya Slovenya’da bir Renault fabrikası inşa edilerek, Doğu Avrupa’ya arabalarımızın satılmasından kim yakınabilir? Bu hakikat rakamlarda daha aşikâr değil mi? Fransa’nın on yeni üye ülkeye ihracatı 9,3 milyar dolarken, ithalatı 7,1 milyar dolarda kalıyor. Başka bir deyişle, Doğu Avrupalılar büyümemizi ve iç piyasamızı finanse etmek için yılda 2 milyar avro çek veriyor. Biz onların yükselişine katkıda bulunduğumuz oranda, Doğu Avrupa ekonomimizi güçlendiriyor.
“Hayır” taraftarlarının ikinci argümanı şu: AB küreselleşmenin Truva atıdır. Küreselleşme bizim bütün aktif sanayi politikalarımızı engelleyecek ve hali hazırda yaşanan iktisadî savaş karşısında silahımızı elimizden alacaktır. Küreselleşme uluslararası alanda, özellikle DTÖ’de ultraliberalizmin temel hamisi olacaktır.
Bu argümanların hepsi hayalîdir ve hakikatle taban tabana zıttır. Daha Lizbon Zirvesi’nde Avrupa Birliği araştırma, eğitim ve yenileşme alanlarında yatırımları teşvik etmedi mi? Burada hedef, en hızlı şekilde bilgiyi ekonomiden ayıran teknolojik sınırları aşmaktır. Üstelik Avrupa küreselleşmenin bir kalesidir. Bu aynı zamanda 1957 Roma Anlaşması ile ona yüklenen birinci işlevdir: Ortak gümrük tarifleriyle Gümrük Birliği kurmak.

Tavsiye Et
Ren’de ve Buhr’da dönüm noktası / Helmut Breuer, 23 Mayıs 2005
Alman Basını
Çeviri: Haşim Koç
SPD’nin 25 yıllık serüveni boyunca ilk kez kötü duruma düştüğüne tanık olan şoförler, kaygılı bakanları ve devlet sekreterlerini şehirde dolaştırıyordu. Perşembe akşamı açıklanan son anket, Yeşil-Kırmızı koalisyonunun mağlubiyetini gösteriyordu. Kuzey Ren-Westfalya’daki herkes, sarı siyahların kesin zaferini cep telefonlarında görüyordu; kaynağı eksik de olsa gelen haber böyleydi. CDU eyalet temsilciliği merkezindekiler ve eyaletin yeni başbakanı saat dört civarında ilk zafer çığlıklarını atmaya başladılar. Jürgen Rüttgers, eşi Angelika ile birlikte etrafında en güvendiği arkadaşları ve müstakbel bakanı Christa Thoben da var iken, zafer haberlerini aldı.
Yeni başkan, olayı serinkanlılıkla karşılarken, WELT’e, “Kuzey Ren-Westfalya için büyük bir gün. Kabuğumuzu kıracağız; yeni yollar açıp, daha fazla şans için siyaset yapacağız” açıklamasını yaptı. Köln’deki üç oğlu da babalarının zaferinden sonra çılgınca sevindiler. Marcus (16), Lucas (9) ve 5 yaşındaki Thomas bu zafer sayesinde babalarının kocaman mutfağında bulaşık yıkama derdinden kurtulmuşlardı.
Şimdiki SPD Başbakanı Steinbrück Haziran ortasında görevini devredecek. “Yalnız savaşçı” kampanya özürlü partisine cesur bir seçim savaşçısı olarak büyük puan kazandırdı. SPD’nin olumlu bir performansı ve seçim vaadi olmaksızın, eyalet meclisinde elde ettiği oran tamamen onun başarısı. Schröder onu Berlin’e, kabineye çağırmadığı takdirde, Düsseldorf’ta sorumluluk almak durumunda olacaktır. Şimdiye kadar hep, eyalet meclisinde SPD adına muhalefet görevini üstlenmesi için özel olarak dışarıda tutulmuştu. Ama o, belki de kazanmış olduğu eyalet meclisi milletvekilliğini kabul edecektir. Fakat eyalet ve parti sorumluluğunu üstlenme teklifiyle karşılaşacağı kesin.

Tavsiye Et
Protestan Kiliseler Toplantısı: Türkiye’nin AB’ye üyeliği bir inanç meselesi mi? / Heike Schmoll, Franffurter Allgemeine, 27 Mayıs 2005
Alman Basını
Çeviri: Haşim Koç
CDU-Başkanı Merkel, Hannover’deki Alman Protestan Kiliseler Toplantısı’nda Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine karşı çıktı. Müzakerelerin başlamasından önce Türkiye’nin Kıbrıs’ı tanıması ve Ermeniler ile diplomatik ilişkilere başlaması gerektiğini ifade eden Merkel, ayrıca kadının rolünün de açığa kavuşması gerektiğini söyledi.
Seçim Stratejisi Hamleleri
Merkel, Türkiye’nin AB’ye maliyetinin çok yüksek olacağını ve CDU’nun imtiyazlı ortaklık önerdiğini söylerken; SPD Başkanı Müntefering imtiyazlı ortaklığın uzun süredir devam eden gümrük birliğinden başka bir şey ifade etmeyeceğini, ama AB’nin genişlemesinin kesinlikle tarihî bir şans olduğunu belirtti: “Bu, daha önce ele geçmemiş tek seferlik bir şans. Romantik dönem geçmişte kaldı; birleşmiş ve barışçıl bir Avrupa için büyük kararın yeni şekilde verilmesi gerekir.”
Müntefering ayrıca, Tanrı referansının, Alman hükümetinin bütün çabalarına rağmen, Anayasa’da olmamasından şikayet etti. Fakat yine de Avrupa’nın temel hukuk metinlerinde önemli bütün değerlerin muhafaza edildiğini sözlerine ekledi.
“Suni Kavga”
Türkiye’nin Kıbrıs’ı tanıması gerektiğini Müntefering de ifade ederken, Bayan Merkel’den farkını şu cümleyle ortaya koydu: “Müzakereler imtiyazlı ortaklık hedefiyle yürütülmemeli; Türkiye, koşulları tamamen yerine getirdiği takdirde tam üye olmalı.”
AB milletvekili Özdemir ise (Yeşiller), tam üyelik veya imtiyazlı ortaklık tartışmasını suni bir kavga olarak eleştirdi: “Önemli olan uygulamadır. Hızlı bir üyelik girişi zaten olmayacak. Türkiye 10-15 yılda tüm koşulları yerine getirdiği takdirde tam üyeliğin mümkün olacağını, yoksa imtiyazlı ortaklık olacağını bilmeliyiz.”
“Avrupa ruhu“ nedir?
Cumhurbaşkanı Köhler de, benzer şekilde Türkiye’nin AB hedeflerine getirdi sözü: “İnsan hakları ve kadın hakları kişilerin zihinlerinde oluşmalı, kağıt üstünde kalmamalı. Ama öncelikle “Avrupa ruhu”nun ne olduğu konusu tartışılmalı. Ancak Türkiye’nin Müslümanlığı, dışarıda bırakılması için hiçbir şekilde bir neden olmamalı.”

Tavsiye Et