Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (August 2003) > Topluyorum > Saddam sonrası Irak, Orta Doğu, Türkiye ve Dünya
Topluyorum
Saddam sonrası Irak, Orta Doğu, Türkiye ve Dünya

 

Orta Doğu’nun kalbine yönelik Amerikan-İngiliz “Özgürlük” operasyonunun birinci aşaması, Saddam ve adamlarının ‘buharlaşması’ sayesinde ‘başarıyla’ tamamlandı. Aynı buharlaşma ve başarıyı kısa bir süre önce Afganistan’da da gördüğümüz için fazla şaşırmadık. Taliban lideri Molla Ömer, El Kaide reisi Üsame bin Ladin ve Irak önderi Saddam Hüseyin muhtemelen aynı emniyet bölgesinde tutulmaktadırlar. Gene muhtemelen Moskova’ya çok uzak bir mahal değildir burası! Irak operasyonunun arkasından yaşanacak gelişmeler sadece Irak’ı değil, bütün Orta Doğu’yu, Türkiye’yi ve hatta bütün dünyayı derinden etkileyecek gibi görünüyor. Burada, “anlayış”ımız çerçevesinde yeni dönemdeki muhtemel gelişmeleri nasıl anlamlandırabileceğimizi müzakere etmek üzere toplandık. İlk sözü izninizle Z’ye vermek istiyorum.
Şu ana kadarki gelişmelerin öncelikle Orta Doğu’yu ve bu bölgede sürüp gitmekte olan sorunları nasıl etkileyeceğinden başlarsak, Irak’ın etkisiz hale getirilmiş olması İsrail’i büyük ölçüde rahatlattı. Hem petrol kaynakları dolayısıyla ekonomik zenginliğe hem de yetişmiş insan kaynakları ve nüfusa sahip tek Arap ülkesi olan Irak, İsrail’i tedirgin ediyordu. İsrailli bir komutan; “Şimdiye kadar yaptığımız bütün savaşlarda, ortak sınırımız olmamasına karşın, en ön safta hep Irak askerleriyle savaşmıştık” şeklinde bir açıklama yaptı. Bu psikolojik baskının kalkmış olması İsrail’i, saldırganlığını artırma yönünde cesaretlendirebilir. Diğer yandan, İsrail’in ciddi sorun olarak gördüğü diğer bir ülke olan Suriye üzerindeki Amerikan baskısı günden güne yoğunlaşıyor. Bu da İsrail’i rahatlatan ikinci bir unsurdur.
Ama bundan sonra ABD’nin bölgede İsrail merkezli bir gerginlik çıkmaması için daha çok çaba harcayacağını düşünmüyor musun? Zira hem ABD tarafından şişirilerek kamuoyuna “Irak sorunu” olarak yansıtılan balon patladı, hem de bundan sonra Arap dünyasından İsrail’e yönelecek öfkenin sadece İsrail güçleriyle sınırlı kalmayıp bölgede fiilen bulunan Amerikan varlığını da hedef alması muhtemel.
Barış sürecini canlandırmak için ABD tabii ki çaba harcayacaktır. Ama bunun artık İsrail tarafından kazanılmış bir barış olacağı açıktır. Barışı kazanmak, savaşı kazanmaktan daha büyük bir marifettir. ABD savaşı, İsrail barışı kazanıyor. Zira Irak ortadan kaldırılmış, Suriye de namlunun ucundayken, Şaron’un “Siyonist olmasa da müzakere edilebilecek makul bir Filistinli” diye tanımladığı Ebu Mazen’in başbakanlığı döneminde elde edilebilecekler sınırlı. İsrail’in şahinleri, Blair’in arkadan itişiyle açıklanan “Yol Haritası”ndan hiç de rahatsız olmuş gözükmüyor. Çünkü onların görüşüne göre ABD ve İsrail, Ebu Mazen üzerine Filistin yönetimiyle bahse tutuşmuş durumda. Kazanırlarsa ne ala. Ama kaybederlerse… ABD yönetimine hakim olan Yeni Muhafazakarlar, Filistin ile ilgili tıpkı İsrail’deki ortakları gibi düşünüyor. Oslo sürecine karşılar, Filistinlilerin güvenilmez insanlar olduğuna inanıyorlar. Filistin yönetiminden beklentileri, ABD’nin Irak’ta Saddam rejimine yaptığının aynısını onların da Filistin’deki İslamcılara, radikal unsurlara ve -ABD ve İsrail’in tabiriyle- “teröristler(!)e” yapması. Bunun karşılığında da 2005 yılında bağımsız devlet olma vaadi veriliyor. Somut icraata karşılık sadece vaat…
Peki Irak hakkında ne dersiniz?
Amerika muhipleri bozulacak ama ben Amerika’nın Irak’taki durumunu pek parlak görmüyorum. Operasyonlarının adı, her ne kadar bu adlandırmayı sadece Bush ve Blair kullandıysa da, “Irak’a Özgürlük ve Demokrasi” operasyonu idi. Saddam gitti ama şimdi aynı ciddiyette başka sorunlar var. Özgürlük ve demokrasi verdiği insanlar ABD’ye pekala “nankörlük” edebilirler! Demokrasi tam olarak işletilecekse Irak yönetiminde en ağırlıklı olacak unsurun Şii Araplar olacağı biliniyor. Amerika’nın hayali, Şiilerin içindeki Batı yanlısı ve görece sekülerleşmiş kesimi işbaşına getirmek ve ABD’yi “Büyük Şeytan” olarak görmeye devam eden İran’ın Kum medreselerine karşı ılımlı Necef’i yeni bir dinî merkez yapmak olabilir. Bu durumda Şiiliğin tarihsel ve aslî merkezi Necef’in cazibesini kullanarak İran ve daha da önemlisi, şimdiye kadar biraz da mecburiyetten İran’ın etkisinde kalmış Orta Doğu’daki diğer Şii Araplar üzerinde dolaylı bir denetim sağlanması mümkün olacaktır. Ama öte yandan bu iki tarafı da keskin bir bıçaktır. Şayet Şiiler Amerika’nın umduğu kadar “ılımlı” çıkmaz da Irak’ta ABD ve Batı etkisine muhalif, din vurgusunun ağır bastığı bir hükümet işbaşına gelirse bu planlar tersine dönebilir.
Tabi, bu durumda Irak’ta da İran benzeri bir yönetimin işbaşına gelmesi ABD ve İsrail açısından herhalde en istenmeyecek gelişme olur. Zira İran’ın etkisi etnik farklılık ve Araplar arasındaki yüksek asabiye dolayısıyla çok zayıf kalmıştı. Halbuki şimdi Arap kökenli bir Şii dalga, üstelik de Şiiliğin tarihî merkezinden bölgeye yayılırsa, özellikle Körfez ülkelerinde denetlenmesi çok zor gelişmeler yaşanabilir. Herhalde bu yüzden olacak, “Karanlıklar Prensi” lakabıyla tanınan Perle bir mülakatta; “Irak halkı dinî bir yönetimden yana tercih yaparsa tepkiniz ne olur?” sorusuna, “Saddam gibi bir diktatörden sonra olabilecek en kötü şey totaliter bir dinî rejim olurdu. Demokrasi, kendi dışındaki yöntemleri benimseyen kişilerin demokratik yoldan da olsa başa geçmesine izin vermez. Ama zaten ben Irak halkının böyle bir hata işleyeceğine ihtimal vermiyorum” diye cevap vermişti.
Orta Doğu’nun haritasını yeniden çizmek, Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki kadar kolay olmayacağa benziyor. Ortada paylaşılmayı bekleyen bir Osmanlı enkazı yok ve paylaşacak devletler aralarında anlaşabiliyor değiller. Osmanlıyı sadece İngiltere ile Fransa aralarında paylaşmışken, bugün çok daha kalabalık bir güçler grubu paylaşım rekabetinde. Bugün yeni bir soğuk savaşın cepheleri oluşmaktadır: Bir tarafta Almanya/Fransa/Rusya, diğer tarafta ABD/İngiltere, bir başka tarafta Çin. Irak bu yeni soğuk savaşın ilk çatışma sahasıdır.
Müsaadenizle konuyu ülkemize doğru çekeyim. Türkiye’nin savaş sırasındaki tutumu, bunun etkileri, bugünkü durum ve muhtemel gelişmeler üzerine çok şey söylendi. Söylenen ve yazılanların birçoğu maalesef ciddiyet ve nesnellikten uzak kaldı. Oysa Türkiye belki de uzun bir zamandan beri ilk kez, komplekslerinden arınmış ve kendini merkeze alan bir politika çizgisine girmiş gibidir.
Türk kamuoyu sizin gibi düşünmüyor pek. “Türkiye ABD ile 50 yılda büyük fedakârlıklar pahasına kurduğu stratejik ortaklık ilişkisini yıktı, ABD’yi kaybetti” görüşü hakim.
Bunlar teorik derinliği ve fikir namusu olmayan değerlendirmeler. Bakın size başucu kitaplarımdan birinden bir pasaj okuyayım; “Anlama, incelenen nesneleri derinliğine kavrayan bir perspektif; anlamlandırma ise perspektife yön kazandıran bir duruş sahibi olmak demektir. … Anlamlandırabilmek önce özgün bir duruş, sonra özgün bir teorik çerçeve gerektirir. … Yönlendirme ise anlamlandırma çerçevesinden sonuç çıkarabilmek ve bu sonuçlara dayalı olarak olguları ve süreçleri etkileyebilmektir. Bu etkileme çabası kaçınılmaz bir şekilde siyasi/sosyal sorumluluk alanını, dolayısıyla da bilimsel çabanın etik boyutunu devreye sokar.” İşte kamuoyunu yönlendirme konumundaki uzmanlar ve çevreler diye sözü edilen kesimler duruşu bozuk ve teorik çerçeveden yoksun olduklarından, kamuoyunu yanlış yönlendiriyorlar.
Peki senin analizin niçin daha doğru ve namuslu oluyor?
Bir kere durağan ve tek yönlü analizler yapmaktan kurtulmamız lazım. Bakın “Türkiye Irak savaşında izlediği politika yüzünden ABD’yi kaybetti” sözünü tersten okursak “Türkiye Irak savaşında izlediği politika sayesinde Avrupa Birliği’ni ve bölge ülkelerini kazandı” da diyebiliriz. Dünya tek boyutlu olmadığı gibi strateji de tek boyutlu değildir.
Ama Türkiye’nin yalnızlaştığı, dünyadan soyutlanma sürecine girdiği iddiaları var.
Buna izin verirseniz ben cevap vereyim. Türkiye’nin gerçekten yalnızlaşıp yalnızlaşmadığını basından veya Dışişleri bültenlerinden takip edebiliriz. Son dönemde Türkiye dış ilişkiler açısından çok yoğun bir trafik yaşıyor. Nisan ve Mayıs aylarında Türkiye’yi ziyaret eden üst düzey yabancı devlet adamlarının mertebe ve sayısı, yakın tarihimizin rastgele seçilecek herhangi iki ayının ortalamasının çok üzerindedir. Bunlar arasında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’dan İran Dışişleri Bakanı Kemal Harrazi’ye, Romanya Dışişleri Bakanı Mircea Geoana’dan Polonya Başbakanı Leszek Miller’e kadar birçok isim var. Türkiye koalisyon içinde yer alan ülkelerle de, koalisyon karşıtı ülkelerle de, bölge ülkeleriyle de yoğun diplomatik ilişkilerini sürdürüyor. ABD’li yetkililerle diyalog sürerken AB ilişkileri de, Meis’te toplanan dışişleri bakanlarının Kaş’a gelmesini sağlayabilecek düzeydedir. Bölge ülkeleri nezdinde itibarımız çok yükseldi. Suudi Arabistan, Mısır gibi Özal sonrası dönemde ilişkilerin zayıfladığı ülkelerin Türkiye’ye rağbeti çok yüksek. Krizin başından beri dengeli konumumuzu koruyoruz. Meclisten geçmeyen tezkere, Türkiye’nin yönünü doğrulttu!
Bölge ülkeleri nezdinde itibarımız iyi olabilir ama AB konusunda biraz fazla iyimsersin gibime geliyor. Kıbrıs dolayısıyla dışlandığımız söyleniyor. Kıbrıs uzmanımız da sana katılıyor mu acaba?
Büyük ölçüde katılıyorum. Serbest giriş çıkışlarla ilgili kararla da Türkiye ve KKTC, “deniz bitti” dendiği bir sırada bile yapılabilecek şeyler olduğunu gösterdiler. Türk tarafı kendi inisiyatifiyle olumlu pozisyona geçti. Kıbrıs’ta bugün sıkıntı içinde olan Rum yönetimidir.
Türkiye gemisinin rotası doğrultuldu diyoruz ama, bu tercihin “Türkiye’yi çağdaş dünyadan kopardığını, modern, demokratik ve Batılı bir ülke olmak yerine kapalı bir Orta Doğu rejimi haline dönüştürdüğünü” söyleyenler var hâlâ. Oysa Türkiye gibi bir ülke ancak derinlik kazanarak dünyada ve Avrupa’da kendine saygın bir yer bulabilir. Yani bölgede itibar kazanıp çekim alanı oluşturmak Türkiye’yi Batıdan koparacak bir etken değil, tersine daha rasyonel ittifaklara zemin hazırlayacak, mevcut ittifakları da rasyonelleştirecek bir anahtardır.
Bu yorumunuzu, düşündüğüm savaş sonrası senaryolarıyla birleştirerek açayım ben de. Türkiye şu anda ABD-AB-Rusya ve bölge ülkeleri arasında en optimum noktada duruyor. Dünya sisteminin merkezinde ciddi bir gerginliğin yaşandığı böyle bir dönemde, Türkiye açısından dengeleri gözeterek kendisine manevra alanı açmak, alan kaybetme pahasına statik bir pozisyonu savunmaktan daha önemlidir. Son dönemde ilişkilerimizin çok bozulduğu, birçok platformda rakip haline geldiğimiz Suriye, Mısır ve İran’la ilişkilerimiz iyi durumda. İstikrara kavuşacak bir Irak yönetiminin bölgede işbirliği yapabileceği en önemli ülke de Türkiye olacaktır. ABD’nin dil ucuyla da olsa karşı çıkmasına rağmen yeni Bağdat’ta ilk büyükelçiliği ve ticaret ataşeliğini biz açtık. Türkiye-Suriye-Irak-Mısır işbirliği bölgenin geleceği için çok önemlidir. Öte yandan AB’nin yeni açılım bölgesinde yer alan Doğu Avrupa ülkeleri Türkiye’nin her alanda ilişkilerini geliştirme potansiyelini taşıdığı ve Türkiye’yi Avrupa’ya taşıyabilecek ülkelerdir. Türkiye’nin öncelikle bu iki eksende stratejik derinlik kazanması gerekiyor.
Ben de bir ekleme yapmak istiyorum. Bu yorumda anahtar kelime “Suriye”dir bence. Türkiye’nin Suriye üzerindeki etkisini artırması için konjonktür çok elverişli. Suriye kendisini üç taraftan kuşatılmış hissediyor ve tek çıkış noktası Türkiye’dir. Suriye istikrarını kaybetmeden ABD ile ilişkilerinin normalleşmesini sağlayabilecek bir aracı olarak gördüğü Türkiye’ye her konuda açık. Türkiye-Suriye-Irak ilişkileri, Orta Doğu için hayati önem taşıyan su sorunu için de, güvenlik sorunu için de merkezi önemdedir. Böyle bir etki alanının Mısır’ı da içine alması ve bir Doğu Akdeniz Paktı haline gelmesi Orta Doğu sorununun da uluslararası hukuk ve BM kararları çerçevesinde çözümüne imkan tanıyacak zemini güçlendirebilir. Aslında ABD açısından da bu daha rasyonel bir çözüm olacaktır.
Ben ABD’nin tercihinin, 1995’den beri süren Türkiye-İsrail-Ürdün eksenli bir yapılanma olacağını düşünüyordum. Ayrıca Mayıs ayı başında ardarda basına demeç veren Amerikalı yetkililer Suriye ve İran’la ilişkiler konusunda Türkiye’yi sert bir dille uyardılar biliyorsun.
Evet, Türkiye-İsrail ekseni tam da bu dönem için tasarlanmış görünüyor. Gerçekten de şayet Türkiye Amerikan planlarına tam bir teslimiyet gösterseydi ABD, Türkiye-İsrail-Ürdün cephesiyle ve o durumda bunun dışında kalması imkansız olacak Mısır’ı da yedeğine alarak Orta Doğu’ya istediği gibi çekidüzen verebilirdi. Ama devletler, beş-on yıllık hesaplarla değil en az elli ila yüz yılı kuşatacak stratejik planlarla yönetilir. Şayet ABD, içindeki küçük ama etkili bir çevrenin kurgusu çerçevesinde “Dünya İmparatorluğu” olma hayallerini bir tarafa bırakıp hegemonik güç olma realitesine dönecek olursa, Orta Doğu’da kalıcı bir istikrarın benim söylediğim çerçevede gerçekleşmesinin daha mümkün olacağını anlayacaktır. Yeni Muhafazakarlık akımı yapısal güç yerine ilişkisel gücü ön plana çıkarıyor, ama ABD’nin ilişkisel güç potansiyeli ve rakiplerinin pozisyonu uzun zaman bu şekilde hareket imkanı tanımıyor. Türkiye, tezkereyi kabul etmemekle, ABD’ne gidilecek doğru yolu da işaret etti aslında. Gerçek müttefiklik, müttefikinizin kendisine de size de zarar vereceğini gördüğünüz durumda onu uyararak, hatta engelleyerek doğru anlayışa ulaşmasını sağlamak değil midir? Türkiye bunu yaptı bir bakıma.
Yani Amerikalılar da sonunda bizim “anlayış”ımıza gelecek diyorsun.
Gelecekler ama, çok geç olmaz inşallah.
Benim kafama bir şey takıldı. Türkiye baştan ABD planına dahil olup da kuzeyden Irak’a girme imkanı bulsaydı hem Türkiye hem de Türkmenler açısından daha iyi olmaz mıydı? Dolayısıyla o durumda daha üstün bir konum elde edebilirdik. Türkmenler şu anki durumdan çok zarar gördü.
Buna kesinlikle katılmıyorum. Kuzeyden giriş gerçekleşse bile Türk bayrağını Kerkük’e indiren kim olacaktı? Bir kere Türkiye’nin Kuzey Irak politikasını ağırlıklı olarak Türkmen unsuruna indirgemesini son derece yanlış buluyorum. Unutmayalım ki Türkmenler T.C. vatandaşlarının bir kısmının soydaşıysa Kürtler ve hatta sünni Araplar da aynı şekilde T.C. vatandaşlarının bir kısmının akrabası, soydaşıdır. Türkiye, bu unsurlardan birinin hamisi olmayı değil, muhtemel ihtilaflarda her kesimin kabul edeceği hakem pozisyonunu hedeflemelidir. İkincisi şayet Türkiye kuzeyden savaşa girseydi savaşın ana cephesi güney değil kuzey olacak, Kerkük tam cephe haline gelecekti. Irak ordusunun, savaşın başlangıcında gösterdiği direniş kuzeydeki tahribatı artıracaktı. Kerkük yıkılacak, bölgede zayiat çok daha fazla olacaktı. Halbuki Irak’ta en az zarar gören şehir Kerkük, en az insan kaybı veren kesim de Türkmenler oldu. Ayrıca Talabani Kerkük’e, Barzani de Musul’a muzaffer komutanlar olarak girmiş olacaktı. Şimdi ise yağmacı sıfatıyla girdiler ve çekilmek zorunda kaldılar.
Biraz da ABD-İngiltere koalisyonu ve koalisyon muhalifi dünya ile ilgili konuşalım mı? Bir bakıma bugün ortaya çıkan uluslararası kriz, Soğuk Savaş düzeninin Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkan güç dengesine uyumsuz hale gelmesinden kaynaklanıyor. Sovyetlerin çöküşüyle birlikte Amerika karşı konulamaz bir süpergüç olarak kaldı, ancak uluslararası sistem Amerika’nın bu eşsiz gücüne orantılı bir şekilde düzenlenmiş değil. Buna katılıyor musunuz?
Kesinlikle. Birleşmiş Milletler sistemi İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulduğunda büyük ümitler vaadetmese de en azından rahatlamaya yol açmıştı. Uluslararası sistemi istikrara kavuşturmaya yönelik bir önceki girişim olan Cemiyet-i Akvam’ın ABD’nin üye olmaması nedeniyle çöktüğü düşünüldüğünden, ABD’nin BM’de kilit pozisyonda olması olumlu görülmüştü. Bunun bilincinde olan ABD yeni organizasyonun asli bir parçası olmayı, savaşın galibi sayılan diğer dört ülkeyle birlikte veto yetkisine sahip ayrıcalıklı bir statü karşılığı kabul etmişti. Amerika, yakın zamana kadar Güvenlik Konseyi’nde Rus ve Çinli rakiplerine karşı İngiliz ve Fransız müttefiklerini yanına alarak bir denge oluşturabiliyordu. Ancak Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte bu denge sistemi büyük darbe gördü, zira hem Amerika eski müttefik ve rakiplerine göre kıyas kabul etmez bir güç olarak sivrildi, hem de Sovyet tehdidinin kaybolmasıyla Avrupalılar daha bağımsız hareket edebilir hale geldiler. Ayrıca tehdit ve denge algılamalarında da değişiklik olduğunu söylersek hata etmiş olmayız.
Bak çizdiğin bu çerçeve, dergimizin kapak konusu olan “Amerikan İmparatorluğu” vurgusuyla da örtüşüyor. ABD Yirminci Yüzyıl’ın başından beri, hegemonik güç koltuğunu Büyük Britanya’dan devralmak istiyordu. Wilson Prensipleri’nde ifadesini bulan “self determinasyon” hakkı da, BM projesi de temelde kolonyal emperyalizme dayanan Pax Britanica’yı çözmeye yönelik girişimlerdi. Tabii senin dediğin gibi statüko derinden sarsılıp eski paradigma çökünce, ABD’nin İngiltere’ye ayak bağı olsun diye tasarladığı BM kendi ayaklarına dolanmaya başladı. Bu yüzden de muhafazakar Amerikalılar, emperyal planlarını neden uzun BM müzakereleriyle ya da uluslararası anlaşmalarla yavaşlatmaları gerektiğini sorgulamaya başladılar. Zaten Cumhuriyetçi şahinler, Amerika’nın gereğinden fazla uluslararası kurum ve kuruluşlara angaje olduğu ve ortaya bir vizyon koyamadığı düşünülen Clinton dönemine zaman kaybı gözüyle bakmıyorlar mı? Onlara göre ABD gibi bir devin, “i’rabda mahalli olmayan, sıradan ülkeler”in karşısında eli-kolu bağlı oturup günler ve hatta aylar süren tartışmalara girmesi, onları ikna etmeye çalışması zaman ve enerji kaybından başka bir şey değil ki! “Amerika’nın tek başına süpergüç olduğu bu dönem geçici olabilir, bu nedenle Amerika kendi nüfuz sahasını gerekirse tek başına genişletmek zorundadır”. Amerika’daki aşırı sağcı Yahudi ve Hıristiyan çevreler Soğuk Savaş’tan bu yana bu görüşü savundular ve nihayet “Amerikan İmparatorluğu” projelerini oğul Bush yönetimine pazarlamaya muvaffak oldular.
Dedikleriniz doğru da, ABD’nin bu imparatorluk aşkının altında yatan emperyalist dürtüsü ve emelleri hiç de sanıldığı gibi yeni değil. Bazı uzmanlar bu emelleri 13 eyaletin federasyon oluşturmak için bir araya gelmelerine kadar geri götürüyor. O tarihlerde bile Amerikan yayılmacılığı sadece kıta ile sınırlı kalmamış; Kaliforniya, Teksas dahil Meksika’nın bazı toprakları, Küba, Hawaii, Porto Riko, Filipinler ABD’nin ilk hedefleri olmuştu.
Bak bu çok ilginç. Demek ki Amerika’nın genlerinde çekinik/resesif biçimde var olan dürtüler, baskın/dominant hale geçti ve bunu sağlayan da bir taraftan eski sistemin zayıflaması, diğer taraftan ABD’deki yönetim üzerindeki etkili çevrelerin değişmesi oldu. Peki ama bunca yıllık iyi-kötü yerleşik düzeni bozmaya kalkışmak büyük bir risk değil mi?
Evet. Yalnız bunu alenen yapmıyor, gelişmelere, sanki tarihsel seyir içinde kendiliğinden oluyormuş süsü veriyorlar. Mesela, Amerika’nın BM’den bir karar çıkmaksızın gerçekleştirdiği Irak savaşı, hem BM sistemine hem de NATO’ya öldürücü bir darbe indirdi. Amerikan şahinlerinin hedeflediği de buydu zaten. Böylelikle Amerikalılar hızlarını kesen bir kurumdan kurtuldular. Artık bir sürü irili ufaklı ülkenin karşısında saatlerce oturmak zorunda kalmayacaklar! NATO’yu da yeniden kurgulamaya muvaffak olacaklar. Bir başka açıdan bakarsak bu yeni düzen aslında büyük düzensizlik potansiyelini içinde barındırıyor. Bunun temel nedeni de belirsizlik. Yani bu düzen aslında kolayca büyük bir düzensizliğe dönüşebilir. İngiltere, İspanya, Avustralya gibi ülkelerden oluşan koalisyon daha çok vitrini kurtarmaya ve bir taraftan da sanki uluslararası sistemin bazı dinamikleri korunuyormuş görüntüsü vererek düzensizlik tehlikesini bertaraf etmeye yöneliktir bence. Bu ülkelerin her biri tıpkı Türkiye gibi baskılara uğradı. TBMM’nin basiretli kararıyla biz kıl payı da olsa hukuka ve Türkiye’nin stratejik önceliklerine uygun hareket etmeyi başardık, ama onlar zoraki bir kararla kendi kamuoylarını karşılarına alarak Amerika’nın safında yer aldılar. Irak bu yeni düzenin ya da düzensizliğin ilk icra alanı olarak görülebilir.
İyi de bu zoraki koalisyon görüntüsü ne kadar sürdürülebilir? Herkes bunun “made in USA” bir operasyon olduğunu bilmiyor mu? Bence Irak konusunda Amerika tek başına hareket ederek dünyaya uluslararası hukuku tanımadığını ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurduğu üç önemli uluslararası ve bölgesel rejimi gözden çıkardığını ilan etmiş oldu. BM bunlardan biri, diğer ikisi NATO ve Avrupa entegrasyonu. Türkiye’nin savunulması kararı çerçevesinde yapılan tartışmaların NATO’yu sarstığı konusunda sana katılıyorum. Ayrıca bulunan çözüm sadece günü kurtarmaya yönelik oldu. Bundan sonra NATO’nun geleceği daha çok tartışılacaktır. Amerika’nın İngiltere’yle birlikte İspanya ve İtalya’yı yanına çekerek 10 AB üyesi ve müstakbel üye ülkelere ortak bir deklarasyon imzalaması, AB’nin siyasi entegrasyona geçiş sürecine büyük bir darbe vurdu.
Vurdu ama, Fransalmanya’nın, aynı şekilde Rusya’nın ve Çin’in de ellerini-kollarını kavuşturup ABD’nin dünyaya vereceği yeni nizamı seyretmelerini kimse beklememelidir. Konuyu son günlerde moda olan terminolojiyle bağlayalım isterseniz. Hegemonik güç ile mevcut ve muhtemel rakipleri arasındaki çekişme dünya sisteminin fay hatlarında enerji birikimini kritik noktaya çıkarıyor. Afganistan Avrasya fayında, Irak da Orta Doğu fayında biriken enerjinin öncü depremleriydi. Bu, diğer faylarda tetikleme etkisine yol açabileceği gibi bu bölgelerde de artçı şoklara hazır olmak gerekiyor. Küresel siyasi deprem bilgimizi ve “anlayış”ımızı derinleştirmeye bakalım.

Paylaş Tavsiye Et
Topluyorum
GEÇMİŞ YAZILAR