İSLAMÎ medya kuruluşlarının söylemine ve yapılanmasına bakıldığı zaman; amaçları açısından birbirinden ayrışan, farklı sosyal çıkar yatırımlarının etkili olduğu bir alanla karşılaşılır. Bu duruma somut tezahürleri çerçevesinde bakıldığında ise, tablo daha belirgin hâle gelir. Türkiye’nin son 100 yıllık tarihinde İslamî taleplerin dillendirilmesi noktasında gazetelerin önemli işlevler yüklendiği önemli bir gerçektir. Bu işlevlerin bir kısmı ortak İslamî hassasiyetlerin sosyal psikolojisinin örgütlendirilmesi şeklinde cisimleşirken; diğer taraftan örgütlü siyasal, toplumsal ve kültürel taleplerin istikrarlı olarak aktarımı ve yaygınlaştırılmasına hizmet ettiği görülebilir. İslamî taleplerin gazeteler aracılığıyla etkin ve örgütlü bir şekilde yaygınlaştırıldığı 1950-80 arası devirde, İslamî gazete söylemi, toplumsal taleplerle çakışan ve kültürel ve siyasal içerimleri de olan boyutlara sahiptir. Daha açık bir ifadeyle, bu dönemin İslamî basınının meselesi, İslamî tanınma siyasetinin etkin mücadelesidir. Bu süreçte entelektüel kapasiteleri ve söylemlerinin halk katındaki etkileri yüksek olan Nurettin Topçu, Necip Fazıl, Said Nursi, Zahid Kotku gibi isimlerin bu medya üzerinde önemli bir epistemolojik basınç oluşturması, bu kuruluşların temel amacı olan İslamî yenileşme ve tanınma siyasetinin de çerçevesini belirliyordu. Bu isimler temel Türk-İslam anlayışının yaygınlaşması noktasında, yazılı basını derinden yönlendiren etkilere sahiplerdi. Türkiye’deki İslam’ın otantikliğinin kavranmasında bu sürecin anlaşılması önemlidir.
Siyasî Angajmandan Kimlik Krizine
İslamî gazetelerin 1980 öncesindeki söyleminin samimiyetinin, 80 sonrasında da devam ettiğini söylemek zorlayıcı bir yorum olacaktır. Bunun değişik sebepleri mevcuttur. Dönüşümün asıl sâiki, Türkiye’deki “İslamcıların” bu süreçte yaşadıkları statü değişikliğinin farklı çıkarları ve bunun siyasetini gerektirmesidir. 1980 sonrası İslamî gazeteler 90’ların ortalarına kadar; değişik türde kitaplar, ansiklopedi serileri vermek ve oluşan statü değişikliğine intibakı kolaylaştıracak kaplıca evleri, beş yıldızlı oteller, İslamî hayat tarzını gettolaştıracak apartman-sitelerin yaygın reklâmlarıyla dolu bir yayın siyaseti izlediler. Aynı süreçte, 80 öncesine benzer ortodoks bir dili devam ettiren bazı Müslüman yazarlar, İslamî arayışların “teorileştirilmesi” ile meşgul oldukları yazılarını bu gazetelerde yazdılar. Fakat bu aydınların etki alanları, 80 öncesindeki düşünürlere kıyasla daha sınırlı oldu. 28 Şubat’a kadar İslamî medyanın istikrarlı bir söylem arayışı, otoriter ve tepeden inmeci dili ve geniş sosyal kesimlere dönük psikolojik yatırımları belirgin bir modernleşme eğilimiyle iç içe geçerek gelişti. Bu döneme kadar bu gazetelerin yaygın söylemi “gelmekte olan bir zafer”in heyecanlarıyla işleniyordu. İslamî gazetelerin birçoğu, İslam’ın siyasal bir versiyonunun sesinin yükselmesi meselesini “aşırı yorumlama” gafletine düştükçe, önlerinde duran birçok siyasal ve kültürel sorunu görmede aynı derecede körlüğe saplandılar. Örneğin o günlerde çağın ekonomisi ile alay etmek olan 100 bin tank üretmek söylemi, bu yayınlarda sorgulanma ihtiyacı bile doğurmuyordu. Ayrıca bu körlük kimi zaman İslam’ın yüzyıllardan süzülüp gelen incelik ve tezyînatı ile taban tabana zıt olan kaba bir püritenizm olarak da zuhur edebiliyordu. İslamî medyanın yaygın sorunu, gerçekte, İslam’ın letafetine yakışmayacak kabalıkları her gün manşetlere taşımasıydı. Kültürel karmaşıklığı ve iktidar sorununu tek boyutlu okuması, İslamî medyayı 28 Şubat’ın tozlu dumanlı günlerinde derin bir şaşkınlık ve söylem krizi ile baş başa bıraktı.
Mağduriyet Söyleminden İktidarın Başdönmesine
1990’lı yıllar, tüm dünyada Müslüman coğrafyaların kana boğulduğu yıllar olarak tarihe geçti. İslamî medyanın bu duyarlılıktan etkilendiği vaki ve tabiidir. İslamî gazetelerde bir yandan mağduriyet söylemi, acılara ilişkin haberler, Richard Falk’un deyişiyle “dışlamanın jeopolitiği” ile mücadele yer alırken; diğer yandan ülke içinde yaygınlaşan rahatlamadan yararlanma eğilimi öne çıkıyordu. 28 Şubat’tan sonra “devlet” birçok İslamî oluşuma “baskın” yaptı. Ülkedeki bazı önemli yayın organları aracılığıyla yaygınlaştırılan “baskın” psikolojisinin İslamî medyada derin bir tepki bulması zaman içinde zayıfladı ve “mevziler” terk edildi. Büyük vaatler yerini “ben de değiştim” sloganlarına bıraktı. Önceki dönemin cehaletinin ürünleri, 28 Şubat sarsıntısından sonra toplandı. Sürecin travmaya dönüşmesi, tam da, önceki dönemin aymazlıklarıyla bağlantılıydı. İslamî gazetelerin bazıları her zaman olduğu gibi iktidar rüzgârı nereye esti ise yönlerini oraya çevirdiler. Hatta sağcı-solcu iktidar demeden, yan kuruluşları eliyle ürettiği finans batağının utancını yaşamadan, “gör bak neler olacak” dediler ve her yeni “iktidar”ın kollarına bıraktılar kendilerini. Bazılarının yolları ayrıldı ve farklı siyasal oluşumların bültenleri haline geldiler. Bu gazeteler siyasal hesaplaşmanın yürütüldüğü bir alana dönüştü. Birisi değişimin öncüsü olacak yazar transferleri yoluyla bir yandan “değişti”, diğer yandan sahici kalemlerle yollarını püriten nezaketiyle ayırdı. Diğer gazete ise, eski tasla yeni hamama girmenin yollarını araştırdı ve parti bülteni olma özelliğini pekiştirdi. Bir diğer önemli gazete ise diyalog söylemi yoluyla kapalı cemaati dünya ile tanıştırma, “dışarıda neler oluyor acaba” politikasına yöneldi ve imaj devrimi yaptı. Muhafazakâr demokratların iktidara gelmesiyle de eleştirellik ya terk edildi, ya da muhalefet adına eleştirinin kaba formları kurumsallaştı.
Paylaş
Tavsiye Et