Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2005) > Topluyorum > Irak’tan NATO’ya gündemdekiler
Topluyorum
Irak’tan NATO’ya gündemdekiler

 

Arkadaşlar, bir yıl önce bu zamanlar, ilk sayımızın heyecanı ile geçen uykusuz gecelerin birinde ilk topluYORUM’umuzu yapmıştık.
Ne konuşmuştuk, gündem Irak’tı galiba?
O zamanlar topluYORUM’da dosya konusunu tartışıyorduk. Gündemi değerlendirme biçimine daha yeni geçmedik mi zaten?
Ben yanımda birinci sayıyı getirdim. Bakın ilk cümlede ne demişim: “Orta Doğu’nun kalbine yönelik Amerikan-İngiliz ‘Özgürlük’ operasyonunun birinci aşaması, Saddam ve adamlarının buharlaşması sayesinde ‘başarıyla’ tamamlandı”. Bir yıl sonra bugün gündemin ilk maddesi yine Irak.
Desene ki az gittik uz gittik, dere-tepe düz gittik, altı ay bir güz gittik; bir de bakıyoruz ki bir arpa boyu yol gitmişiz.
Arkadaşlar bu sadece yaşadığımız döneme ilişkin bir durum değil. ANLAYIŞ’a yaraşır bir perspektiften bakın konuya.
Beş yüz yıllık bir perspektiften değil mi?
Beş yüz yıl da ne ki? ANLAYIŞ’a yaraşır tarih derinliği deyince birkaç bin yıl geri gitmen lazım.
Hiç değilse bin yıl gidelim. Haçlı Seferleri sırasında da, 150 yıl sonraki Moğol istilasında da, 800 yıl sonraki İngiliz işgalinde de gündem yine Irak’tı.
Ama dikkat edersen daha önce periyot 650 yılken 1917’den itibaren kısala kısala günlük frekansa gelmişiz.
Aradaki fark Osmanlı döneminden kaynaklanıyor tabii. Ben sadece şuna dikkat çekmek istiyorum. Yaşananlar elbette korkunç, insanlık adına yüz karası ama bugünkü durumu bir fotoğraf karesi olarak dondurup mutlaklaştırmamak lazım. Bağdat’ın 10 Şubat 1258’de bir fotoğrafını çekme imkanı olsaydı, manzara farklı olmayacaktı.
İsterseniz bugüne dönelim. Irak’ta yaşananlar insanlık adına utanç verici bir tablo. İşkenceler, aşağılamalar, sivil halka yönelik saldırılar, dinî mekanların bile bu saldırganlıktan nasibini alması… Neler diyoruz?
Demokrasi ve özgürlük adına olduğu iddiasıyla başlatılıp askerî bakımdan kazanılan savaş, insanlık açısından büyük bir kayba dönüştü. Kitlesel imha silahlarını bulamayan, iddialarının gerçeğe dayanmadığını en yetkili ağızlardan itiraf etmek zorunda kalan koalisyon güçleri bu görüntülerle çok büyük bir darbe aldılar.
Abdülhak Hâmid’in ünlü eseri Eşber’in son sahnesinde İskender ile hocası Aristo arasında şöyle bir diyalog geçer: İskender pişmanlıkla kendini suçlar; “Ey nefs-i haris, acep ne buldun?” Aristo cevap verir; “Ey şah-ı cihan muzaffer oldun”. Sonuç gerçekten de Aristo’nun kapanışta söylediği gibi: “Zafer veya hiç”.
Ama yine de suçun gizli kalmaması, kamuoyunun gösterdiği tepki önemli. Rumsfeld ve Myers Senato’da hesap verdi. Sorumlu mevkide olanlar cezalandırılıyor. Buna benzer nice olay başka ülkelerde hasır altı ediliyor halbuki. Fazla uzağa gitmemize gerek yok. Türkiye’de işkencecilerden hesap sorulabildi mi? Susurluk soruşturması kapsamında 1997’de TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu’na, hem de sadece bilgisine başvurulmak için çağrılan dönemin Jandarma Genel Komutanı Teoman Koman, üstelik de bir sürü somut bulgu olduğu halde, daveti reddetmişti.
Modern dönemin düzen idrakinde değerlerin yer almadığına, değerlerden arınmış mekanik bir düzen anlayışının hakim olduğuna ilişkin bir konuşma yapmıştık; hatırlıyor musunuz?
Evet, “Değersiz Dünya Düzeni” dosyasının yer aldığı geçen Ekim sayımızdaydı.
Burada da aynı şey söz konusu. Batı’da mekanizmalar düzgün işliyor. Amerikan generalleri Senato’da hesap veriyor; ama tek başına mekanizma yeterli değil. Zira mekanizma değer üretmez; halbuki değerler güçlüyse, mekanizmalar her zaman üretilebilir. Değerlerin olmadığı bir düzende, mekanizmalar işlese bile insanî değerlerini kaybeden askerler sahada bu insanlık suçlarını işleyebiliyor. Amerikalılarda bu durum had safhada. İnsanları Amerikalılar, diğer Batılılar ve Batılı olmayanlar şeklinde kategorilere ayırmışlar. Amerikalılar ile diğer insanlar arasındaki ilişkileri denetleyecek hiçbir normatif sınırlama, hiçbir ahlakî erdem yok. Ve bu askerler dünyanın en yıkıcı silah gücünü ellerinde tutuyor. Korkunç bir durum.
İnsanın kendisi ile ilgili algısına bağlı bir davranış tarzı bu. İnsanı bedeni ve ruhu ile bir bütün olarak algılamayınca, ruhî boyutu yok sayınca, karşınızda işkencenin nesnesi olarak sadece bir beden yığını, bir et yumağı görüyorsunuz. Fotoğraflar da bunu yansıtıyor.
Benim dikkatimi çeken de Lynndie England’ın Iraklı erkek esirleri aşağılamak için onları kadın iç çamaşırı giymeye zorlaması oldu. Psikolojik tahlilini yapmaya kalksak, sayfalar tutar herhalde. İnsanın kendisini algılamasıyla ilgili boyut gündeme gelince, ben de bunu düşündüm. Kadının kendisini nasıl algıladığına, içinde bulunduğu aşağılık kompleksine ilişkin bir tablo. Kendisi kadın, ama kadın iç çamaşırını aşağılama vesilesi olarak kullanıyor.
Tabii diğer yönden bakmak da mümkün. Iraklıların tamamen soyunmaya zorlandığını da görüyoruz. Halbuki çıplaklık Batılılar için utanç duyulacak bir durum değil, sıradan bir görüntü. Yani çıplaklığın, muhataplarında yol açacağı travmayı hissetmeleri mümkün değil. Buradan uygulamaların, Iraklı Müslümanların ruh dünyasını tahlil etmiş, onların değerler sistemini tanıyan bir merkezin yol göstermesiyle bilinçli biçimde yapıldığı sonucu çıkarılabilir. Iraklıların nasıl aşağılanacağı konusunda, Irak kültürünü incelemiş birinin eğitimi ile hareket ediyor olabilirler.
Peki işkence görüntüleri ortaya çıkınca Amerika’nın attığı geri adımları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yapılanlar kesinlikle yeterli değil. Göz boyamaya yönelik adımlar. Koalisyon güçlerinden Irak’ta savaş suçu ve insanlık suçu işleyenler mutlaka Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanmalı. Ebu Garib’de yaşananlar için de ayrıca ABD’nin Irak halkına tazminat ödemesi sağlanmalı.
Hiçbir şey yapılmıyor değil. Bizzat Bush, Ulusa Sesleniş konuşmasında Ebu Garib’in yıkılacağını söyledi.
Evet, yeni bir cezaevi inşa edilecekmiş ve yeni Irak’ın simgesi o olacakmış. Adamdaki zihniyete bakın; Irak’a simge olarak hapishane vadediyor!
Bir tuhaflık yok ki; işgal altındaki bir ülkeye daha uygun bir simge bulunabilir mi? Bütün Irak zaten bir hapishaneye dönmüş. Bush onu anlatmaya çalışıyor.
Bu arada bir de Necef’te ve Kerbela’da yaşanan olaylar, Ramadi’de bir düğün evinin vurulması ve çoğunluğu kadınlarla çocuklar olmak üzere 40 kişinin öldürülmesi, Felluce’nin Amerikan ağır bombardıman uçakları tarafından bombalanması var. Bunlar en çarpıcı örnekler olduğu için seçtim, yoksa listeyi uzatmak ne yazık ki mümkün. ABD Irak’ta ne yapmaya çalışıyor?
Necef’te Hz. Ali’nin türbesine roketler isabet etti. Türbenin kubbesi dört yerinden delindi. Anlaşılan tamamen kontrolü kaybetmişler. Yoksa akıllı adam işi değil bu. Irak’a özgürlük getirmek için gidip Şia’nın merkezinde, hem de Şii ve Sünni bütün Müslümanlar için manevî değeri çok yüksek bir yeri, Ehl-i Beyt’ten, Hulefa-i Raşidin’den Hz. Ali’nin türbesini vurmanın izah edilebilir bir tarafı yok.
Geçen ay fundamentalist Evanjelist akımların “kıyamet teolojisi” veya apokaliptik esinlerle harekete geçtiği fikri öne sürülmüştü. O çerçeveye uyuyor.
Birileri “Kıyamet Habercisi” misyonuna soyunup Armagedon fedailiğine kalkışırsa, karşılarına “Mehdi’nin Ordusu”nun çıkmasına hiç şaşmamak lazım.
Bence 30 Haziran’daki yetki devriyle beraber iplerin kontrollerinden çıkmaması için önceden karşılarındaki mevcut ve muhtemel direnişi tamamen yok etmeye, Irak’ı sindirmeye çalışıyorlar.
Bu yetki devri meselesi de bir hayli karışık görünüyor bana. Kime devredecekler, nasıl devredecekler?
Problem ABD’nin açmazından kaynaklanıyor. Kitle imha silahları iddiaları boş çıktı. Uday ile Kusay öldürüldükten ve Saddam da yakalandıktan sonra eski rejime ilişkin endişeler sona erdi. Geriye özgürlük ve demokrasi getirme gerekçesi kaldı. Oysa bütün dünya ABD’yi sömürgeci bir güç gibi davranmakla, işgalcilikle suçluyor. Bu töhmetten kurtulmanın tek yolu bir an önce yönetimi Iraklılara devretmek. Yani niyetlerinin iyi olduğunu kanıtlamak için tarih ilan ettiler ve kendilerini bağlamış oldular.
Bu kararı aldıklarında tarih 15 Kasım’dı unutmayalım. Ortam bugünküne hiç benzemiyordu. Direniş olarak görülen olaylar, tek-tük, münferit saldırılardan ibaretti. Geçen süre zarfında şartlar ABD’nin aleyhine döndü.
Üstelik yetki devri için sağlıklı bir altyapı da oluşturulamadı. Şu ortamda yetki devri sizce yarar mı getirir, zarar mı? Ben şüpheliyim doğrusu.
Ne olursa olsun, yetki Iraklılara devredilmeli. Aksi takdirde Amerikalılar çok zor durumda kalır. Dünyanın büyük tepkisini çekerler; Irak’ta da bir daha kendileriyle iş yapacak kimseyi bulamazlar.
İyi ama ABD tamamen çekilirse tam bir kaos ortamı doğmaz mı? Sonuçları itibarıyla böyle bir tercih, durumu şimdikinden çok daha kötü yapabilir.
Aslında yapılmak istenen; Irak halkı ile kurulacak Irak hükümetini karşı karşıya getirmek. 25 Mayıs’ta hem Bush’un, hem Blair’in konuşmaları yayınlandı. Dikkat edecek olursanız Blair, Irak'ta egemenliği gerçekten devredeceklerini söyledi. Hatta 30 Haziran'dan sonra işbaşına gelecek Geçici Irak Hükümeti’nin, ülkedeki yabancı askerlerin faaliyetleri üzerinde nihai siyasi kontrole sahip olacağının da altını çizdi. Yani o tarihten itibaren koalisyon güçlerinin askerî operasyonları ancak Irak hükümetinin rızasıyla gerçekleştirilebilecek.
Ama ABD aynı görüşte değil, en azından yorum farklılığı var. Powell, bu gibi durumlarda Iraklı yetkililere danışılacağını ancak kararın kendi birliklerinin komutasında kalacağını ve ABD’nin güçlerini korumak için ne gerekiyorsa yapacağını söyleyerek Blair’den farklı bir tablo çizdi.
Bush da tabii her zaman olduğu gibi hiçbir şey söylemedi.
Yahu bırakın adamla uğraşmayı zaten yine bisikletten düşmüş…
Yetki devri hangi otoriteye yapılacak, orası da biraz karışık galiba?
Bildiğim kadarıyla ABD’deki seçim sistemi gibi önce seçmenler seçilecek. Bunlar aslında her bölgenin eşrafı, önde gelenleri olacak. Onlar da temsilcilerini seçecekler. Ocak 2005’te de genel seçimler yapılacak.
Kulağa çok demokratik ve sivil toplumcu geliyor.
Ama şöyle bir sorun var. Aslında şu anda iş başında olan, daha doğrusu görünen Geçici Yönetim Konseyi’ne bakarsanız, onun oluşumu da fena değildi.
Bir de onlar vardı değil mi? Yetki devrinden sonra onların durumu ne olacak?
Bu da belirsiz konulardan, kesin bir cevabı yok.
Demin bahsedilen konu önemliydi. Geçici Yönetim Konseyi’nin seçiminin de aslında başarılı olduğu yorumuna devam edip bunu biraz açalım mı?
Geçici Yönetim Konseyi’ne seçilenler doğru isimlerdi. Irak’ta temsil güçleri vardı. Mesela; Kürtler arasından Barzani ve Talabani vardı. Mayıs’ta suikasta kurban giden İzzeddin Salim, Şii İslamî Dava Partisi lideriydi. Yazar ve filozof olarak tanınmasının yanı sıra birçok dergi ve gazetenin editörlüğünü yapmıştı ve Şii muhalefetinin önemli bir ismiydi. Abdülaziz el-Hakim ile Abdülkerim Muhammedavi de Şiiler arasında muteber isimlerdi. Sünni Adnan Paçacı, Irak’ın eski dışişleri bakanlarından ve BM’deki temsilcilerindendi. Sünni Hizbu’l-İslam Partisi’nin lideri Muhsin Abdülhamid de konsey üyesi. Bir tek Türkmen temsilcisi problemliydi. ABD’ye tercümanlık yapan kişinin Türkmen olduğunu öğrenince onu konsey üyesi yaptılar.
Peki sorun nereden kaynaklandı o zaman?
Nereden olacak, Konsey, Amerika’nın konseyi imajından kurtulamadı. Üzerlerinde hep Amerika’nın gölgesi oldu ve bütün yapılanlardan sorumlu tutuldular. Sonuçta giderek prestijlerini kaybettiler.
Bir kısmı da hayatını kaybetti.
Doğru. Şu anda, hele de son gelişmelerden sonra, ABD’nin güdümündeki yönetimlerin ciddi bir meşruiyet sıkıntısı çekeceği açık. Bana çarpıcı gelen bir gelişme var. Bu değerlendirmelerle paralel aslında. Konsey’de ABD’nin adamı olarak bilinen Ahmet Çelebi’nin son tavırları ilginç doğrusu.
Bu yorumlarla nasıl bağlantısını kuruyorsun? Çelebi prestij kaybını fark etti de, bu yüzden mi “ABD’nin adamı” imajından kurtulmak için taraf değiştirdi?
Gücün Amerikalılardan başka tarafa doğru kaydığını fark etti; yeni dönemdeki güç dengelerine uygun olarak konum belirliyor diye de düşünebiliriz. Sonuçta şöyle veya böyle, seçimde Amerikalılar değil Iraklılar oy kullanacak. Tabii bu arada güneydeki direnişin arka planda gizli bir ABD-İran savaşı olduğu da varsayılabilir.
Veya herkesin böyle düşünmesini istiyorlar. Bu pekala bir ABD-Çelebi ortak yapımı da olabilir.
Yani Amerikalılar, Çelebi’nin kendi adamları olduğu imajını silip onu kullanmak için böyle bir mizansen sergilediler diyorsun. Son günlerin sinema gündeminin jargonuyla Çelebi ABD’nin Truva atı mı? Yine komplo teorisi alışkanlığın depreşti galiba.
Uluslararası ilişkilerde olayları açıklarken komplo teorilerinden yararlanmayan her teori komplodur.
İsterseniz biraz da Filistin’deki gelişmelere değinelim. 19 Mayıs’ta Refah’ta sivillerin üzerine tank ve roket ateşi açılıyor; aynı anda Amerikalılar da Ramadi’de düğün evini vuruyor. Sivillere karşı bu ölçüsüz güç kullanımı bütün dünyayı ateşe ve kana boğacak bir öfke selini tetikleyebilir.
Biraz önce konuştuğumuz “Kıyamet Kültü” çerçevesini doğru kabul edersek, Evanjelist-Yahudi ittifakının bu tavrı anlaşılabilir hale gelir. Zaten istedikleri böyle bir fitili ateşlemek.
Ben gelişmeleri daha düz bir mantıkla izah ediyorum. Hazır dikkatler Irak’a odaklanmışken Filistinlileri tamamen sindirme girişimi bu. Gelecekte Irak konusunda uluslararası bir konsensüse varılır ve Irak’ta Iraklıların da, koalisyon güçlerinin de benimseyebileceği bir düzen sağlanırsa, Filistin meselesi ön plana çıkacak ve İsrail üzerindeki baskılar artacak. Yok, kaos artar ve ABD çekilmek zorunda kalırsa, Irak’ta ortaya çıkacak rejim, İsrail için Saddam yönetiminden bile daha şiddetli bir düşman olacak. Onun için İsrail şimdi ‘ne koparsam kârdır’ mantığıyla hareket ediyor.
Bu yöntemle bir şey elde edebileceklerine inanıyorlarsa, hiç tarih bilmiyorlar demektir. Olup bitenler sadece Filistin direnişini sertleştirir.
Aslında rasyonel açıdan bakılacak olursa, İsrail’in uyguladığı devlet terörünün sonuç alması daha muhtemel. Öylesine büyük bir yıkım, öyle fütursuz bir şiddet, öyle korkunç bir baskı var ki; bu tavır karşısında gerçekten ürküp geri çekilmek insanî bir davranış.
Geri çekilecek yer olsa, belki haklı olabilirsin de; Filistinliler için geri çekilmek diye bir alternatif yok.
Ben farklı bir açıdan bakıyorum. İsrail de homojen bir yapı değil. İsrail içinde barışı isteyen gruplar da var. Hatta kendi vatandaşlarına karşı demokratik bir devlet olduğu için bunlar tepkilerini de ortaya koyuyorlar. Son konjonktür, barış yanlılarının elini güçlendirmişti. Buna karşılık derin devlet harekete geçerek barış girişimlerini sabote etti. Unutmayın Şeyh Ahmed Yasin’in öldürüldüğü günlerde Türkiye, İsrail ile Suriye ve Lübnan arasında barış için arabuluculuk faaliyetine başlamak üzereydi.
Amerikan seçimlerinin etkisini de unutmayalım. Kasım’da seçimler var ve bu süre zarfında Amerikan yönetiminin İsrail’e karşı herhangi bir girişimde bulunması imkansız. Halbuki seçimleri Bush kazanırsa, bir daha seçilme ihtimali de olmayacağından Orta Doğu’da barışı sağlamak için politika değişikliğine gidebilir.
Hükümetin son çıkışını nasıl değerlendiriyorsunuz? Kudüs’teki konsolosluğu fiilen büyükelçilik düzeyine çıkarma düşüncesi ifade edildi ve Tel Aviv Büyükelçisi de Ankara’ya çağrıldı. Herhalde son dönemlerde Türkiye’nin ortaya koyduğu en net tavırdı bu.
Evet, Orta Doğu’nun nabzını iyi tutan bir yazar, geçenlerde şöyle bir ifade kullandı: “Şu anda Tayip Erdoğan ile Abdullah Gül hangi Arap ülkesinde olursa olsun, seçimlere girseler en az %90 oy alırlar”.
Türkiye 1948’de BM’nin 194 sayılı kararı ile kurulan Uzlaştırma Komisyonu’nun ABD ve Fransa ile birlikte üç üyesinden biridir. Bu komisyona işlerlik kazandırılabilir. Ayrıca ABD, AB, Rusya ve BM Dörtlü Grubu Quartet’in bir İslam Konferansı Örgütü üyesi ülkeyi de içine alacak şekilde genişletilerek faal kılınmasına uğraşılmalı.
Bunlar güzel tabii ama yetmez. Türkiye acil olarak Filistin’deki insanî yardım faaliyetlerine öncülük etmeli. AB’ye aday ülke statüsü de kullanılarak, AB’nin desteği ile Kızılay devreye sokulmalı. Refah’ta yıkılan evler ve altyapının yeniden inşasına ön ayak olursak çok hayırlı bir iş yapmış oluruz.
İsterseniz biraz da ayın dosyası ile ilgili konuşalım. Zira önümüzdeki ayın gündeminde İstanbul’daki NATO Zirvesi önemli bir yer tutacak.
NATO zirvesinin tam bu ortamda, İstanbul’da toplanması hiç de iyi olmadı. NATO’ya Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) çerçevesinde yeni misyon kazandırılmaya çalışılıyor. Türkiye de bu işe ev sahipliği yapıyor.
Kontrol edilemeyen değişkenler siyasette her zaman yer alır. Aslolan gelişmeleri kendi lehimize yönlendirme imkanlarını sonuna kadar kullanmaktır. Bence bunda da bir hayır var. Sürecin dışında kalarak süreci etkileme şansımız olmaz. Mesela Türkiye’nin, BOP’un tartışılacağı 9 Haziran’daki G-8 zirvesine “demokratik ortak” olarak davet edilmesi de önemli. Keşke imkan olsa da Türkiye BOP’un tartışıldığı bütün zeminlerde yer alsa. Bu sayımızda Abdullah Gül ile yapılan röportajın ilgili bölümlerini bir daha oku istersen.
NATO’da işler pek de iyi gitmiyor herhalde. İttifak’taki çatlak derinleşiyor. Avrupalıların biraz askerî gücü olsa ve ABD’den bağımsız hareket edebileceklerini akılları kesse, işler tamamen değişir gibime geliyor.
Schröder’in Irak’la ilgili değerlendirmeleri bunu açıkça ortaya koyuyor zaten. Söyledikleri son derece mantıklı ve sağduyulu fikirlerdi. Irak’ta güvenliği ancak Müslüman ülkelerin askerlerinin sağlayabileceğini ve BM’nin de daha etkin hale gelmesi gerektiğini savunuyor.
İstanbul Zirvesi gerçekten de önemli. Zira burada NATO’nun geleceği şekillenecek.
Geleceği derken neyi kastediyorsun?
Yetki ve sorumluluk alanının yeniden tanımlanmasını. ABD’nin istediği, NATO’nun, ismi ile işlevi, daha doğrusu ihtirasları arasındaki uyumsuzluğu ortadan kaldıracak bir metamorfoz geçirmesi. NATO, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı ve Doğu olarak ideolojik kutuplaşma yaşayan dünyada Batı ittifakının, North Atlantic Treaty Organization, yani Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü ismiyle vaftiz edilen askerî örgütüydü. Dolayısıyla, Atlantik’in kuzeydeki iki yakasını teşkil eden ABD ve Kanada ile Batı Avrupa ülkeleri arasında kuruldu. Odağı Kuzey Atlantik’ti. Oysa bugün NATO’nun ilgi alanı geniş anlamıyla tanımlanan Orta Doğu. Ayrıca Kafkaslar, Orta Asya ve Kuzey Afrika da bu alana dahil.
Yani İstanbul Zirvesi’nde, Trans-Atlantik bir organizasyon olarak kurulan NATO’nun Afro-Avrasya odaklı bir organizasyona dönüşmesinin doğurduğu problemlere çözüm aranacak öyle mi?
Evet. Tabii bu, üzerinde ittifak sağlanmış bir gündem değil. Az önce de ifade edildiği üzere, AB’nin çekirdeğini teşkil eden ülkeler, bu genişlemeden ABD’nin yarar sağlayacağını düşündükleri ve henüz küresel ölçekte askerî rekabete hazır olmadıkları için buna muhalifler.
Bir başka deyişle, ABD-AB maçının bir sahnesi sergilenecek. Almanya, AB çerçevesinde konsolidasyonunu sağlarken eski sosyalist Doğu Avrupa ülkelerini de yeniden tarihsel ilgi alanı, hatta hayat alanı, yani Lebensraum olarak görmeye başladı. Hatırlayacaksınız, Mesut Yılmaz’ın Lüksemburg Zirvesi’nin ardından bu ifadeyi kullanması Almanya ile aramızda diplomatik bir krize de yol açmıştı. ABD de buna, NATO ittifakını bu ülkeleri içine alacak şekilde genişleterek cevap verdi. Kısacası geçmişte NATO ile Atlantik ittifakının iki yakasını bir arada tutan ABD ile AB, yeni dönemde bu zemini, küresel rekabetteki kozlarını paylaşırken doğan meseleleri müzakere etmek için kullanacaklar.
Eski dostlar düşman oldu desenize. Ne oldum değil, ne olacağım diyeceksin.
Dünyanın yapısı, uluslararası ilişkiler denkleminin parametreleri değişti. Denklemi eski parametrelerle çözmeye çalışırsan hep hatalı sonuç bulursun. Soğuk Savaş döneminde Avrupalı güçler, Sovyetlere karşı tek başlarına duramayacaklarını biliyorlardı. Ama 1990’lı yıllarda Sosyalist Blok çözülünce AB bünyesinde bir Avrupa ordusu kurma fikri güç kazandı. Zaten 1959’da Fransa’nın NATO’nun askerî kanadından ayrılmasının ardından sadece Avrupalı güçlerden oluşan bir ordu fikri hayata geçirilmeye çalışılmış ve bir Avrupa Kolordusu kurulmuştu. Bu temel üzerinde önce Batı Avrupa Birliği (BAB) gündeme geldi. Ama işlevsel olamadı. Şimdilerde Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP) çerçevesinde Avrupa ordusunu oluşturmaya çalışıyorlar. ABD de elindeki en büyük askerî örgütle buna cevap veriyor.
Balkanlardaki kapışmayı da unutmayın. Bosna’da yaşanan insanlık trajedisi de aslında bu gerilimin eseri değil mi? ABD, Avrupalılara, “siz bensiz hiçbir şey yapamazsınız” diyebilmek için 250 bin masumun katledilmesine göz yumdu.
Ama gerçekten de AB, hem Bosna’da, hem Kosova’da çok kötü bir performans sergiledi. Her seferinde boşluğu NATO doldurdu. Zaten AGSP biraz da bu başarısızlığın sonucunda gündeme geldi.
Sadece orada değil ki. Irak krizinde de karpuz gibi ortadan ikiye bölünmediler mi? AB’nin bu yapısı stratejik harekatlara hiç uygun değil gerçekten de.
Belki de burada asıl sorulması gereken soru, normal şartlarda BM için tanımlanmış bu görevin neden NATO’ya yüklenmek istendiği. Atlantik’in iki yakasındaki ülkelerin, kendilerini hedef alan ortak bir düşmana, o dönemlerdeki Sovyet Bloğu’na karşı, ortak savunma anlaşması yapmaları anlaşılabilir. Ama bu ittifakın önce eskiden hedefinde yer alan Doğu Avrupa ülkelerini içine alması, ardından da adeta dünyanın her yerinde askerî devriye görevini üstlenmesi uluslararası hukuk açısından da problemli.
Çok doğru. Adama sormazlar mı; “Afganistan nere, Atlantik nere; burada ne işiniz var?” diye.
Sorunun temelinde küresel sistemin bunalım çözme kabiliyetini ve kapasitesini artırma yatıyor. Küresel barış güvenlik temelinde tanımlanıyor. Sorun güvenlik sorunu olunca da etkili bir askerî güce ihtiyaç duyuluyor. Halbuki 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra Soğuk Savaş sona erdiğinde uluslararası ilişkiler, özgürlük kavramı çerçevesinde şekillenmişti. O dönemde AB, APEC, KEİ gibi işbirliği örgütleri güçlenir ve Birinci Irak krizinde açıkça görüldüğü gibi BM’nin rolü artarken; 11 Eylül sonrasında temel parametre güvenlik oldu. Bu sebeple de güvenlik örgütleri güçleniyor.
Berlin Duvarı’nın yıkılması Soğuk Savaş’ın sonuna işaret ediyordu ve yıkılan duvarın altından özgürlük çıktı. İkiz Kulelerin yıkılması ise çatışma döneminin başlangıcına işaret ediyor ve o enkazdan güvenlik endişeleri çıktı öyle mi?
Bence konu çok güzel özetlendi. Tabii bu yeni durumun Türkiye’yi ilgilendiren bir başka yönü daha var: NATO’nun yeni stratejik yapılanması ve buna bağlı olarak yetki ve sorumluluk alanı neredeyse tamamen İslam coğrafyasından oluşuyor. BOP çerçevesinde NATO’ya yüklenecek misyon da Türkiye açısından çok önemli.
Sonunda dediğime geldiniz. Ben de bunu kastediyordum. Zaten Türkiye’nin NATO bünyesindeki rolü de açık. ABD’den sonra NATO’daki en büyük askerî güç Türkiye. Afganistan’da ve Kosova’da sıkıntı çıkınca hemen Türk askeri gündeme geliyor. Bu durum hiç de hoş değil.
Filmin bu karesini dondurup bakmayalım. Bir taraftan bu gelişmeler yaşanırken diğer taraftan Türkiye, komşularıyla, bölge ülkeleriyle, İslam dünyasıyla modern tarihinde hiç olmadığı kadar iyi ilişkiler kuruyor. Üstelik bunlar hayalci, afakî ilişkiler de değil. Önemli olan; Batılılarla bir Batılı gibi, rasyonel düşüncenin sistematiği içinde konuşurken tarihimiz, kültürümüz ve manevî değerlerimizle ilişkiyi koparmadan Doğu ile iletişim kurabilmek. İçeriden ve kendi adımıza konuşmak şart. Bunu başarabildiğimiz ölçüde olumsuzluk gibi gözüken durumları olumluluğa dönüştürebiliriz. Unutmayalım biz artık köprü ülke değil; merkez ülke olma yolundayız.
Ben konunun bir başka yönüyle de ilgileniyorum. NATO zirvesi dolayısıyla hem birçok yabancı Türkiye’ye gelecek, hem de Türkiye’nin iyi bir tanıtımı yapılmış olacak. Bu ise turizm gelirlerinin artması ve ülkeye döviz girmesi demek olduğu için önemli.
Hoppala; bu da nereden çıktı? Yani bu kadar mesele varken konuyu turizme ve dövize nasıl getirdin anlayamadım?
Geçen ay dövizde yaşanan sarsıntıyı hissetmedin herhalde. Millet iki hafta boyunca, dolar çıktı mı indi mi, onu konuştu.
Şaka bir yana, ekonomik durum da çok önemli. Uluslararası ilişkiler dediğimiz platformun ekonomiyle çok yakın ilişkisi var. Bakın Hindistan’daki gelişmeler bunun çok tipik bir örneği. Hindistan seçimlerinden sonra komünistlerin dışarıdan destekleyeceği Kongre Partisi hükümetinin önceki hükümetin piyasa yanlısı reformlarını ve özelleştirme programını yavaşlatacağı düşüncesiyle piyasalar seçim sonuçlarına büyük tepki gösterdi. Bombay Borsası tarihinin en büyük düşüşünü yaşadı. Hindistan’ın liberalleşme hareketinin mimarı olan Oxford eğitimli ve piyasa yanlısı eski Maliye Bakanı Manmohan Singh’in başbakan olacağı öğrenilince de ibre yeniden yükselişe döndü. Yani bu “piyasalar” bu kadar güçlü ve etkili.
Oraya kadar gitmeye ne hacet? Türkiye’de yaşananlar da bunun bir benzeri değil mi? Oy alıp iktidara gelen hükümet kendi programındaki öncelikleri uygulamaya kalktığı anda piyasalar tepki veriyor. Ekonomik kırılganlık, gerilim, kriz tehlikesi geri adım atılmasına yol açıyor. Yani halk hangi oyu kullanırsa kullansın, piyasalar kadar ağırlığı yok.
Benim merak ettiğim bir şey var. Bu piyasalar ne menem bir şey? Bildiğim kadarıyla piyasanın çok sayıda ve birbirinden farklı beklentileri olan ekonomik birimden oluşması gerekmiyor mu? Neden “piyasalar rahatsız, piyasalar filan konuda şöyle düşünüyor” gibi sanki tek bir hükmî şahsiyet veya ortak karar veren kolektif irade varmış gibi bahsediliyor?
Mevduat sahiplerinin %2’si toplam banka mevduatının %80’ine sahip. Borsada işlem yapan yatırımcıların %1’i borsa portföyünün %75’ine sahip. Türkiye’de döviz piyasalarında gerçekleşen günlük ortalama işlem hacmi 2,5 milyar dolar. Dünya döviz piyasalarındaki işlem hacmi ise 2,5 trilyon dolar. Her gün küresel ölçekte borsalarda hisse senedi, tahvil ve bono alıp satarak spekülatif hareketlerden kazanç sağlayan vurguncu sermayenin tutarı 1,5 trilyon dolar. Bu meblağ bizim beş yıllık milli gelirimizin toplamından büyük. BM Kalkınma Programı raporlarına göre, dünyadaki 587 dolar milyarderinin toplam serveti 1,9 trilyon doları buluyor. Bu, 170 ülkenin, yani dünya nüfusunun yarısının gelirinden daha fazla. Kısacası bahsettiğin gibi bir piyasa yapısı ne Türkiye’de var, ne de dünyada. Az sayıda spekülatör, derinliği olmayan bir piyasada istedikleri sonucu alabiliyor.
Zaten bu piyasa kavramı da giderek bir fetiş haline geliyor. Dünya çapında saygın birçok iktisatçı, piyasaların zaman zaman hiç de rasyonel olmayan davranışlar gösterdiğini, küçük sıkıntıları devasa krizlere dönüştürebildiklerini, hatta durduk yerde kriz çıkmasına sebep olabildiklerini savunuyor.
Thomas Friedman küreselleşmeyi anlattığı meşhur kitabında “altından ceket” diye bir kavram kullanıyor. Bu ceket özelleştirme, piyasa yapılandırması, düzenleyici kurullar gibi son dönemde hayatımızın vazgeçilmez birer parçası haline gelen kavramları ifade ediyor. Tabii burada demokratik siyaset, ulusal egemenlik ve ekonomik entegrasyon arasındaki açmazı ortaya koyan bir metafor. Siyasetin seçmen iradesine göre şekillendiği demokratik ve egemen bir ülkede bu iradenin hükümete ve ekonomi politikalarına da yansıması beklenir. Ama hiçbir hükümet küresel piyasaların talimatlarının dışına çıkamıyor. Diyelim ki bunu denedi; piyasa adı verilen kerameti kendinden menkul bu güç odağının sopası hemen iniveriyor. İnsanların çalışarak, ter dökerek, emek harcayarak kazandıkları varlıklar bir anda el, daha doğrusu cep değiştiriveriyor.
Peki geçen ay yaşananları nasıl açıklayabiliriz? Gerçi bununla ilgili çok şey söylendi; Amerikan Merkez Bankası’nın faiz artırımına gideceği haberleri yüzünden gelişmekte olan ülkelerden sermaye çıkışı olması, Türkiye’nin ödemeler dengesinde ve özellikle ithalat-ihracat arasındaki açığın büyümesi gibi.
Bir de bankaların döviz talebinin artması var. Kemal Derviş Şubat 2001 krizinden sonra bakan olunca, bankaların ellerinde bulunan ve vadesi bitmek üzere olan kamu kağıtlarını dövize endeksli uzun vadeli kağıtlarla değiştirmişti ya; işte onların vadesi Haziran’da doluyor. Bankalara bu kağıtlar karşılığında TL ödenecekti; bankalar da döviz almak istedi. Sonra Hazine yeniden döviz cinsinden borçlanacağını açıklayınca rahatladılar gerçi ama iş işten geçti.
Bakın, ben size çok daha basit bir hesap yapayım. 19 Nisan’da Kıbrıs referandumunun hemen öncesinde hatırlarsınız aşırı iyimser bir hava yaratılarak piyasalar şişirildi. İMKB 100 endeksi 19.936 puandan kapandı, Merkez Bankası dolar satış kuru ise 1.353.109 TL idi. Tam bir ay sonra 20 Mayıs’ta ise endeks 16.334 puan, dolar alış kuru 1.550.710 TL oldu. 19 Nisan’da bir yabancı yatırımcı hisselerini satıp 100 dolar aldıysa bir ay sonra aynı hisseleri sadece 71,5 dolara geri alması mümkün. Yani bir ay önce portföyünde hangi varlıklar varsa aynen yerinde duruyor ama cebinde fazladan 28,5 dolar var. O gün borsada 712 milyon dolarlık işlem gerçekleşti. Tabii benzer bir hesabı hazine bonoları ve devlet tahvilleri piyasası için de yapabiliriz. Türkiye’de, 2003’te iyi para kazanmış ve kârını realize edip çıkmak için bekleyen bir sermaye vardı. Yaşananlar bunu mümkün kılacak bir senaryoydu sadece.
Ne kadar kazandılar Türkiye’de?
Ancak ortalama ve bakkal hesabı rakamlar vermek mümkün. Ama şöyle söyleyeyim. 2003’ün ilk üç ayında Hazine’nin piyasadan ortalama TL borçlanma maliyeti %57,7; ortalama dolar kuru 1.646.834 TL idi. Bu yılın ilk üç aylık dolar kuru ise 1.327.568 TL. Yani geçen yıl başında yabancı paradan TL’ye geçip kurda artış başlamadan hemen önce dövize dönen bir yatırımcı, her 100 doları için 95 dolar kâr elde etti. Ve bu dönemde Türkiye’ye giren yabancı sermaye miktarı 3,9 milyar dolar oldu.
Tabii şunu da unutmayalım. İMF ile programın devam edip etmeyeceği ya da faiz dışı fazla adı altında bütçenin anlamsız bir borç ödeme makbuzuna çevrilmesi, YÖK sistemindeki haksızlıkların düzeltilmesi gibi girişimleri önlemek için iyi bir bahane oldu.
Evet arkadaşlar; toparlayacak olursak Irak ve Filistin’de yaşanan trajik gelişmelerin gölgesinde NATO, İstanbul’da son tangoya hazırlanıyor. Ekonomi ise “piyasalar” denilen tamahkâr bir azınlığın insafına terk edilmiş. “Anlayış”ımızı güçlendirme zamanı.

Paylaş Tavsiye Et