Çeviriyorum
Kafkasya üzerine düşünceler / Sergey Arutünov, Nezavisimaya Gazeta, 2 Kasım 2005
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
Kafkasya’da ellerine silah alıp Rusya hükümetini temsil eden federal kuvvetlere karşı mücadele edenlerin, neden ve altyapıları birbirinden farklılık arz ediyor. Örneğin, Çeçenistan’da direnişçiler arasında Amerika ve diğer ülkelerin resmî olarak tanıyacağı bağımsız bir devlet kurma çabası içinde olanlar var. Direnişçilerin diğer bölümünü ise, “Usame bin Ladin tipinden” ABD karşıtı radikal İslamcılar oluşturuyor. Kabarda-Balkarya’nın başkentine saldırı düzenleyenler, SSCB veya Rusya ideolojisini temelsiz bulup aynı zamanda geleneksel İslam’a olan güvenlerini de yitirerek, umutlarını radikal İslam’a bağlayanlardır. Eğer bu insanlara rahatça ibadetlerini yerine getirme ve cemaatlar oluşturma imkanı tanınsaydı, Rusya hükümeti için tehlike arz etmeyen yerel İslamî odaklar dışında başka bir örgütlenme görülmezdi. Fakat camilerin kapatılması ve dindar insanların şüpheli kişiler listesine alınması gibi son derece yanlış bir siyaset yüzünden Rusya hükümeti, tehlikeli ve güçlü bir düşman ile karşı karşıya kaldı. Cevabını aramamız gereken soru şu: hangi yönetim şekli Kuzey Kafkasya’da barışı sağlayabilir? Bizce, bölgenin ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılayan, “İsviçre Kanton Modeli”dir. Bu durumda yönetim, ne Moskova ne de bölge başkentlerinden gerçekleştirilmeli. Bölge başkanları, Rusya hükümetinin tayiniyle değil, bölge halkının seçimleri vasıtasıyla işbaşına gelmeli. Aynı zamanda bu liderlerin sınırsız güç ve yetki imkanından yararlanarak yerel “çar” veya “sultan” haline gelmemesi için, yönetim ve karar verme yetkisi onların elinden alınıp kantonların idaresine verilmeli. İsviçre’de olduğu gibi etnik bakımdan homojen toplumlardan oluşan ve dışarıdan yönetilmeyen Kantonlar Sistemi bütün Kuzey Kafkasya’ya uygulandığında, yerli halkın din ve geleneklerine saygı gösterilerek, işbaşında tehlikeli radikaller yerine Rusya’ya ılımlı bakan kişilerin bulunması sağlanabilir. Her kanton kendi güvenlik güçlerine ve vergilerden elde edilen geliri dilediği gibi kullanma yetkisine sahip olur. Böylece kendi içinde güvenliği sağlama ve halkın sosyal ve maddî ihtiyaçlarını karşılama imkanını bulan büyük ölçüde bağımsız kantonlar, Rusya’ya ılımlı bakan bir altyapı oluşturarak, hükümet karşıtı terörist ve savaşçılara karşı koyabilecek güçte olur. Ne yazık ki bügün itibariyle böyle bir gelişme yalnızca hayalden ibaret. Zira Rusya hükümeti, Rus halkı merkezli bir ulusal politika çizgisi üzerinde durmaya devam ediyor. Bu durum, Kuzey Kafkasya’da çoğunluk oluşturan Rusya yanlısı halk arasında gerginlik ve hoşnutsuzluğun artmasına yol açıyor. Rusya toplumunda Slav olmayan halkların da olduğu ve bunların Rusya toplumundaki yüzdesinin zamanla artacağı şimdiden hesaba katılmalı.
Tavsiye Et
Batı perspektifi / Konstantin Kosaçev, İzvestiya, 16 Kasım2005
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
Daha düne kadar “Batı” olarak tanımladığımız jeopolitik yapı, ABD ve Avrupa olmak üzere bölünmeye ve gittikçe birbirinden uzaklaşan iki kutup haline gelmeye başladı. Söz konusu bölgelerin potansiyelinin birbirine yakın, çıkarlarının ise farklı yönlerde oluşu, Rusya’nın ABD ile Avrupa’ya karşı farklı yaklaşımlar sergilemesine neden oldu. Fakat Rusya’ya “Batı ülkeleri arasındaki anlaşmazlıklardan faydalanmaya çalışıyor” şeklinde yöneltilen eleştiriler haksız. Zira Rus hükümeti, iki kutup arasındaki anlaşmazlıklardan yola çıkarak politika geliştirmenin tehlikeli ve büyük ölçüde verimsiz bir strateji olduğunun farkında. Birçok konuda birbirinden farklı tutumlar sergileyen ABD ve Avrupa, sıra Rusya’ya gelince çoğu zaman aynı şekilde hareket eder. Bu anlamda AB veya ABD’nin, hatta AB üyesi bazı ülkelerin diğerlerine nazaran Rusya ile daha yakın bir ilişki kurmaya meyletmesi, dikkatleri üzerine çeken önemli bir faktör. Rusya ise, AB üyesi bazı ülkelerle diyalog kurarken, Rusya yanlısı yaklaşımın diğer Avrupa ülkelerine yayılmasını sağlayacak ortaklar edinmeye çalışıyor. Bugün itibariyle Rusya, Avrupa’ya yönelmiş durumda. Zira ülkenin dış ticaretinin yarısından fazlası AB piyasasına yönelik. Rusya-AB ilişkilerinin sağlam bir ekonomik temele dayanması, ortaya çıkan siyasî anlaşmazlıkların çözülmesini mümkün kılar ve bu süreci hızlandırır. Rusya-ABD ilişkileri ise böyle bir temel ve teminattan yoksun olduğundan, iki ülkenin ortak kararlara varması çok daha güç. Sağlam bir iç temelin bulunmaması, bu ilişkileri daha çok diğer ülkelerde meydana gelen gelişmelere bağımlı kılıyor. Örneğin, Yakın Doğu veya eski SSCB ülkelerindeki olaylar, Rus-Amerikan diyaloğunu çok fazla etkilemekte. Bundan dolayı ABD-AB veya ABD-Çin diyaloglarındaki gibi ekonomik temele dayanan bir uzlaşmaya, Moskova-Washington diyaloğunda şimdilik varılması mümkün görünmüyor. Zira Amerika, dünya çapındaki tartışılmaz liderliğinden yararlanarak diğer ülkeleri “kullanıcı” bir tavır sergilemekte. Fakat Rusya, özellikle kendisi için hayatî önem arz eden Avrasya bölgesinde Amerika’nın temsilcisi olmak gibi bir duruma hiçbir zaman razı olmaz. ABD, bunu hesaba katmalı; fakat bu durumu üstü kapalı bir muhalefet olarak değerlendirmemeli. Çoğunlukla kendini yeterince güçlü hissederek diğer ülkelerin çıkarlarını gözetmeksizin hareket eden ABD’nin, Rusya’ya karşı da böyle bir tutum sergilemesi, ciddi bir hata olur. Rusya’yı AB’nin ortağı olarak gören Amerika, zamanla AB ile aralarında olan stratejik ortaklık ve birbirinin çıkarlarını gözetme kaidesini Rusya’ya karşı da uygulamaya koyacak. Dolayısıyla Avrupa ile yakınlaşmaya doğru giden Rusya, aynı zamanda ABD ile kurulacak ilişkilerin de temelini atmış bulunuyor.
Tavsiye Et
Fosfor bulutlarının ardında savaş suçu içinde savaş suçu işleniyor / George Monbiot, The Guardian, 22 Kasım 2005
İngiliz Basını
Çeviri: Ebru Afat
Medya, beyaz fosfor hikayesinde çok büyük bir karmaşaya yol açamadı. Bu yüzden de Felluce ile alakalı yeni ifşaatlara yönelmeden önce eskilerini açıklığa kavuşturmak istiyorum. Sivillere karşı beyaz fosfor kullanıldığına dair kesin delil yok. İddia, İtalyan kanalı RAI’de yayınlanan “Felluce: Gizli Katliam” isimli belgeselde gündeme getirildi. Belgeselde kullanılan resimlerdeki cesetlerin “bazılarında kemiğe kadar ulaşan yanıklar, diğerlerinde ise etlerinden sarkan deriler gibi değişik yaralar vardı… Yüzler, vücudun diğer parçaları gibi, tam anlamıyla eriyip kaybolmuştu. Giysiler ilginç biçimde bozulmamıştı.” Ancak beyaz fosforun Felluce’deki direnişçilere karşı silah olarak kullanıldığına yönelik kesin deliller var. Amerikalı piyade subayları, isyancıları ürkütmek için beyaz fosfor kullandıklarını itiraf ettiler. Bir Pentagon sözcüsü BBC’ye beyaz fosforun “düşmanlara karşı yakıcı bir silah olarak kullanıldığını” anlattı. Ve bunun “kimyasal bir silah olmadığını ve yasadışı ilan edilmediğini öne sürdü. Bu yalanlama, hâkim medyanın büyük çoğunluğu tarafından kabul edildi. Times gazetesi, BM sözleşmesinin “askerî hedeflere değil sivil hedeflere karşı kullanımı yasakladığını” söyledi. Fakat kimyasal silahlar sözleşmesinde “sivil” kelimesi yer almaz. Zehirli kimyasalların silah olarak kullanılması, hedef ne olursa olsun yasadışıdır.
Ancak kimyasal silah kullanımının, bir savaş suçunun içindeki savaş suçu olduğunu unutmamalıyız. Hem Irak’ın işgali hem de Felluce saldırısı, yasadışı saldırganlık eylemleriydi. Askerler, kadın ve çocuklarla birlikte 30 ila 50 bin sivilin kaldığı Felluce’ye, sakinleri sadece savaşçılardan oluşan bir şehir gibi yaklaştılar. Binlerce binayı tahrip ettiler, Irak Kızılayı’nın şehre girmesini engellediler ve BM özel raportörüne göre “aç ve susuz bırakmayı sivil halka karşı bir savaş silahı olarak” kullandılar.
Marine Corps Gazette’de yayınlanan saldırı hikayelerini okuyorum. Askerlerin ABD hükümetinin kendilerine söyledikleri her şeye inandıkları görülüyor. Bir makale, “sivillerin olmamasının askerlerin ev olmaktan çıkıp ilaç kutusuna dönüşmüş olan evlere girmeden önce patlayıcı silahlar kullanabilecekleri anlamına geldiğini” öne sürüyor. Askerlerin kullandığı saldırı silahları, %35 termobar yeni patlayıcı ve %65 standart yüksek patlayıcı ihtiva eden savaş başlıkları taşıyor. Askerler bu silahların neler yaptığını bildiklerini kolayca inkâr edemezler. Gazette’de 2000’de yayınlanan bir makale, bunların Ruslar tarafından Grozni’de kullanılmasının etkilerini detaylarıyla anlatıyor. Bu silahları Felluce’de sivilleri öldürmeksizin nasıl kullanabildiğinizi görmek oldukça zor. Şimdi soru daha da genişlemektedir: Koalisyon güçlerinin Irak’ta işlemediği bir suç kaldı mı?
Tavsiye Et
İşkence Başkanı / The Washington Post, 23 Kasım 2005 Başyazı
Amerikan Basını
Çeviri: Ebru Afat
CIA Başkanı Porter Goss, teşkilatın, dünyanın dört bir tarafındaki gizli hapishanelerde tuttuğu mahkumlara işkence yapması konusunda suçsuz olduğunda ısrar ediyor. USA Today gazetesiyle yaptığı röportajda “bu teşkilatın işkence yapmadığını” söyledi: “Hayatî bilgileri toplamak için hukukî yöntemleri kullanıyoruz ve bunu çeşitli, eşsiz ve yenilikçi yollarla yapıyoruz, bunların tümü yasal ve hiçbiri de işkence değil.” Goss bu yenilikçi sorgulama tekniklerinin hiçbirini tarif etmediği gibi, gizli hapishanelerinin Uluslararası Kızılhaç ya da başka bir denetçi tarafından ziyaret edilmesine izin vermedi. Ancak onun için çalışan bazı kişiler ABC Haber’e “geliştirilmiş sorgulama teknikleri”nden altısının tarifini verdiler. Çünkü kanalın bildirdiğine göre, kamuoyunun teşkilatlarının seçtiği yönü bilmeye ihtiyacı olduğuna inanıyorlar. Bu açıklamaya şükran borçluyuz, bu sayede Goss’un sözlerini gerçeklerle karşılaştırma imkanını bulduk.
ABC’nin bildirdiği ilk üç teknik, acı ve korku yaratma amacıyla tutukluların sarsılması ya da dövülmesini içeriyor. Dördüncüsü mahkumun 40 saate kadar kelepçelenmiş ve pranga takılmış halde ayakta tutulmasından oluşuyor. Ardından “soğuk hücre” geliyor: Tutuklular sıcaklığı 10 dereceye düşürülmüş bir hücrede çırılçıplak ayakta tutuluyor ve düzenli olarak soğuk suyla ıslatılıyorlar. Sonuncusu olan “sörf tahtası” ise ABC’ye verilen bilgide geniş şekilde anlatılmış: “Mahkum eğik bir tahtaya bağlanır ve baş aşağı çevrilir. Yüzünün etrafı seloteyple sarılan mahkumun üstüne su boşaltılır. İster istemez susma refleksi söner ve dehşetli bir boğulma korkusu mahkumun kısa sürede bu muameleyi durdurmak için yalvarmaya başlamasına yol açar.”
Bu teknikler işkence değil mi? Bunların işkence olmadığında diretmekle Goss, hem diğer hükümetlerin elindeki tutuklulara, hem de esir alınan Amerikalılara yapılacak muameleye dair yeni bir standart oluşturuyor. Amerikalı bir pilot Orta Doğu’da yakalansa, sonra dövülse, soğuk bir hücrede çırılçıplak tutulsa ve bir boğulma taklidine denek yapılsa, Goss yine onun işkence görmediğini mi söyleyecek? Peki bu teknikler yasal mı? Senato 1994’te “İşkence ve Diğer Zalimane İnsanlık Dışı ve Onur Kırıcı Muamele” ya da “Cezaya Karşı Sözleşme”yi onayladı; aynı şekilde “zalimane, insanlık dışı ve onur kırıcı” olan her şeyin ABD Anayasası’nın 5, 8 ve 14. maddelerini ihlal edeceğini de tanımladı. Bush yönetimi şimdiye kadar işkence standardını fazlasıyla gevşetti ve alçalttı. Sadece CIA’in gizli hücrelerinde değil, tüm dünyada tutuklulara kötü muamele yapılmasını önlemek daha da zor bir hale gelecektir.
Tavsiye Et
Güney Lübnan cephesi ısınıyor / Abdulbari Atwan, El-Quds el-Arabi, 22 Kasım 2005
Arap Basını
Çeviri: Hatice B. Şenkardeşler
Aylar süren sessizlikten sonra Güney Lübnan cephesinde ansızın ortaya çık-arıl-an sıcak çatışma bir tesadüf değil. Görülen o ki, İran-Lübnan-Suriye ittifak cephesi, ABD’nin son günlerde artan baskılarına karşılık sahip olduğu gücü hatırlatmak için, savunma halinden saldırı haline geçmeye karar vermiş bulunuyor.
Hizbullah’ın Şebea Çiftlikleri’ne düzenlediği ve bir İsrailli askerin ölümüne, onlarcasının yaralanmasına yol açan saldırı, son beş yılda görülen saldırıların en büyüğüydü. Bu saldırının Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın, ABD’nin Irak ve Filistin konusundaki isteklerine teslim olmaktansa, direnişi tercih ettiğini bildiren konuşmasından birkaç gün sonraya denk gelmesi çok önemli. Yine bu eylemler, Lübnan Devlet Başkanı Emil Lahud’un Lübnanlıları, ülkelerini Arap kimliğinden uzaklaştıran; çevresiyle, özellikle de komşusu Suriye ile olan sıcak ilişkilerini bozan politikaların peşinden gitmemeleri için uyardığı günlere rastladı.
Birden fazla anlam içeren bu mesajın en önemli noktalarını şöylece özetlememiz mümkün: Birincisi; bu mesaj Lübnanlıları, ülkelerini Arap kimliğini muhafaza eden ve ABD baskılarına maruz kalan Suriye’ye destek olanlar ile teslimiyetçi bir role soyunanlar olmak üzere iki gruba ayırıyor.
İkincisi; İran, Suriye ve Hizbullah’ın, ellerindeki en önemli koz olan Lübnan cephesini İsrail’e karşı açabileceklerini hatırlatıyor.
Üçüncüsü; ABD’nin bölgeye yönelik projelerine destek veren Arap yönetimlerini zor duruma düşürmeyi amaçlamakta. Nitekim direniş seçeneğini işaretlemenin, ABD hegemonyasının kollarına kendini atan bu yönetimlere karşı patlama noktasına gelmiş bulunan Arap halkları arasında Şam’ın popülaritesini artırıcı bir etki yapacağı tahmin ediliyor.
Suriye yönetimi, ABD’nin Irak konusundaki taleplerini karşılasa da karşılamasa da suçlu görüldüğünün farkında. Bu yüzden de mabedi herkesin başına yıkmaya karar vermiş durumda.
Bunun çok tehlikeli bir seçim olduğunu söylemeye dahi gerek yok sanırım. Suriye yönetimi, verdiği bu kararın olası sonuçlarını tartmayacak kadar akılsız değil.
Suriye; tüm Arap âlemi ile Batı dünyası ve İsrail’i, Filistin’in en tutucu direniş gruplarına dahi kucak açarak korkutmuştu. Arap âlemi ve özellikle de Körfez ülkeleri bu ülkeyle yakınlık kurmak için birbiriyle yarışır hale gelmişti. Şu sıralarda Suriye’nin bu role, Lübnan’dan başlayarak, tekrar soyunmak istediğinin işaretlerini görüyoruz.
Tavsiye Et
Arap dünyasındaki özgürlük sorunlarına bir örnek: Tunus / Fehmi Hüveydi, Eş-Şark el-Awsat, 23 Kasım 2005
Arap Basını
Çeviri: Hatice B. Şenkardeşler
Geçtiğimiz hafta, Dünya Bilgi Toplumu Zirvesi sebebiyle tüm gözler Tunus’a çevrildi. Arap basın ve televizyonlarında neredeyse hiç bahsi geçmemesine karşın Batılı kitle iletişim araçlarında sıkça yer alan bu ülkedeki insan hakları ihlalleri bizleri dehşete düşürdü. Heyetler Tunus’a ulaştıkları ilk andan itibaren bu ülkede, dış dünya ile irtibatın denetim altında tutulması, e-maillerin güvenlik süzgecinden geçirilmesi, zirveyi izlemeye gelen bazı basın mensuplarına ülkeye girişin yasaklanması, bazılarına meçhul kişiler tarafından saldırılar düzenlenmesi ve de güvenlik elemanlarının ülkedeki genel durum hakkında haber hazırlayan Belçikalı gazetecilere saldırmasına şahit oldu.
Olan bitenler, yabancı basın mensuplarına bu denli tacizlerde bulunan bir yönetimin bağımsız ya da muhalif, yerel gazetecilere nasıl bir muamelede bulunduğu sorusunu akıllara getiriyor. Yine kendileriyle görüştüğümüz Tunuslu entelektüel çevreler, ülkedeki yargıçların nasıl “kanunları çarpıtmaya” zorlandıkları hakkında bilgiler verdi.
Bu ve benzeri haksızlıklar bazı siyasileri 2 ay önce başlattıkları bir açlık grevi yapmaya zorlamış.
Ülkede protesto düzenlemek yasak olduğundan, davalarını bir internet sitesi kurarak savunma kararı alan muhalifler, sanal bir protesto eylemi düzenliyor. Dileyen, adını ve fotoğrafını siteye göndererek eyleme dahil oluyor. 155 kişiyi bulan katılımcıların, Tunus’ta şimdiye dek görülmemiş bir eyleme imza attıkları için yönetim tarafından nasıl bir takibata ve cezaya uğrayacakları hakkında herhangi bir bilgimiz yok.
Tunus’un içerisinde, diğer Arap bölgelerindeki gibi bir kıpırdanmanın var olduğu muhakkak. Bu hareketlenmenin amacı ise özgürlüklerin çıtasını yükseltmek, Arap toplumlarının özgürlük ve adalet umutlarını dizginleyen bağları koparıp atmaktır sanırım.
Tavsiye Et
Hangi banliyö krizi? Siyasal hareket mi, nihilist isyan mı? / Libération, 21 Kasım 2005, Açık Oturum
Fransız Basını
Çeviri: Adem Yılmaz
Pierre Rosanvallon: Konu üç farklı düzlemde tartışılabilir: Öncelikle, olayların kendisi (şiddet ve isyan sahneleri), ikincisi banliyölerin genel sosyal durumu ve son olarak Fransızların rahatsızlığı. Olaylar çok genç insanların, aşırı şiddet içeren ve kendi içinde bir anlam taşımayan eylemleridir. Fakat nihilizm kelimesinin mevcut hareketi açıklamaya kâfi olup olmadığı tartışmalıdır. Çünkü bu hareket sözsüz bir eylem ve kendi sözünü söyleme konusunda zorluk çeken bir çevreden geliyor.
Jean-Pierre Le Goff: Banliyölerdeki şiddet geceleri bir “hareket” sayılamaz ve oradakilerin çoğunluğunu temsil etmez. Azınlıktaki gençlerin çetelerinin isyanı siyasî değil; fakat bu isyanların siyasî sonuçları var. Banliyö sakinleri bizim gündeme almak zorunda kaldığımız bir soruyu soruyor: Bu gençlerin kafasındaki nedir? Bu realite ile yüzleşmek kişiyi gevşetiyor: İnsanı zorbalığa götüren ve eyleme iten sahici bir dil sorunu var. Ayrıca işsizlik ve uyuşmazlık şiddetli bir şekilde kendini gösteriyor; sınıfa ve ulusa bağlılık sorgulanıyor. 30’lu yıllarda insanlar fakirdi ve işsizliğin kurbanıydı. Günümüzde mahallelerinin okullarını, otobüslerini, arabalarını tahrip eden insanlar için durum böyle değildir artık.
Emmanuel Todd: Pek çok gelişmiş toplumun yaşadığı gibi Fransa da, nesnel ekonomik verilerin ötesinde bir eşitsizlik yaşıyor. Toplum yeni sosyal değerlerin, yeni bir tür bireyselliğin yükselişine tanıklık ediyor. Bu anlamda, mesela Fransa gibi bir ülkeden ABD’ye gidenler derin bir antropolojik çukura düşüyorlar.
Eric Maurin: İsyana katılsın veya katılmasın, okulu on yedi yaşında terk eden gençlerin sosyal bilincini çok iyi görmek gerek. Onların ortak, zor ve belirleyici bir tecrübesi var. Mayıs 1968’in çıkış noktası, orta sınıfların çocuklarına hakikî bir yüksek öğrenimin kapılarının kapalı olmasıydı. Ancak bugün durum çok farklı: Halk sınıflarının çocukları kolejlere ve liselere karşı ciddi bir rahatsızlık duyuyor. Fakat zorluk kısmen fakir ailelerin çocuklarının olumsuz barınma koşullarında yaşamasından kaynaklanıyor. Onun için bu, tek başına eğitimin çözebileceği bir sorun değil.
Tavsiye Et
Merkel’in Gül ile dostane buluşması / Die Zeit, 19 Kasım 2005
Alman Basını
Çeviri: Haşim Koç
Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğini onaylamasa da Başbakan Merkel Ankara’yla iyi ilişkiler kurmaya çaba gösteriyor. Bu çaba Cuma günkü buluşmada açıkça görülüyordu. Buna karşılık Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de Berlin’de Merkel’in odasındaki konuşmadan sonra, Türkiye’nin Almanya ile siyaset, ekonomi ve kültür alanlarındaki iyi ilişkilerinin devam etmesi arzusunda olduğunu ifade etti. Yaz aylarında Gül, CDU’nun Türkiye için “AB’ye imtiyazlı ortaklık” önerisini çok sert eleştirmişti. Dün imzalanan koalisyon anlaşmasında ise Birlik Partileri ve SPD, AB’nin bir ay önce aldığı Türkiye ile müzakerelere başlama konusundaki kararları kabul etmişler ancak Ankara’yla yapılacak müzakerenin sonuçlarının ucu açık olduğunu da vurgulamışlardı.
İki politikacı arasındaki görüşmede AB üyeliği konusunda görüş farklılığının devam ettiği belirtildi. Fakat bu farklılıkların Almanya ve Türkiye arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine engel olmayacağı ve koalisyon anlaşmasının önümüzdeki yıllar için “makul bir zemin” oluşturacağı da ifade edildi. Gül de aynı şekilde iki ülke arasındaki iyi ilişkileri övdü ve iki tarafın da Avrupa sorunun çözümünde “sorumluluk alması” gerektiğini söyledi.
Görüşme dostane bir atmosferde gerçekleşti. Gül’ün önümüzdeki hafta Başbakan seçilecek olan Merkel’i koalisyon sözleşmesi imzalandığı gün tebrik ettiğini ve ona Erdoğan’ın iyi dileklerini ilettiğini de eklemek gerekir. Merkel görüşmelerde Almanya’da yaşayan Türklerin kapsamlı entegrasyonu sorunundan bahsederek, bu noktada dil probleminin en ciddi sorun olduğunu dile getirmiş; Gül de kendisini bu noktada tasdik etmişti. Türk kökenliler kaliteli eğitim ve meslek edinimine ağırlık vermeliydiler. Merkel, Gül’ün 2006 yılının ilk yarısı için yaptığı Türkiye davetini kabul etti. Merkel Türkiye’yi daha önce 2004 yılı başında ziyaret etmişti.
Gül öğleden sonra da koalisyon hükümetinin Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier (SPD) ile buluştu. Türk yönetimi seçimden önce Ankara’nın AB’ye alınması noktasında çok büyük çaba sarf eden Başbakan Schröder’in yeniden seçilmesini istediklerini ifade etmişti. Berlin’deki Avrupa Forumu toplantısında konuşan Gül, Türkiye’nin AB’deki evrensel değerleri sağlama konusunda kendisini sorumlu hissettiğini söyledi.
Tavsiye Et
İran’ın nükleer enerji stratejisi / Cumhur-i İslamî, 19 Kasım 2005, Başmakale
İran Basını
Çeviri: Hakkı Uygur
24 Kasım Perşembe günü Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın yeni bir toplantısı yapılacak. Bu toplantıda İran’ın nükleer dosyasının da gündeme gelmesi bekleniyor. Her ne kadar İranlı yeni devlet adamlarının nükleer enerji ve İran’ın bu konudaki tutumu hakkındaki görüşleri önceki hükümetten farklılık arz ediyor olsa da, kafalarında yakıt sistemi de dahil olmak üzere İran’ın nükleer teknolojiye sahip olma hakkı bulunduğu hususunda hiçbir soru işareti bulunmamaktadır. İran bu yasal ve doğal hakkından hiçbir zaman vazgeçmeyecektir. İki tutumdan hangisinin daha doğru olduğu ancak pratikteki etkileri ile anlaşılabilecektir. Bu yüzden şimdi bu tutumların hangisinin daha doğru olduğunu tartışmak yerine, hep birlikte İran halkının nükleer enerji alanındaki haklarını korumak ve yakıt dönüşüm sistemine sahip olmak için çaba göstermeliyiz. Bugün ülkemizde nükleer enerji üzerinde herkesin görüş birliği içinde olması bizim için büyük bir fırsattır. Zira İran tarihinde bütün halkın üzerinde fikir birliğine vardığı konuların sayısı çok fazla değildir. Bu nedenle bu istisnaî durumdan faydalanmalıyız ve bunun temel iki şartı vardır: Birincisi ‘tedbir’dir. Yani zamanında konuşmak, gereksiz sözlerden ve tavırlardan kaçınmak, usule uygun kararlar almak ve bunları uygulamak. Bu alanda bazı zaafların bulunduğu gözlerden kaçmamaktadır. Nükleer faaliyetlerle ilgili görüş bildiren kişi ve kurumların sayısının fazlalığı bazı sorunlara yol açmaktadır ve bu bir an önce giderilmelidir. İkincisi ise toplu akıldan faydalanılması gereğidir. Deneyimli ve iş bilen kadroları görev yaptıkları alanlardan uzaklaştırmak marifet olmadığı gibi ülkeye büyük zararlar da verebilir. Görüldüğü kadarıyla ülkemizin hassas nükleer faaliyetleriyle ilgili bu iki konuda bazı sorunlar yaşanmaktadır. Nükleer dosya bütün İran halkını yakından ilgilendirmektedir ve kimilerinin bu konuyu yalnızca kendi sorunları gibi görmeleri doğru değildir. İran halkının çıkarlarını en iyi şekilde savunabilmek için tedbir ve toplu akıl, yetkililerin ve devlet adamlarının akıllarından çıkarmamaları gereken iki önemli noktayı oluşturmaktadır.
Tavsiye Et
Milletvekillerini halk mı seçiyor, ABD veya Avrupa mı? / Aqil Abbas, Adalet, 12 Kasım 2005
Azerbaycan Basını
Çeviri: Hakkı Uygur
Dünyanın hiçbir ülkesinde ideal seçim yoktur, olmayacaktır da. Kendisini demokrasinin babası kabul eden Amerika’da da bu böyledir. Bugün bütün dünya on beş yaşındaki Azerbaycan Cumhuriyeti’nden bütün uluslararası standartlara uygun bir seçim yapılmasını talep etmektedir. Talep etsinler çok güzel; ancak Azerbaycan halkı her bir talebin arkasında hangi çıkar hesaplarının olduğunu çok iyi bilmektedir. Bugün Azerbaycan halkından istediği cevabı alamayanlar Bush’u, Avrupa’yı ve oradaki bazı kurumları eleştirmektedir. Yukarıda dediğim gibi Azerbaycan’da ideal bir seçim gerçekleşmedi; ancak Azerbaycan’ın millî mantalitesine uygun demokratik bir seçim gerçekleşti. Bu seçimlerde hem iktidar, hem muhalefet, hem de bağımsız adaylar seçimleri kazanabilmek için bütün açık ve gizli yollardan istifade ettiler. Çünkü bu bir mücadeledir ve herkes yazılı olan ve olmayan kuralları izleyerek bu mücadeleyi kazanmak arzusundadır. En çok itiraz edilen noktalardan birisi seçim kanunlarına uyulmayarak seçimlere yakın zamanlarda birçok bölgeye yol ve elektrik gibi hizmetlerin götürülmesiydi. Ancak ne kadar hizmet götürülürse götürülsün, insanlar bunun için oy verecek kadar cahil değildir; kimi isterlerse ona oy verirler. Her zaman doğru yaptıklarını söylemiyorum; bazen yanlış kimselere oy verdikleri de olur. Ahlakî özellikler, akrabalık hemşerilik ilişkileri, büyüklerin görüşüne uygun davranma arzusu gibi etkenler insanların seçiminde önemli rol oynamaktadır. Bu yalnızca Azerbaycan’da değil dünyanın birçok ülkesinde böyledir. Ülkede demokratik bir seçim gerçekleştirildi. Kuşkusuz bazı yasal olmayan işler de görüldü. Bu nedenledir ki Cumhurbaşkanı İlham Aliyev yasalara karşı çıkanlara yönelik sert adımlar attı ve atmaya devam etmektedir. Herkes yaptığının karşılığını görecektir. Halk seçimini yaptı. Doğru mu yoksa yanlış mı yaptığı, artık halkın bileceği bir iştir. Azerbaycan’da Meclisi halk seçmektedir. Ne ABD ve onun Azerbaycan’daki elçisi, ne de Avrupa’daki bazı kuruluşlar. Kim 2010 yılı seçimlerinde başarılı olmak istiyorsa önünde beş yıl vakti var. Halkın içine girsin ve 2010 yılında başarı kazansınlar tıpkı bugün başarılı olanlar gibi.
Tavsiye Et