Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (July 2005) > Topluyorum > Yol Haritası, Filistin, Orta Doğu, Türkiye ve Dünya
Topluyorum
Yol Haritası, Filistin, Orta Doğu, Türkiye ve Dünya

 

Temmuz sayımızda tartışma konumuz Filistin. Temmuz ayı tarihte Filistin için acı günlere şahit olmuş. 15 Temmuz 1099, Birinci Haçlı Seferi sırasında Haçlıların Kudüs’ü işgali, 29 Temmuz ise 1967 yılında 6 Gün Savaşı’nın ardından İsrail’in Doğu Kudüs’ü ilhakı. Bugünlerde Filistin meselesi “Yol Haritası” adı verilen barış planıyla yeniden gündemde. Tartışmaya başlamadan önce bir arkadaşımız bizi Yol Haritası konusunda aydınlatsa iyi olur.
Filistin meselesi 19’ncu yüzyıldan beri kanayan bir yara. Geçmişi bu kadar eskiye dayanan bir konuda özet yapmak zor ama bu son olaylara giden yolu kısaca hatırlamamız lazım. 28 Eylül 2000’de, İsrail seçimlere hazırlanırken, o dönem ana muhalefet partisi Likud’un lideri Ariel Şaron çok sayıda asker ve polis eşliğinde Yahudilerin girmesine izin verilmeyen Doğu Kudüs’deki Mescid-i Aksa’ya ani bir ziyaret yaptı.
Müsaade edersen konunun daha iyi anlaşılması için araya girmek istiyorum. Şaron’un Mescid-i Aksa’ya gelmesi büyük bir tahrik. Şaron 1982 yılında Savunma Bakanı olduğu dönemde Lübnan’ın işgal edilmesinde başrol oyuncu oldu. İşgal edilen Beyrut’ta Arafat’ı kuşattı ve sürgüne gitmek zorunda bıraktı. İşgalden sonra Lübnan’da İsrail denetiminde bulunan Filistin mülteci kampları Sabra ve Şatilla’da, Hıristiyan Falanjistlerin katliam yapmasını sağladı. Ve adı tarihe, “Lübnan kasabı” olarak geçti. 1983 yılında Sabra ve Şatilla kamplarındaki katliamdan dolayı İsrail’de yargılandı. Şaron katliamlardan sorumlu bulundu ve Savunma Bakanlığı görevinden istifa etmek zorunda kaldı. Bu ağır sabıkasına rağme 1990’lı yıllarda yeniden İmar Bakanlığı yaptı. Bu sırada işgal altındaki Filistin toprakları Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde hızlı bir Yahudi yerleşimi projesi başlattı.
Afedersiniz ama Sabra ve Şatilla deyince bu konuyla ilgili okuduklarımı aktarmadan edemeyeceğim. Barbir Hastanesi hekimlerinden Dr. Amal Shamaa ile yapılan bir röportajı hatırlıyorum hemen. Şöyle diyordu: “Bebekleri alevlerden kurtarabilmek için hemen su dolu kovalara koymak zorunda kaldım. Yarım saat sonra kovalardan çıkardığımda, vücutları halen yanıyordu. Hatta morgda bile için için yanmaya devam ediyorlardı.” İsrail ordusu Batı Beyrut’u fosfor bombaları atarak böyle işgal etti. Sabra ve Şatilla kamplarına yapılan baskın tarihe en kapsamlı ve en büyük soykırımlardan biri olarak geçti. Bu aktardıklarımı tarafgir yorumlar sanmayın. Mesela iyi tanıdığımız bir Amerikalı gazeteci Ortadoğu uzmanı Robert Fisk’in şahitliğine müracaat edelim. Fisk, Baskının hemen ertesinde bizzat bulunduğu olay yerinde gördüğü dehşet verici manzarayı, 6 Şubat 2001 tarihli “The Independent” gazetesinde Lübnan Kasabı Şaron’un İsrail Başbakanı seçilmesinin ardından yazdığı makalesinde şöyle aktardı: “18 Eylül 1982’de Sabra ve Şatilla kampında bulunanlar için Şaron, ardında şişmiş cesetler, tecavüz edilmiş, işkenceye uğramış ve sonra da katledilmiş kadınlar ve bebekler bırakan bir kasaptır. Olaydan 18 yıl sonra bugün bu caddelerde dolaşırken katliam manzaraları hala gözlerimin önünden gitmiş değil. Biraz ötede Sabra Camisi’ne giden yolda 90 yaşında, beyaz sakalı ve pijamaları ile Bay Nouri’yi görüyorum. Ölü bedeninin yanı başında yün başlığı ve bastonu duruyor. İlerideki dar sokakta yemek tencerelerinin yanında yatan iki kadın ceseti var, beyinleri dışarı akmış. Kadınlardan birinin karnı yarılmış. Cesetin birkaç metre ötesinde çürüdüğü için bedenleri morarmış, adeta bir çöp gibi oraya fırlatılmış bebekleri gördüm... Cesetlerin kuruyan kanları üzerinde sinekler uçuşuyor, ölü bedenlerin bileklerindeki saatler ise hala çalışıyordu. Tırmandığım küçük rampayı aşabilmek için etrafa dağılmış ceset parçalarını bir kenara itmem gerekiyordu. Biraz ötede ise sırtından hala kan süzülen sevimli bir genç kız yatıyordu.” Robert Fisk bir başka yazısında Sabra ve Şatilla kamplarında yaralananların tedavi gördükleri hastaneleri gezerken karşılaştığı manzarayı ise “Burada gördüklerimiz unutulabilecek cinsten manzaralar değildi. Barbir Hastanesi’ni ziyaret etmek, silahın insan bedenine neler yapabileceğini görmek anlamına geliyordu.” sözleri ile dile getiriyordu. Beni çok etkileyen bir başka şahitlik de bu katliamları yaşayan ve şu an 44 yaşında olan Nihad Hamad’ın ağzından Fransız Le Monde gazetesinin 13 Şubat 2001 tarihli nüshasında yer aldı: “İsrail Silahlı Kuvvetleri Çarşamba gecesinden Perşembe sabahına sarkan süre boyunca kampı kuşatmıştı. Sabah vakti, her yerde ölüm sessizliği vardı, burası artık hayalet bir şehirdi. Bombardımanlar kesilmişti. Arada bir sadece tek tek birbirinden ayırt edebilecek aralıklarda atış sesi duyuluyordu. Sonra, sessizliliği delip geçerek, caminin olduğu taraftan bir kadının feryatları yükseldi. Saçları karmakarışıktı, parçalanmış giysileri kana bulanmıştı, üzerinde aklını kaçırmış bir insanın havası vardı. Dizlerinin üzerinde boğazları kesilmiş çocukları yatıyordu… Çok sert davrandılar ve bu cinayetlerin sessizlik içerisinde cereyan etmesi için bıçaklarını ve beyaz ellerini kullandılar... Milisler kamplardaki işlerini bitirdikten sonra pis işlerini Gazze’deki hastanede tamamladılar. Yaralıları, doktorları ve hemşireleri dışarı taşıdılar ve öldürdüler. Kaybolanlarla birlikte 3.000-3.500 kişinin katledildiğini öğrendik.” Bu korkunç manzara bugün “Araplar beni bilirler, ben de Arapları” sözleri ile tanınan ve Müslüman Filistin halkı için “ezilmesi gereken bir böcek” gibi kışkırtıcı ifadeler kullanan Ariel Şaron’un eseri. İşte Mescid-i Aksa’ya giren kişi bu.
Söz konusu olan Filistin olunca sakin olmak gerçekten zor. Ama biz olayı bütün nesnelliği ile, insanlıktan, akıldan ve insaftan nasibi olan herkesin anlayacağı bir düzlemde tartışalım. İstersen sen Yol Haritası’na devam et.
Evet. Şaron’un bu kışkırtmasının arkasından, “El-Aksa İntifadası” adıyla anılan ikinci intifada başladı. Filistin yönetimi gerçekleştirdiği kamuoyu oluşturma ve diplomasi atağı ile durumunu özellikle AB nezdinde bir hayli olumlu hale getirdi. 30 Nisan 2001’de Şarmu’ş-Şeyh Komitesince açıklanan Mitchell Raporu, İsrail’i 28 Şubat 2000 öncesi sınırlarına çekilmeye davet etti. Bu rapor Filistinlilerin savundukları temel tezlere yakındı. Fakat 11 Eylül saldırılarıyla durum birden Filistin’in aleyhine döndü. Terör -yani dehşet- ile İslam özdeşleştirildi. “İslam Terörü” kavramı, ABD’nin Afganistan’da, Rusya’nın Çeçenistan’da yaptıklarını meşrulaştırdığı gibi İsrail’in de elini güçlendirdi. Şaron, Arafat ile Usame bin Ladin arasında benzerlik kurarak bütün Filistinlileri terörist ilan etti. ABD bu yeni çerçeveyi derhal benimsedi. Amerikan kamuoyuna yönelik araştırmalar, Filistinlileri sorunun sebebi olarak gören Amerikalıların oranı hızla arttığını ortaya koyuyordu. Irak’a yönelik operasyon yaklaştıkça ABD’de şahinler güç kazanıyor, İsrail yanlısı politikalar etkin hale geliyordu. Halbuki Bush, başkanlığının ilk döneminde uzun süre Şaron’la görüşmemiş, bağımsız bir Filistin devletinden bahseden ilk ABD başkanı olmuş, İsrail’i Mitchell Raporu çerçevesinde barışa zorlamıştı. Başını Cheney, Rice, Rumsfeld, Wolfowitz, Perle gibi isimlerin çektiği, Brezinski ve Safire gibi kişilerin yazılarıyla desteklediği; “Arafat’ın gitmesi gerek” ve “Terör saldırıları durmadıkça İsrail operasyonları duramaz” politikaları ABD yönetimince benimseniyordu. 11 Eylül atmosferinden aldığı cesaretle İsrail işgal altındaki topraklarda saldırılarını yoğunlaştırdı. Mart ayında Arafat, Ramallah’daki karargahında kuşatıldı. İsrail askerlerinin namlularıyla arasında sadece ince bir kapı kalmıştı. BM tarafından -adı otorite de olsa- tanınan bir yönetimin başkanı, elektriği, suyu, yiyeceği olmadan, dünyadan tecrit edilmiş bir şekilde tehdit altında tutuluyordu. 29 Mart 2002’de İsrail, “Koruyucu Duvar” operasyonu adı altında işgalini Batı Şeria’nın her yerine yaydı. 7 Nisan’da üç günlük direnişin ardından Cenin mülteci kampına giren İsrail birlikleri, Dışişleri Bakanı Peres tarafından bile “ kıyım” olarak adlandırılan bir saldırı gerçekleştirdi.
Ben yine keseceğim, kusura bakmayın. Cenin kampına, biliyorsunuz, iki hafta kadar hiç kimseyi sokmadılar. BM burada gerçekleştirilen katliamın boyutlarıyla ilgili bir araştırma komisyonu oluşturdu. Ama Şaron, BM heyetinin bölgeye girmesine uzun süre izin vermedi. Bu arada ABD’nin engellemeleri sebebiyle BM Güvenlik Konseyi, İsrail’in tavrıyla ilgili hiçbir yaptırım kararı alamadı. Sadece “üzüntülerini” belirtmekle yetindi. Engellemeler nedeniyle ancak 1 Ağustos’ta açıklanabilen BM raporunda, İsrail’in operasyonlarının sürdüğü 1 Mart - 1 Mayıs 2002 tarihleri arasında İsrail işgali altındaki Filistin bölgelerinde 497 Filistinlinin öldüğü açıklandı. Cenin’de çekilen fotoğraflar, gerçekten korkunç. Bir şehrin neredeyse tamamının sanki hiç varolmamış gibi yerle bir edilmesi, binalardan geriye bir enkaz yığını kalması insana dehşet veriyor.
Filistin dosyamızda bu görüntüler yer alıyor.
Hep İsrail’in gerçekleştirdiği terörden bahsedildi ama Filistinliler’in intihar saldırılarını da bu kategoride değerlendirenler yok mu? Masum sivil halk da bu saldırıların hedefi olmuyor mu?
Burada birkaç yanlış var. Birincisi; intihar saldırısı olarak adlandırılan veya gerçekleştirenlerin “istişhad” dedikleri eylemleri başka yolları kalmadığı için yapmak zorunda kaldıklarını bizzat kendileri söylüyor. Bütün sınırlar İsrail denetiminde. İsrail düzenli savaş yapma imkanı bile bırakmıyor.
Hamas lideri Ahmet Yasin’in; “Sınırlarımızı açın. Sizin teknolojinizden ve gücünüzden pervamız yok. Mertçe savaşmaya hazırız. Bu durumda biz de istişhad eylemi yapmak zorunda kalmayız” şeklinde bir beyanatını hatırlıyorum.
Ayrıca intihar saldırıları sadece işgal altındaki topraklardaki askeri hedeflerle sınırlı tutuluyor.
Yalnız burada bir hususu aydınlatmamız lazım. Hamas ve İslami Cihad gibi örgütler, bütün yerleşimcileri askeri hedef olarak görüyor.
Yani sivil yerleşimcilere yönelik eylemler de var. Öyle mi?
Arkadaşlar, sivil yerleşimci olmaz. Bütün yerleşimciler otomatik silah taşıma hakkına sahiptir ve taşırlar da. Bunlar kendi idealleri doğrultusunda yaşadıkları yerleri, çok daha iyi hayat şartlarını terk ederek, nereye ve ne için geldiklerini bilerek gelen insanlar. Bir yerleşimcinin bir Arap’ı vurması için ‘bana saldıracağını düşündüm’ demesi yeterli oluyor. Bunun birçok örneği var. Filistinlilerin yaşadıkları yerleri sarmış ve onlarla iç içe bir hale gelmiş yerleşim bölgelerinde çalışan çok sayıda Filistinli, yerleşimciler tarafından vuruldu. Üstelik soruşturma sırasında zavallı maktul otomatik şekilde terörist ilan edildiğinden bir de evi yıkıldı. İngiltere’de refah içinde yaşarken ve hiçbir sıkıntısı yokken kalkıp başka bir halkın topraklarına yasadışı şekilde yerleşen silahlı ve saldırgan insanlar masum siviller olarak görülebilir mi?
İntihar saldırılarını gerçekleştiren insanların ruh halini anlamak önemli. Geçtiğimiz İstanbul Film Festivali’nde seyrettiğim bir filmi hatırladım. “Gazze Şeridi”, 2002 yılında çekilmiş bir belgesel. Filmde on iki yaşlarında bir çocuk, çocuk dediğime bakma, yaşadıklarıyla senden de benden de daha yaşlı, şöyle konuşuyordu: “Geçen gün tanklar oturduğumuz yere geldi. Hurma ağaçlarımızı söktüler. Onlara engel olmak istedim. Evden çıkıp tanka doğru koştum ve ‘Hurma ağaçlarımız bizim her şeyimiz. Onları sökmeyin’ diye haykırdım. Tank bana yöneldi. Kaçmak için arkamı döndüğümde bir başka tankın da evimizi yıktığını gördüm. Okula gidemiyorum. Çalışamıyorum. Evimiz yok. Bütün yollar kapatılmış. Komşumuzun 11 aylık bebeği ile 5 yaşındaki çocuğu daha geçenlerde öldürüldü. Her evden birkaç şehit var zaten. Her an öldürülme korkusuyla yaşıyorum. Bu korkunç bir his. Hayatımız aşağılanma ve eziyet dolu. Böyle yaşamaktansa ölmek ve Cennete gitmek çok daha iyi.”
İşte bu dehşet, sonunda dünyayı harekete geçirdi. 10 Nisan 2002’de ABD, Rusya, Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler’den oluşan Dörtlü Grup (Quartet) kuruldu. Dörtlü Grubun amacı; Başkan Bush tarafından açıklanan ve Güvenlik Konseyi’nin 1397 sayılı kararında da teyit edilmiş olan İsrail ve Filistin olarak iki devletin yan yana yaşama formülünü hayata geçirmekti. İşte Yol Haritası, bu inisiyatifin eseri.
Bu 1397 sayılı karar neyi içeriyor?
Mart’ta çatışmalar yoğunlaşıp İsrail ablukası dünya kamuoyunun tepkisi çekmeye başlayınca BM Güvenlik Konseyi devreye girdi. 12 Mart 2002 tarihinde BM Güvenlik Konseyi 1397 sayılı kararıyla, hem 1967 yılındaki 242 hem de1973 yılındaki 338 sayılı kararlara atıfta bulunuyor, bağımsız Filistin devletinin İsrail ile birlikte varolma hakkından bahsediyordu. Bu kararlar çok önemli. Neleri içerdiğinden bahsedeyim mi?
Hayır, ayrıntıları dosya yazılarına bırakalım. Ama bir konunun altını çizmek lazım. Filistin meselesi gerçekten çok duyarlı olduğumuz bir konu. Buna rağmen çoğumuz, konuyla ilgili temel uluslararası hukuk metinlerini bile bilmiyoruz. Duygular önemli ama gerçeğin bilgisiyle desteklenmedikçe duygulara nesnellik kazandırmak mümkün değil. Filistin meselesinde hukuk çoğunlukla Filistinlilerden yana. İsrail işgalci durumunda. BM Güvenlik Konseyi kararlarını ihlal ediyor. Kudüs’ü ilhak etmesi, anlaşmalardaki hükümlere uymaması hep hukuk dışı. Ve bu hususlar önyargısı olmayan herkesin kabul edeceği nesnellikte olgular. Ama biz daha bunları bile ortaya koyamıyoruz, çünkü bilmiyoruz.
Sizce Yol Haritası’nın başarı şansı var mı? Bu yol nereye çıkar?
Her ne kadar Dörtlü Gruptan bahsedilse de bu plan bir Amerikan planı. 2002 Mart ayında çatışmalar yoğunlaşınca Suudi Veliaht Prensi Abdullah bir inisiyatif başlattı. Bir barış planı önerdi. Gerçi ilk önerildiği haliyle gayet muğlaktı. Ama planın son hali İsrail’in Golan Tepelerinden geri çekilmesini ve Filistinli mültecilerin geri dönmesini içeriyordu. Böyle bir planın İsrail’e getirisi bütün Arap ülkeleri tarafından tanınmak ve meşru bir varlık olarak kabul edilmek olacaktı. Hatta 1397 sayılı kararda ve Yol Haritası metninde de bu girişime atıf vardır. Tabii bu durum Orta Doğu’da ipleri tek başına tutmak isteyen ABD’yi huzursuz etti. Üstelik o sıralarda Irak’a yönelik operasyonun hazırlıkları da son hızla devam ediyordu. Bush 24 Haziran 2002’de Arafatsız bir Filistin devletine yeşil ışık yaktı. İsrail’in 28 Şubat 2000’deki sınırlara geri çekilmesini istedi ve bağımsız Filistin devletiyle İsrail devletinin yan yana barış içinde yaşamasından bahsetti. Tabii İsrail’de kızılca kıyamet koptu.
Neden?
Neden olacak; bu kadar bir Filistin varlığına bile tahammül yok da ondan. Hatırladığım kadarıyla Şaron bunu, II. Dünya Savaşı’nda İngiliz Başbakanı Chamberlain’in Hitler’e Çekoslovakya dolayısıyla yaptığı tavize benzetmişti. Belki o zaman geri adım atmış olabilir ama sonuçta olaylar Şaron’un tam istediği gibi gelişti. Bir hususu gözden kaçırıyoruz. Filistin yönetimine doğrudan müdahale edildi. Arafat -ki birçok Filistinli onu ihanetle suçlar ve tasvip etmez- terörist ilan edildi ve dışlandı. Bush açıkça Filistin halkının kendine başka bir lider bulması gerektiğini söyledi. Sonuçta Ebu Mazen, veya şimdiki adıyla Mahmud Abbas başbakanlığa getirildi. Dikkat edilecek olursa Yol Haritası Filistin’de yeni Başbakanın güvenoyu almasını izleyen 30 Nisan’da açıklandı.
Arafat ile barış olmayacağı, 1993 Oslo ve 2000 Camp David görüşmelerinin başarısızlıkla sonuçlanmasının nedeninin İsrail ne kadar taviz verse de Arafat’ın kabule yanaşmaması olduğu, hatta Camp David’de Filistin tarafının taleplerinin %95 oranında karşılandığı halde sırf %5’lik kısım için anlaşmaya varılamadığı iddia ediliyor. Arafat liderliği kaybetmemek için barışa yanaşmıyor ve halkını sefalete, eziyete mahkum ediyor görüşü var. Bunlar doğruysa aslında onun devre dışı kalması iyi olmadı mı?
Bir kere bunlar kesinlikle doğru değil. Neden anlaşma olmadığını açık bir şekilde ortaya koyalım. Bu görüşmelerin hiçbirinde asıl sorunlara ilişkin ciddi bir çözüm yoktu ki. İsrail Camp David’de ne verdi? İddialarına göre Batı Şeria’nın büyük bölümüyle Kudüs’te önemli miktarda toprak verilmiş. Batı Şeria’da Filistinlilerin bağımsız devlet uğruna Oslo’da rıza gösterdikleri topraklar 1948’de BM kararıyla kendilerine bırakıldığı resmen uluslararası hukuk tarafından tescil edilmiş olan toprakların sadece %22’si idi. Üstelik bu arazi, Yahudi yerleşimcilerin güvenliği gerekçesiyle öylesine parçalanıyordu ki gerçek manasıyla toprak bütünlüğüne sahip bir devletin var olması mümkün değildi. Düşünün; Türkiye’de Edirne, Çanakkale, İzmir, Antalya, Adana, Diyarbakır, Van, Ağrı, Trabzon, Samsun, İstanbul, Konya, Afyon, Tokat, Sivas, Kayseri illerinde sadece şehir merkezlerinde -Allah göstermesin- yabancı yerleşimciler var. Bunların güvenliği için o bölgelerde yabancı silahlı güçler var. Üstelik bu bölgelerin birbiriyle irtibatını sağlamak için geniş yollar açılmış ve bu yolların her iki tarafında geniş bir alan yine bu yabancı güçlerin denetimine bırakılmış. Öyle ki bu alanlardan geçişimiz onların iznine tâbi. Yüzölçümü olarak Türkiye genelinde %5’lik bir kısma karşılık gelecek bir alan söz konusu. Böyle bir ülkeye biz razı olur muyduk?
Veya böyle bir ülkeye vatan denilebilir mi? Bu kadar parçalı bir ülkede devlet olunabilir mi?
Kudüs’e gelince; yine bizden bir örnek vereyim. Şimdi İstanbul’u bilen arkadaşlar için şöyle anlatayım. İsrail’in teklifi şuydu. Tamam size de İstanbul’da yer verelim. Mesela Yakacık, Beylikdüzü, Anadolukavağı ve Sultançiftliği sizin olsun. Neticede buralar da İstanbul. Ama bu bölgeler arasında bile geçişiniz ancak biz izin verirsek mümkün. Buna karşılık siz de Taksim, Eminönü, Üsküdar ve Kadıköy’deki haklarınızdan feragat edeceksiniz. Abarttığımı düşünen varsa yerleşimcilerin haritasına ve Kudüs’ün taksimi haritasına bakabilir. Bir şey daha söyleyeyim; 1967’den sonra Kudüs’ün belediye sınırları İsrail tarafından sürekli genişletildi ve demografik yapı bozuldu. Ama bütün iskan, yıldırma ve baskı politikalarına rağmen tarihi Kudüs’te 25.000 Müslümana karşı sadece 2.300 Yahudi yaşıyor. Dahası da var. Filistin nüfusunun %70’ini oluşturan 2-3 milyon mültecinin BM’nin 194, 242 sayılı temel ve bunlara atıf yapan 513, 2452, 2963, 3089, 3376 sayılı kararlarıyla kabul edilmiş geri dönüş hakkı kesinlikle tanınmadığı gibi Yahudi yerleşimcilerin geri çekilmesi de söz konusu değildi.
Ama İsrail yasadışı yerleşimlerin boşaltılacağını, askeri varlığının geri çekileceğini duyurdu. Bu sebeple yerleşimcilerle İsrail güvenlik güçleri arasında sert çatışmalar yaşandı.
Bu bir kelime oyunundan ibaret. “Illegal settlement” veya yasadışı yerleşim. Bu söylenince doğal olarak bir yasal bir de yasadışı yerleşim olduğu ve yasadışı olanların boşaltılacağı düşüncesi oluşuyor. Halbuki yasal yerleşim diye bir şey yok ki. Yerleşimlerin tamamı BM Güvenlik Konseyi’nin 446 sayılı kararına göre yasadışıdır. Askeri varlığın çekilmesiyle ilgili olarak da İsrail hiçbir zaman geri çekme anlamına gelen “withdraw” kelimesini kullanmaz, “redeployment” terimini kullanır. Bu ise yeniden konuşlandırma demektir. Yani İsrail bütün askeri varlığını işgal altındaki topraklarda bir yerden diğerine kaydırsa bu “redeployment” olmuş olur.
Bu kelime oyunları bu kadar etkili mi gerçekten?
Hem de nasıl. Bugün Filistin meselesini çözümsüz kılan en önemli ihtilaflardan biri BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararının İngilizce ve Fransızca metinleri arasındaki bir kelimelik farktan kaynaklanmaktadır. Metinde; savaşla toprak kazanmanın kabul edilmezliği, dolayısıyla 1967’deki çatışmada işgal edilen bölgelerden İsrail silahlı kuvvetlerinin çekilmesi istenmiştir. Fransızca orijinal metinde işgal edilen bütün topraklardan “des territoires occupés” denirken İngilizce metinde sadece işgal edilmiş topraklardan “from territories occupied” denmekte bir “des-the” kelime farklılığı sebebiyle İsrail, işgal etmiş olduğu bir metrekare toprağı bile boşaltsa kendini savunabilmektedir.
O zaman bu mesele zor çözülür.
Mesele çözülür de “anlayış” lazım.
Ben de “anlayış” ne zaman devreye girecek diye merak ediyordum.
Anlayış gerçekten önemli. Konuşan taraflar aynı kelimelerle farklı şeyler kastediyorsa, aynı kavramlardan farklı şeyler anlıyorsa, üstelik bu farklar kapanamayacak kadar büyükse sorun çözülmez. Gerçek bile durduğunuz yere göre değişir. Filistin’i ziyaretimizde bize rehberlik eden İsrailli ile birlikte Mescid-i Aksa civarında yapılan arkeolojik kazı bölgesinde dolşıyorduk. Mescid-i Aksa’nın altına doğru ilerleyen tüneli hayret ve dehşetle fark ettik. Rehberimize; “bu tünel Mescid-i Aksa’nın altını oyuyor. Zarar vermez mi?” diye sorunca, “Hayır orede tünel yok. Zaten Yahudi inancına göre buralar yasak bölgelerdir, kimse giremez” cevabını verdi. Tünel gözlerimizin önündeydi ama muhatabımız “yok” diyordu. Bakın “anlayış”la ilgili iki örnek vermek istiyorum. Birincisi Filistin halkının temsilcisi konumundaki eski FKÖ, şimdiki Filistin yönetiminin anlayışıyla ilgili. Filistin bayrağındaki renklerin anlamıyla ilgili yorumları üzerinde durmak istiyorum. Bildiğiniz gibi bayrak yukarıdan aşağıya; siyah, beyaz ve yeşil şeritler ve kenarda kırmızı bir üçgenden oluşuyor. Siyah renk Hz. Muhammed’in bayrağını temsil ediyor. Aynı zamanda İslam öncesi Arap geleneğinde siyah bayrağın intikam anlamına geldiğine, siyahın sadece kabileler arasındaki lidere mahsus bir renk olduğuna, bu renk bayrağın daha sonra Abbasiler tarafından Hz. Peygamber’in soyundan geldiklerinin işareti olarak kullanıldığına da atıf yapılıyor. Beyaz renk Emevileri, yeşil ise Fatımileri temsil ediyor. Kırmızının hikayesi ise bir hayli karışık. Önce Haricilerle, sonra da 10 Aralık 1916’da Osmanlı yönetimine karşı ayaklanan Şerif Hüseyin’in simgesi. Ayrıca Baas partisi tarafından Arap birliği olarak da yorumlanması dolayısıyla kullanıldığı belirtiliyor. Dikkat edilecek olursa bu kompozisyonda Hariciler-Emeviler-Abbasiler gibi birbiriyle hiçbir uyumu olmayan, Şerif Hüseyin ve Baas gibi can düşmanı unsurlar bir arada zikredilmiş. Hz. Peygamberden Fatımilere ve bugüne kadar bütün İslam tarihine atıf var ama arada bir bölüm, 1517-1917 arası eksik. Üstelik Şerif Hüseyin’in ayaklanmasından da övgüyle bahsediliyor. İkincisi ise Filistin’le ilgili temel BM belgelerinde Kudüs’ün Statüsü ile ilgili husus. Şöyle deniliyor:” Nitekim Milletler Cemiyeti Mandası’nın 1922’de atıf yaptığı varolan haklar, tahminen Uluslararası Komisyon tarafından geliştirilen, Osmanlı İmparatorluğu’nun idaresi altında yaygınlık kazanmış örfî haklar anlamına gelmektedir.” Yani Filistin’deki 400 yıllık Osmanlı yönetiminin sadece tarihî tecrübe olarak değil, uluslararası hukukun kaynağı olan örfî hukukun temelini teşkil etmek bakımından da özel bir önemi vardır. Bu statü Kanuni Sultan Süleyman tarafından belirlenmiştir. Bugün “Eski Şehir” olarak bilinen tarihî Kudüs’ü inşa eden de odur. Temel olmadan bina inşa edilir mi?
Arkadaşlar bu mesele çok geniş ama isterseniz burada bir virgül koyup arkadaşımızın getirdiği yerden biraz da Türkiye’yle ilgili olarak konuşalım.
Türkiye’nin İsrail ile son dönemde geliştirdiği askeri işbirliği anlaşmasının ve bu nedenle iki ülkenin yakınlaşmasının Arap ülkeleri ile aramızı açtığı, Türkiye’yi zayıf düşürdüğü de söyleniyor.
Meseleye tam tersinden bakamaz mıyız? İsrail halkı, şayet uzun vadede bu topraklarda barış içinde yaşamaya gerçekten niyetliyse konumlarını rasyonelleştirmek zorunda. Şu anda bölgede sağlıklı diyalog kurabilecekleri tek ülke Türkiye. Öte yandan, ne denirse densin, demin de söylediğim gibi Türkiyesiz ne Filistin ne de İslam dünyası tasavvur edilemez. Unutmayalım ki; İslam Konferansı Teşkilatı’nın kuruluşuna vesile olan hadise, 21 Ağustos 1969’da fanatik bir Siyonistin Mescid-i Aksa’ya saldırı girişiminde bulunması olmuştu ve Türkiye’de kurucu üye olarak burada yerini almıştı. Türkiye, hem tarihi ile hem de bugünkü siyasi, ekonomik, demografik gücüyle İslam dünyasının vazgeçilmez temel unsurlarındandır. Üstelik Filistin halkı, bilgisizlikten kaynaklanan bazı yanlış anlamalar bir tarafa bırakıldığında, Araplar arasında bize en yakın halktır.
“Araplar bizi arkamızdan vurdu” iddiasına ne dersin?
Cehalet değilse hıyanet derim. Doğru, Birinci Dünya Savaşı sırasında, biraz da o dönemde her iki taraftaki hatalar dolayısıyla acı olaylar yaşandı ama Filistin’de değil. Dikkat edilecek olursa, son dönemde Türkiye’nin toplumsal olarak da devlet olarak da en fazla duyarlılık gösterdiği iki dış mesele Bosna ve Filistin oldu. Çünkü bu iki coğrafya ile ilgili de ‘arkadan vurma’ olarak tanımlanan kötü hatıralar yok. Ayrıca bizzat II. Abdülhamit’in ifade ettiği gibi Plevne’yi müdafaa edenler arasında birçok Arap vardı. Binlerce Arap, cihat çağrısına karşılık vererek Çanakkale’de, Kafkaslar’da ve Balkanlar’da savaştı ve şehit oldu. Oysa tam bu sırada 5.000 kişilik Yahudi-Siyonist birlik İngilizlerle birlikte Çanakkale’de bize karşı savaşıyordu. Bizi arkadan vuran birileri varsa, Allenby’nin kuvvetlerine hem istihbarat sağlayan hem de onunla birlikte savaşan, binlerce Yahudi gönüllüden oluşan üç taburu içeren Siyonist alayındakilerdir. Dr. Hüsnü Mahalli’nin İsrail Enformasyon Merkezi tarafından 1997’de yayımlanan “İsrail’in Gerçekleri” kitabından aktardığına göre, bu gönüllülerin Osmanlı ordusunu sık sık pusuya düşürdüğü ve Hicaz Demiryolu’nu havaya uçurarak askeri yardımların gelmesini önlemişler.
Demin Filistin bayrağından hareketle bir yorum yapmıştım. Şimdi de İsrail bayrağına bakalım. Bayraktaki iki mavi çizgi Nil ve Fırat nehirlerini temsil eder. Aradaki Siyon yıldızı ise vaat edilmiş topraklarda, yani bu iki nehir arasındaki her yerde İsrail’in hakimiyetini temsil eder. İsrail parlamentosu Knesset’in duvarında da asılı olan bu haritaya göre bizim topraklarımızın da bir kısmı Siyonist ideallerin ilgi alanına giriyor. Unutmamak gerekir ki Filistin’de 1880’lerde 14.000 iken elli yılda tam otuz kat artan Yahudi nüfusu, büyük ölçüde Araplardan toprak satın almak suretiyle bu bölgeye yerleştirilmiştir. Bakın işte bu da bir “anlayış” sorunu. Sağlam bir “anlayış” olursa çözülmeyecek hiçbir mesele yok ama “anlayış”ımız eksikse kendi ölüm fermanımızı kendi ellerimizle yazabiliriz. Filistin meselesi tam da bundan dolayı aslında Türkiye meselesidir.

Paylaş Tavsiye Et