Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (July 2005) > Topluyorum > Özgürlük kazanmazsa dünyayı kaos bekliyor
Topluyorum
Özgürlük kazanmazsa dünyayı kaos bekliyor

 

Arkadaşlar, Kasım ayı çok önemli olaylarla geçti. Aralık da öyle olacağa benziyor. Yani tartışma gündemimiz yine yüklü.
İsterseniz kayda değer gelişmeleri kısaca hatırlayalım ve neleri tartışacağımıza öyle karar verelim. Uluslararası siyaset gerçekten de çok hareketliydi. ABD seçimlerini Bush’un yeniden kazanması ve iki hafta sonrasında Condoleezza Rice’ın Colin Powell’ın yerine dışişleri bakanlığına getirilmesi, Avrupa’nın en özgürlükçü ülkelerinden biri olarak bilinen Hollanda’da İslam’ı aşağılayan filmiyle tepki toplayan yönetmen Van Gogh’un öldürülmesini bahane ederek Müslümanlara yönelik saldırıların başlaması, Brüksel’deki AB zirvesi, Felluce’ye yönelik insanlık dışı saldırı ve gerçekleştirilen katliam, Arafat’ın ölümü, Chirac’ın “Türklerin Avrupalı olmadığını söylemenin anlamı yok, hepimiz Bizans’ın çocuklarıyız” sözleriyle başlayan tartışma, Rusya’nın yeni nükleer tehdidi ve bu arada Powell’ın gider ayak, İran’ın nükleer silah taşıyacak füze sistemleri üzerinde çalıştığına dair istihbarat bulunduğunu açıklamasıyla ‘yeni hedef İran mı?’ endişelerinin doğması, Hindistan’ın Keşmir’den asker çekeceğini açıklamasıyla Pakistan ile arasında yumuşama işaretleri, Ukrayna’da yapılan devlet başkanlığı seçimlerinin ardından yaşanan kriz.
İstanbul’da İslam Konferansı Örgütü Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi İSEDAK’ın zirvesi yapıldı. Onu da ekleyelim.
İKÖ’de de İSEDAK’ta da eylem ve gerçekleşme anlamında şimdiye kadar ciddi bir gelişme oldu mu ki gündeme alalım? Konuşuyorlar ve raporlar üretiyorlar. Başka birşey yok.
ABD ekonomisindeki sorunlar dolayısıyla doların hızla değer kaybetmesini de unutmayalım. O da çok önemli bir uluslararası gelişme ve sonunun nereye gideceği de belirsiz.
Peki Türkiye gündemi; Türkiye’de önemli gelişme olmadı mı?
Bence en önemli olay, Mardin Kızıltepe’deki olay. TIR şoförü Ahmet Kaymaz’ın ve 12 yaşındaki oğlu Uğur’un evlerinin kapısında güvenlik güçleri tarafından öldürülmesi. Çocuğun vücudunda 13, babasında da 8 kurşun yarası var. Üstelik çoğu da yarım metrenin altından yapılmış atışlarla oluşmuş. Yargısız infazın da ötesinde bir vahşet söz konusu.
Güneydoğu’da güvenlik güçlerine yönelik saldırılar da arttı. Sadece son beş ayda 47 askerimizin çatışmalarda hayatını kaybettiği, 153’ünün de yaralandığı açıklandı. Kuzey Irak’ta endişe verici gelişmeler yaşanıyor. Yani sorun çok yönlü olarak devam ediyor.
Ne olursa olsun devletin hukuk dairesinde hareket etmesi gerekir. Güvenlik güçleri devletin otoritesini kullanıyor. Hiçbir şey, 12 yaşında bir çocuğa yakın mesafeden 9 kurşun sıkmayı mazur göstermez. Filistin’de bomba taşıdığı iddiasıyla vurulan 13 yaşındaki İman isimli kızın masum bedenine şarjörünü boşaltan İsrailli subayı nasıl lanetliyorsak kendi ülkemizde de böyle olayların üzerine gitmeliyiz.
Bu kadar vahim olmasa da geçen ay yaşanan benzer başka olaylar var. Gözaltında ölen sendikacı Süleyman Yeter’in de aralarında bulunduğu 15 kişiye işkence yapmaktan yargılanan polislerin davası, temyizdeyken zaman aşımına uğradığı için düştü. Üstelik Yargıtay, verilen hapis cezalarını az bulduğu için bozmuştu. Başbakan “işkenceye sıfır tolerans” diyor ama işkenceci oldukları hem yerel mahkemenin, hem Yargıtay’ın kararı ile sabit olan kamu görevlileri ceza almadan kurtuluyor.
Konuyu daha kapsamlı ele almak gerekiyor. Türkiye’nin 11 Eylül sonrası konjonktürünün bütün dünyada estirdiği rüzgarların aksine giderek daha açık, daha şeffaf ve özgürlükçü bir ülke olması bazılarının işine gelmiyor tabii. Özgürlüğün olmazsa olmazı hukukun üstünlüğü ve insan haklarına yüzde yüz bağlılıktır. Şeffaflığın gereği bürokratik oligarşiyi tasfiye etmektir. Bazı güç odaklarının son dönemde her vesileyle bu gidişe karşı direnç göstermeye, bağlantılarını kullanarak kamuoyunu etkilemeye çalıştıklarını görüyoruz. Ama bu yoldan dönmemek şart.
Geçen ay içeride yaşanan başka olaylar da var tabii. Şişli Belediye Başkanı Sarıgül’ün hakkındaki yolsuzluk iddiaları bahane edilerek kesin ihraç istemiyle CHP disiplin kuruluna sevk edilmesi ve onun da Mersin mitingiyle cevap vermesi, Cem Uzan’ın TMSF’nin el koyduğu Pamukova’daki çiftliğine zorla girerek gizli bir kasayı çalması, geçen ay tutuklanan Sedat Peker’e yönelik ‘Kelebek Operasyonu’ gelişmeleri ve SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na devri tartışmalarını sayabiliriz.
Bir de her yeni üzücü olayla bir süreliğine gündemimize aldığımız, ardından “akvaryum balığı hafızamız”dan bir sonraki faciaya kadar siliniveren toplumsal yaralar var. Kapkaç ve “amaçsız şiddet” diye isimlendirilebilecek vakıayı kastediyorum. Biliyorsunuz geçen ay saldırganların bir genci trenden atarak öldürmeleriyle kapkaç gündemin başına oturdu. Benzer şekilde İstanbul’daki bir futbol maçında 16 yaşında bir genç yok yere öldürüldü ve tribün terörü tartışılmaya başlandı.
Ne demek istediğini biraz açar mısın? Yani bu olaylar olduğunda sorunları hatırlıyoruz ama ciddi bir önlem almıyoruz mu demek istiyorsun? Bildiğim kadarıyla her iki olayda da yasal önlemler alındı, cezalar artırıldı.
Bunlar sadece adlî olaylar değil ki bu şekilde çözülsün. Kastettiğim biraz da bu zaten. Kapkaç sosyo-ekonomik bir krizin dışa vurumu. Diğeri de öyle. Sokak çeteleri, okul çeteleri, tribün çeteleri, gazetelerin üçüncü sayfalarında yer bulan trajediler aslında bir bütünün parçası. Küreselleşme adına tahrip edilen toplumsal yapımızın, varoşlarda lümpenleşen ve kimliklerini, aidiyetlerini kaybeden gençlerimizin, bilmem kaçıncı stand-by uyarınca, Washington Uzlaşması tanrılarına kurban ettiğimiz sosyal dengenin çığlıkları bunlar.
Ben de bir şey eklemek istiyorum. Ramazan ayında biliyorsunuz Başbakan Erdoğan, İstanbul Belediye Başkanlığı döneminden beri sürdürdüğü her gece bir fakir sofrasında iftar etme geleneğini bozmadı. Medyanın bir kısmı ‘şov yapıyor’ diye eleştirdiyse de bence çok güzel bir davranış ve şahsen, samimi olduğuna kesinlikle inanıyorum.
Sadece kendisi değil, eşi de. Ayrıca milletvekillerini de aynı şeye teşvik etti.
Evet, her neyse. Hep şunu düşündüm; acaba bu ülkenin en yetkili siyasî sorumlusu olarak şahit olduğu manzaralar karşısında neler hissetti? Bir tarafta resmi rakamlara göre dört kişilik bir ailenin aylık yoksulluk sınırının 330 milyon lira kabul edildiği hesaba göre 18,5 milyon insanın yoksulluk, aylık 133 milyon lira hesabıyla da 1 milyon insanın açlık sınırının altında yaşadığı Türkiye, bir tarafta da ilk on ay itibarıyla her gün ödenen faizin 160 trilyon lira olduğu Türkiye!
En son açıklanan dört kişilik bir ailenin açlık sınırı rakamı 500 milyondu. Demek durum daha vahim. Zaten BM’ye bağlı Gelişim Programı (UNDP) İnsani Gelişim Raporu’na göre mutlak yoksulluk sınırının altında yaşayanların sayısı 1,7 milyona ulaşmış.
Medya, futbolcuların lüks ve yozlaşmış yaşamını özenilecek yaşamlar olarak sunuyor. Sürekli gören ama hiçbir zaman sahip olamayan, eğitimsiz, işsiz, kimliksiz ama hınç ve öfke dolu bir kitle oluşuyor. Bu, kendisi oynamayan ve hiçbir zaman oynayamayacak olan, seyirci-taraftar konumuna mahkum ama bütünleştiği takım kazanınca adeta kendisi kazanmış gibi hisseden insanların kültürü. Yok edilen kimliğinin yerine böyle bir aidiyet koyarak varlığına anlam kazandırmaya çalışan, sahte de olsa zafer kazandığını hisseden gençler bunlar.
Kapkaç ve tribün terörünün toplumsal temelleri olabilir ama bence bütün suçu sisteme yükleyip “sorumlu bozuk düzen” demek de geçmişteki sloganik saplantının bir yansıması. Bunları aşmak ve çözüme odaklanmak gerekiyor. Tabii ki yoksulluk önemli bir sorun ama bunun sorumlusu İMF mi yoksa kamu ekonomisini bir rant dağıtma mekanizması haline getirip popülist tavırlarla verimsizlikleri destekleyen, kaynakların rasyonel kullanımını bozan devletçi yapı mı?
Söylediklerinde haklılık payı var; ama geçmişte neoliberal perspektifle geliştirilen çözümler Yıllarca uluslararası otomotiv ve petrol tröstleri ile Koçlar, Sabancılar, OYAKlar kazansın diye demiryollarının ve deniz ulaşımının geliştirilmediği, tüm ulaşım ve taşımanın karayollarına sıkıştırıldığı ideolojik bir takıntı mı? Yatırım yapılamadığı için yaşanan tren kazalarının bile raylı sistem aleyhine istismar edildiği gerçeğin ta kendisi değil mi? Faizler dışındaki her türlü kamu harcamasına engel olmayı ekonomi politikası diye yutturan İMF’nin, vergi gelirlerini artırmaya yönelik kapsamlı reform önerisi sunan hükümete bir oran indirimi için bile izin vermediği hayal mi? Bütçeden eğitime %5, sağlığa %3, bütün üniversitelere toplam %2,5, adalete %0,9 ama faiz ödemelerine %44 ödenek ayrıldığı slogan mı? Ulaşım politikasındaki bilinçli tercihin sonucunu “trafik terörü”; işsizliğin, yoksulluğun, açlığın ve küresel dayatmanın tahrip ettiği sosyal dokunun sonucunu “kapkaç terörü”, kimliksizleşmenin ve lümpenleşmenin sonucunu “tribün terörü” diye adlandırmak yanlış. Bu sistemin sorumlu olduğu ne varsa, sonuna bir “terör” kelimesi eklenerek sorumluluk bilinmeyen güçlere havale ediliyor.
Arkadaşlar bu değişiklik iyi oldu. Şimdiye kadar topluYORUM’larda güncel boyutuyla iç siyaseti bu kadar tartışmamıştık. Ama isterseniz biraz da diğer konulara bakalım. Irak’tan başlayalım isterseniz. Orada yaşananlar da bir insanlık trajedisi.
Bu topluYORUM maalesef trajedileri yorumlayarak geçecek galiba. Kasvetli bir tartışma oluyor.
Bence Irak’ta yaşananlar insanlık trajedisi değil, insanlık ayıbı. Yüz binlerce insan son derece ağır şartlarda mülteci kamplarına sığınmak zorunda kaldı. ABD bombardımanı binlerce savunmasız çocuğu, kadını ve yaşlıyı öldürdü. Camilere girildi ve yaralılar bile katledildi. ABD askerleri bir işgal gücü gibi bile değil; sadece yok etme ve aşağılama güdüleriyle hareket ediyor.
Felluce’de yaşananlarla ilgili medyaya yansıyan görüntüler korkunç. ABD’nin ilk hedefi, kentin tek hastanesi oldu. Ama dahası var. ABD güçleri önce şehri kuşattı, giriş-çıkışları yasakladı, günlerce topları, tankları ve uçaklarıyla, sivil-askerî hedef ayrımı yapmaksızın ağır bir biçimde bombaladı ve sonra işgal etti. Uygulanan, Orta Çağ savaşlarında görülen tamamen yok etmeye yönelik bir taktik. Iraklı şairler de herhalde “Ne hayasızca tahaşşüd ki ufuklar kapalı! / Nerde-gösterdiği vahşetle “bu: bir Avrupalı” / Dedirir-yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi / Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahut kafesi!” mealinde şiirler yazıyordur. Bu duygular bize yabancı değil. Aslında ABD bize kulak verse iyi eder.
ABD’nin bu kadar fütursuz ve ölçüsüz davranmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
ABD çekilmek için Irak’ta bir düzen kurmayı, stratejik işbirliği anlaşması yaparak askerî üsler almayı istiyor. Bunun için seçimlerin yapılması şart. Halbuki direniş sürdükçe seçim yapmak imkansız. Neoconların kafasında “Araplar ve özellikle de Iraklılar güçten anlar” imajı var. Saddam yönetiminin sürmesini böyle yorumluyorlar ve kendileri de aynı stratejiyi uyguluyorlar. Halbuki bu hareketleriyle bir ikileme düştüler.
Nasıl bir ikilem bu?
Sünnilerin seçime katılması çok zor. Direniş zayıflatılsa ve seçim yapılsa bile yaşananlardan sonra Sünni halkın protesto etmesi ve seçime katılmaması kuvvetle muhtemel. Bu durumda parlamento sadece Şiilerden ve Kürtlerden oluşur ve Şiiler çok büyük bir üstünlük kazanır. O zaman da Irak, İran’ın etkisine daha fazla girer.
İran’ın Felluce’de yaşananlara çok fazla tepki göstermemesi, nispeten sessiz kalması da bundan olsa gerek. Onlar bir an önce seçim yapılmasını istiyor. Nasıl olsa her durumda nüfus avantajı Şiilerden yana olacak.
Ama hem ciddi meşruiyet krizi doğar, hem de Irak halkının kesimleri arasında ayrılık keskinleşir. Aslında rasyonel olan ABD’nin Sünnileri dışlamaması; ama direniş de en fazla oradan geliyor. Öte yandan bu ikilem bizim için de söz konusu. Seçim yapılmazsa Irak’ta kan akmaya devam edecek ve maalesef dünyada ABD saldırganlığını durdurabilecek bir güç görünmüyor. Direniş devam etse ve bazı başarılar kazansa bile ABD’nin her şeyi bırakıp çekilmesi kısa vadede mümkün değil. Bu ise daha çok Iraklının ölmesi ve Irak’ın daha çok tahrip olması demek. Öte yandan seçimlerin yapılması da Sünni direnişin çözülmesine bağlı.
Yapılanlar insanlık dışı olduğu kadar akıl dışı da. ABD kendi çıkarlarını ve uzun vadeli başarı şansını da yok ediyor. Bu görüntülerden sonra işleri çok zor. Doğrudan direnişte yer almayan kesimler bile ABD aleyhine dönecek. Yine bizim tarihimizle yaptığım benzetmeye devam edecek olursam Allavi, Damat Ferit’e benziyor. Düşünün; Bursa topa tutulmuş, düşmanlar Ulu Cami’de Müslümanları öldürüyor. Muradiye, Yeşil Türbe topa tutulmuş ve Ankara Hükümeti’ne “direnişe son ver, anlaş” deniyor. Olacak şey mi?
Bence ABD Irak işgalinde başarısız oldu. Bush’un Abraham Lincoln uçak gemisinde dünyaya “Irak’ta savaşın esas aşaması bitmiştir” dediği günden beri 19 ay geçti ve ABD giderek daha çok köşeye sıkışıyor. Stratejik avantaj sağlayamadığı ve hedeflerine ulaşamadığı gibi kendi resmî açıklamalarına göre bile 1500’e yakın asker kaybetti. Psikolojik bir moral çöküntüsü yaşıyor. Şimdiki hedefleri Irak’ı bölmek. Onun için de böyle hareket ediyorlar. Sünnileri tamamen dışlamak, böylece meşru bir parlamento oluşmasını önlemek, ve Irak’ta iç savaşa ve bölünmeye gidecek yolu açmak.
İsrail istese de ABD’nin Irak’ta bölünmeyi isteyeceğini sanmıyorum. Zira sonuç yararlarına olmaz. Şiileri hiçbir biçimde denetleyemez. Ayrıca İran’ın desteği olacağı için onlar da ABD’ye ihtiyaç hissetmez. Sünniler yaşanan gelişmelerden başka Irak’ın bölünmesi sebebiyle de ABD’yi asla affetmez ve onlar da Suriye, Ürdün ve Suudilerin desteğini alabilir. Burada en yakın müttefik Kürtler olabilir ama onlar da bir kez bağımsızlıklarını kazandıktan sonra ABD etkisinden kurtulmak isteyecektir. Her üç birim de daha homojen ve milliyetçi olacağından ABD’nin işi zorlaşır.
Ben ABD’nin direniş karşısında pes edeceğini düşünüyorum. Felluce’deki direnişçilerin içinden gelen haberler durumun ABD’nin duyurduğundan çok farklı olduğunu gösteriyor. Bütün güçleriyle bombaladıktan sonra 15 bin askerle şehre girmelerine rağmen 1500 direnişçi karşısında on gün boyunca hiçbir ilerleme kaydedememişler. 400 ABD askeri öldürülmüş. Sonunda direnişçiler sivil halka daha fazla zarar gelmemesi için kendi tercihleriyle çekilmişler.
İşte benim kastettiğim de bu. Direniş başarılı olsa bile kayıplar korkunç oluyor. Aynı hisleri taşıyorum ama daha serinkanlı ve gerçekçi olmamız lazım. Kanuni Sultan Süleyman ile ilgili bir kıssa anlatılır. Hasekisi Hürrem Sultan ile damadı Rüstem Paşa uydurdukları mektuplar ve çeşitli hilelerle en liyakatli Veliaht-Şehzade olan, devlet adamları ile halk ve ordu tarafından çok sevilen Şehzade Mustafa aleyhine bir komplo kurarlar. Sonunda Kanuni şehzadesinin idamını emreder. İş işten geçtikten sonra ise pişman olur. Rüstem Paşa “Sultanım, üzülmeyin. Başka şehzadeleriniz var” deyince Kanuni hiddetlenir ve “Senin için kolay! Oğul da benim oğlum, payimal olacak devlet de benim” der. Şu anda meşru bir düzen kurulmadan ABD Irak’tan çıksa, oluşacak boşluk kardeş kanı dökülmesine ve Orta Doğu’daki bütün unsurlar, Araplar, Kürtler, Türkler, Sünniler ve Şiiler arasında kan davasına yol açacak bir iç savaşa yol açar. Akacak kan da bizim, yok olacak kaynaklar da. Dolayısıyla bizim için de en iyi seçenek ABD’nin bir an evvel, kansız ve arkasında bir kaos bırakmadan çekilmesini sağlayacak şekilde meşru seçimlerin yapılması.
Arkadaşlar, deminden beri rasyonel analizler yapıyorsunuz ama ABD’nin bunları değerlendirebilecek durumda olduğunu hiç sanmıyorum. Seçimlerin sonucunu gördünüz herhalde. Bush hem de oylarını artırarak yeniden seçildi. 2000’de halk oyunun %50’den azını almış ve bazı hilelerle kazanmıştı. Halbuki bu sefer 2000 seçiminde aldığından 9 milyon daha fazla oy alarak ve oran olarak %51’i yakalayarak seçildi. Amerikan halkı “Şok ve Dehşet”i seçti. Hatırlarsanız Irak’ı işgallerine bu adı vermişlerdi.
Dehşet, olağan dışı güçlü korku anlamına geliyor ve tedhiş, yani terör de aynı kökten türetilmiş bir kelime. Dehşete düşürme fiiline tedhiş deniyor. Maalesef dehşet daha çok dehşeti, korku daha çok korkuyu getiriyor. Dehşeti seçenler, bütün dünyaya dehşeti davet etmiş olduklarının farkında değiller.
Aslında Bush’un aldığı oy büyük bir zafer sayılmaz. Unutmayın ki ABD fiilen savaşın içindeki bir ülke ve tarih boyunca savaş sırasında iktidar değişikliği görülmüş şey değildir. Ne olursa olsun, ülke savaştaysa iktidar desteğini artırır. Bu yüzden aldığı oy az bile. Ama bu seçimler savaşın da, ABD politikalarının da ciddi biçimde sorgulanmasını başlattı.
Seçimde muhafazakâr değerler ve Evanjelistlerin etkileri de önemli rol oynadı. Savaş döneminde toplumlarda dinin etkisinin ve muhafazakârlığın güçlenmesi de normaldir. Bunun da etkisi olmuştur.
Bu seçimleri iyi analiz etmek lazım. Bir kere bu seçimler, 1861-65 arasındaki iç savaştan beri ilk defa ABD’nin bu ölçüde bölündüğü bir ortam doğurdu. Yasal bir zorunluluk olmamasına rağmen teamül olarak iki parti sistemi haline gelmiş olan ABD’de seçimler, “ABD ne yapsın?” sorusu etrafında yapılırdı. Halbuki bu seçimler “ABD nedir?” sorusu etrafında yapıldı. Politikalar ve bunların nasıl uygulanacağı değil, kimlik tartışıldı. Bu yüzden Bush belki en çok oy alan başkan oldu ama aynı zamanda en çok nefret edilen başkan da oldu. Üstelik bu bölünme sadece sosyo-kültürel ve ekonomik değil, coğrafî olarak da tıpkı 1861 Amerika’sına benziyor. Kuzeydoğu ve batıda Demokratlar, daha doğrusu Bush’un temsil ettiği ABD’yi kabul etmeyen Amerikalılar, ortada ve güneyde de Bush yanlıları. Seçimden sonra internette dolaşan bir karikatür vardı. Kerry’nin çoğunluğu aldığı Kuzeydoğu, Orta Batı ve Batı eyaletleri ile Pasifik ortasındaki Hawaii, Kanada’yla birleştirilip “Kanada Birleşik Devletleri” oluvermişler. Bush’u ikinci kez başkanlığa getiren, orta ve güney eyaletleri ile kıtanın kuzeybatı ucundaki Alaska ise farklı renge boyanıp “Jesusland” yani “İsa diyarı” adını almış. ABD’de 150 milyon WASP, yani beyaz, Anglo-Sakson ve Protestan insan var ve Bush’un arkasındakiler bunlar. Ama demografi değişiyor. Böyle giderse siyahlar ve Latin kökenliler başta olmak üzere diğer etnik ve dinî gruplar kopabilir ve bu da Amerikan rüyasını tam bir karabasana dönüştürür.
Nasıl Irak’ta izlenilen politika uzun vadede ABD çıkarına olmayacak ve sürdürülemez bir politika ise içerideki politika da öyle. Ama Irak’taki ikilemin benzeri içeride de söz konusu. Huntington’ın yeni bir kitabı var “Who Are We (Biz Kimiz)?”. Amerikan kimliğini ve buna yönelik tehditleri sorguluyor. İşte Bush’u seçen, Huntington’ın “We” dediği kesim; ama ABD sistemi çoğulculuğa ve özgürlüğe, 1776 Bağımsızlık Bildirgesi’nde yer alan ilkelere dayandığı için var olabilmiştir. Şimdiyse durum değişiyor. 200 yıldır resmi dil ilan etmeden idare etmiş olan ABD’de, 2002’de İngilizce’yi tek resmi dil haline getirmeye yönelik yasal girişime başlanması tesadüf değil. Yönetimi ellerinde bulunduran WASP’lar, çoğulculuğa ve özgürlüklere izin verirlerse pozisyonlarını kaybedeceklerinden korkuyor. Ama özgürlükler daraltıldıkça kutuplaşmalar ve gerilimler artıyor. Halbuki çoğulculuk ve kapsayıcılık, küresel güç olmanın vazgeçilmez şartıdır.
ABD’nin yüz yüze kaldığı ikilemlere ve açmazlara bir tane de ben ekleyeyim; ekonomi. ABD ekonomisi en sıkıntılı dönemlerinden birini yaşıyor. Hızlı büyüme ABD’de tüketimi artırdı, tasarrufu düşürdü. Son bir yılda ABD’de halkın, şirketlerin ve hükümetin tasarruflarının toplamı milli gelirin %14’üne geriledi. Bu, ABD tarihinin gördüğü en düşük tasarruf oranı denilebilir. Dış ticaret açığı muazzam seviyelere çıkarken bütçe açığı da hızla büyüyor. Açıklar milli gelirin %8,6’sını buluyor. Durumun düzelmesi için bütçe açığının azalması gerekiyor. Bush, hem savunduğu ilkeler, hem de seçim kampanyası boyunca verdiği sözler dolayısıyla vergileri artırmayacağını her fırsatta söylüyor. Dolayısıyla tek yol harcamaları azaltmak. En önemli harcama kalemi askerî harcamalar. Ama yine Bush politikaları bunu azaltmak bir yana giderek artırıyor. Bu durumda açıklar büyüyor ve dolara güven sarsılıyor. Sonuçta ya ekonomiyi derin bir durgunluğa sokacak faiz artırımları ya da doların değerinin daha da düşmesi söz konusu olabilir ki, ikisi de hem ABD, hem dünya ekonomisi için tam bir felaket.
Dolardaki dalgalanma da bununla ilgili değil mi? Türk Lirası değerini takip etmek bile hayli zordu; işin içine bir de euro-dolar paritesi girince milletin iyice başı döndü.
Aslında daha önce de benzer dalgalanmalar yaşandı. O zaman euro değil, Alman markı vardı ve bir doların mark karşılığı 1977 Şubat’ta 2,41’den 1980 Ocak’ta 1,73’e düştü. Sonra 1985 Şubat’ta yine 3,30’a kadar çıktıktan sonra 1995 Haziran’da 1,40 seviyesiyle en düşük noktaya geldi. Tabii eurodaki dalgalanmalar da fena değil. 1999 başında kayıt parası olarak işlem görmeye başladığında değeri 1,16 dolardı. 2000 Ekim’de ise 0,85’e kadar gerilemişti. Şimdi 1,31’de ve 1,50 seviyesi konuşuluyor. Küresel finans kapitalizminde böyle dalgalanmalar spekülatörlere para kazandırır, garibanlar ise hep kaybeder.
ABD, BOP’la dünyaya düzen verme hevesini tatmin edeyim derken dolar tahtından olacak desenize! Zaten BOP da pek iyi gitmiyor.
BOP’un aksadığı doğru ve bu kafayla makul bir noktaya gelinmesi de çok zor. Gördünüz mü bilmiyorum ama Pentagon’a danışma hizmeti veren Savunma Bilim Kurulu’nun 25 Kasım’da açıklanan raporu çok dikkat çekiciydi. ABD’nin İslam Dünyası’nda fikir savaşını kaybettiği, İslam Dünyası’na demokrasi getirmeden söz etmesinin “bencilce ve iki yüzlü” olarak değerlendirildiği, Müslümanların özgürlük ve demokrasiden değil, ABD politikalarından nefret ettiği belirtiliyordu.
Ama Doğu Avrupa’da hâlâ ABD etkin. Doğu Avrupa’yı ekonomi politik olarak AB üzerinden, askerî olarak da NATO üzerinden sisteme entegre etmeyi başardılar. Ukrayna’daki gelişmeler de bu ‘çevre düzenlemesi’ operasyonunun bir parçası olabilir. Devlet başkanlığı seçimlerini Moskova yanlısı Başbakan Yanukoviç’in kazandığının açıklanması, buna karşılık liberal eğilimli Yuşenko taraftarlarının seçime hile karıştığı iddiasıyla protestolara başlaması sonucu seçimlerin yenilenmesi gündemde. Anlaşılan Gürcistan modeli tekrarlanacak. Ama Rusya’nın bundan hoşnut olacağını sanmam.
Belki de Putin’in açıklamasının bununla da ilgisi vardır. Rusya’nın elinde başka kimsede olmayan nükleer bir silah olduğunu açıklamasının altında bir göz dağı verme niyeti olabilir. Yani Rusya diyor ki; “ekonomik durumum bozulmuş olabilir ama ben hâlâ nükleer bir süper gücüm, benim alanıma saygı gösterin”.
Yuşenko’nun dört ay önceki ve bugünkü fotoğraflarına bakınca insan ürperiyor doğrusu. İddialara göre Rusların desteği ile iktidar hem zehirlemiş, hem de alay eder gibi “yediği bozuk suşiden oldu” diyormuş.
Bu sayımızın dosya konusu olan Orta Asya da Rusya’nın etkinlik alanında yer alıyor. Öte yandan AB ve ABD, Çin, Hindistan, İran ve tabii Türkiye de bölgeyle ilgileniyor. Bu konuya da değinelim mi?
Arkadaşlar, dosya yazılarımız konuyu bütün yönleriyle son derece iyi tahlil etmiş. İsterseniz bunu oraya bırakalım ve topluYORUM’a burada son verelim. Gerek Türkiye ile, gerek ABD ve Orta Doğu ile ilgili değerlendirmelerden ben şu sonucu çıkarıyorum: Sağduyu galip gelmez, özgürlük kazanmazsa dünyayı kaos ve felaket bekliyor.

Paylaş Tavsiye Et