24 OCAK 1980, Türkiye ekonomi politiği açısından bir dönüm noktasıdır. 18. yüzyılın sonundan beri “yukarıdan aşağıya” gerçekleştirilmeye çalışılan modernleşme ve Batılılaşma bir türlü gerçekleşmedi. 24 Ocak’la başlayan ve “Türkiye’nin Özallı yılları” diyebileceğimiz dönüşüm, ekonomik yapı ve ilişkiler sistemini değiştirerek “aşağıdan yukarıya” modernleşmenin önünü açtı. Bu dönemdeki siyasal söylem, politika tercihlerine ilişkin vurgular ve bazı icraatlar dikkate alınacak olursa, temel felsefenin liberalizm olduğu izleniminin uyanması tabiidir. Dönemin iktidar partisi ANAP’ın “ifade ve fikir hürriyeti, din ve vicdan hürriyeti, teşebbüs hürriyeti” formülünde bu felsefe somutlaşır. Uygulamada -dönemin olağandışı siyasî şartlarının da etkisiyle- teşebbüs hürriyeti veya ekonomik liberalizmin öne çıktığı, toplumsal üstyapının ekonomik altyapının değişimine paralel olarak kendiliğinden değişmesinin beklendiği söylenebilir. Liberalizmin doğası ile ilgili tartışmalar saklı tutulmak kaydıyla, Türkiye’nin 24 Ocak’la başlayan liberalleşme süreci incelendiğinde, tercih edilen politikanın kendi içinde bile tutarlı olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Türkiye ekonomisi bu dönemde, bütün ekonomik birimlere fırsat eşitliğinin sağlandığı, serbest rekabetin şekillendirdiği etkin piyasa yapısından çok uzak bir görüntü arz eder. Liberalleştirme görüntüsü altında gerçekte yaşanan; Türkiye’nin rekabetçi üstünlüğünün en az olduğu sektörlerden başlayarak kuralsızlaştırılması, kamu müdahalesinin en az gerekli olduğu sektörler rant dağıtmak için kenarda tutulurken kamu mülkiyetinin sosyal faydasının en yüksek olduğu sektörlerde “satış” (özelleştirme değil) yapılması ve vahşi kapitalizmin kurumlaştırılması yoluyla küresel kapitalizme 200 yıl direnen Türkiye’nin sisteme dahil edilmesidir.
1960’lı ve 70’li yıllar boyunca ithal ikameci ekonomi politikası izleyerek yerli girişimcilere kaynak aktarılmaya çalışıldı. Devlet, palazlandırmaya çalıştığı “millî (!) burjuvazi”ye hem üretim girdilerini ucuz bir biçimde temin etti, hem de ürünlerini dış rekabetten korudu. Böylece ülke kaynakları bu kesimlere aktarıldı ve kalkınma için elzem olan sermaye birikiminin oluşması amaçlandı. Ama ne verimli, ne de millî olan bu kesimler, kota tahsisleri ile sağladıkları üstünlüğü ancak yabancı üreticilerin acentesi olmaya tahvil edebildiler.
1980 öncesinde Türk finans sistemi ciddi bir finansal baskılama yaşıyordu. Mevduat ve kredi faizlerine getirilen sınırlamalar, reel faizleri negatif seviyelerde tutuyordu. Kredi tayınlaması ve sübvansiyon uygulamaları sektörel ayrımcılığa ve verimsizliğe yol açıyordu. Finansal işlemlerin ve gelirlerin üzerinde aşırı vergi yükleri vardı, finansal aracılık maliyetleri çok yüksekti. Menkul kıymetler piyasaları da gelişmemiş olduğundan işletmelerin finansman için banka kredisi dışında bir seçenekleri yoktu. Bütün bu etkenler, banka dışı sektörlerde faaliyet gösteren sermaye gruplarını banka sahibi olmaya itiyor, böylece “holding bankacılığı” yaygınlaştıkça bankacılık ve banka dışı sektörlerde sermaye yapısı aynılaşıyordu. Bu ise batak kredileri artırıyor, bankaların malî yapılarının bozulmasına yol açıyordu. Tahvil, bono, hisse senedi gibi menkul kıymetler olmadığı gibi, yabancı para cinsinden varlık sahibi olmak da söz konusu değildi.
80’li yıllar hızlı bir finansal liberalleşmeye şahit oldu ve Türkiye, liberalleşmesini 10 yıl gibi çok kısa bir sürede tamamladı. Ocak 1986’da İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nda, Nisan 1986’da da bankalar arası para piyasasında işlem yapılmaya başlandı. Şubat 1987’de Merkez Bankası açık piyasa işlemlerinin, Ağustos 1988’de de döviz piyasasının devreye girmesiyle gelişen finansal liberalleşme, Ağustos 1989’da Türk Parasının Kıymetini Koruma hakkındaki 32 sayılı karar ile zirveye ulaştı. Bu kararla sermaye hareketleri üzerindeki kısıtlamalar kaldırıldı. Aynı yıl işçi ücretlerinde meydana gelen artışlar ile tarımsal destekleme politikalarının hız kazanması, 24 Ocak kararlarıyla gündeme gelen gelirler politikasından bir sapma oldu. Artan kamu ve dış ticaret açıkları, sermaye hareketlerinin serbest bırakılmasıyla birlikte Türkiye’ye akan spekülatif kısa vadeli sermaye girişleriyle finanse edildi. Türkiye sıcak parayla tanışmıştı. Ancak, sıcak paranın faiz-kur makası beklentisine bağlı olması, zaten yüksek olan faiz oranlarının daha da yükselmesi sonucunu doğurdu. Bir taraftan yüksek enflasyon ile kontrolsüz ve altyapıdan yoksun finansal liberalleşme, diğer taraftan da devletin belli kesimlere rant dağıtmak için ekonomideki çarpıtıcı faaliyetlerine alabildiğine devam etmesi sonucunda faiz ve kur, reel hedeflere yönelik politika araçları olma özelliğini kaybetti. Türkiye tam bir “kumarhane kapitalizmi” haline geldi. Ve bunun maliyetini de 20 yılda yaşadığı 7 ekonomik krizle ödedi.
Finansal liberalleşmeye dönük ilk uygulama, “Temmuz Bankacılığı” oldu. 1 Temmuz 1980’de faiz oranları serbest bırakılarak pozitif reel faiz uygulamasına geçildi ve bankaların mevduat sertifikası çıkarmalarına izin verildi. Hızla yükselen mevduat ve kredi faizleri 1982’de, “Bankerler Krizi” olarak anılan finansal çöküşe yol açtı.
Dış ticaret ve bütçe açıkları toplamının milli gelire oranı 1982’de %2,9 iken 1983’te 5,3’e çıktı ve küçük çaplı bir kriz daha yaşandı. 1985’teki nispî düzelmenin ardından oyuna kaldığı yerden devam eden Türkiye, üç yıl saadet zincirinden yararlandı. Ama 1987’deki (milli gelirin %3,5’i kadar bütçe açığı verme pahasına sağlanan) 9,8’lik büyümenin ardından ertesi yıl ekonomi yine tökezledi. Büyüme 1,5’e gerilerken dolar kurunda %67’lik artış yaşandı, enflasyon ise %74 oldu.
İstikrar politikaları uygulanırken ortalama 17,4 milyar dolar olan dış borç stoku, 1990 yılında 49 milyar dolara çıktı. Kısa vadeli borçlar, toplam borçların beşte birini buldu. Ticarî bankaların döviz açığı büyüdü. Türkiye 1991, 1994 ve 1999 yıllarında üst üste krizler yaşadı. 1994 ve 2001 krizleri hem kurda, hem finans sektöründe yaşanan türden “ikiz krizler” olması bakımından daha büyük tahribata yol açtı. Krizler bankacılık sektörünü vurdu ve sahipleri tarafından soyulmuş çok sayıda bankanın yükü kamunun sırtına yüklendi.
Harvard Üniversitesi ekonomi-politik profesörü Dani Rodrik’in ifadesiyle, 1980’lerdeki Özallı yıllar, “prematüre (erken doğmuş) liberalleşme ve noksan istikrar politikaları” dönemi oldu. 24 Ocak’la başlayan süreçte, altyapısı (eski sosyalist ülkelerde de gözlendiği gibi belki kasten) oluşturulmadan gerçekleştirilen finansal liberalleşme, enflasyonu azdıracak temeli oluşturdu ve böylece ileride makroekonomik istikrarı tahrip edecek mayınlar döşenmiş oldu. Liberalleşme dillere virt edilirken bütçe dışı fonlar ve kamu bankaları marifetiyle kamunun ekonomideki payı ve rant dağıtma kabiliyeti artırıldı. Devlet harcamalarının milli gelir içindeki payı 1980’de beşte birdi; 2001’de ise %46’ya çıktı. Dönemin başlangıcındaki nispî düzelmenin sebebi ise, 2001 krizinden sonra da gözlendiği üzere, reel ücretlerin bastırılmasıydı. Öte yandan, finansal piyasaları geliştirme görüntüsüyle, çok olumsuz vade ve faiz şartlarıyla iç borçlanmanın başlatılması verimsiz özel kesime rant sağlamak adına kamu ekonomisini çıkışı olmayan bir kısır döngüye soktu. 1981’de faiz ödemelerinin milli gelir içindeki payı %1 iken, 2001’de %23,3 oldu. 24 Ocak’ın Frankeştayn’ı kronik yüksek enflasyon, sadece ekonomiyi değil, toplumsal yapıyı ve ahlakı da aşındırdı. Gelirlerini enflasyon kadar artıramayan veya artırsa da gecikmeli olarak artırabilen görece düşük gelirli kesimlerden, enflasyona karşı gelirlerini koruyan görece varlıklı kesimlere gelir aktarımı sebebiyle toplumsal denge bozuldu. Türk liberalleşmesinin özet bilançosu 20 yılda 7 kriz, 20 yıllık milli gelirin %17’si kadar faiz ödemesi, 1979’da kişi başına 1900 dolar olan milli gelirin 2001’de sadece 2120 dolar olması oldu.
Paylaş
Tavsiye Et