Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (February 2006) > Topluyorum > Küresel güçler, ulus-devlet ve Türk kimliği
Topluyorum
Küresel güçler, ulus-devlet ve Türk kimliği

 

Arkadaşlar, topluYORUM’un bu oturumunda bizi yine çok yoğun bir gündem bekliyor. Bir kere dosya konumuz olan Avrupa-İslam ilişkileri var. Bu konu aynı zamanda içinde bulunduğumuz dönemin de önemli gündem maddelerinden biri.
Türkiye’nin AB’ye üyelik tartışmalarını kastediyorsun değil mi? Bunu müstakil bir konu olarak ele almak gerekir bence. Üstelik AB Komisyonu İlerleme Raporu’nda bahsi geçen azınlıklar meselesi de var.
Azınlıklar sorununu tartışacaksak konuyu, Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun hazırladığı “Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar” raporu etrafında gelişen tartışmalar bağlamında ele almak gerekir.
Bir dakika! Söz konusu kurulun adında ‘Başbakanlık’ ibaresi yok. Ayrıca kendilerine böyle bir rapor hazırlama görevi de verilmemiş.
Arkadaşlar, tartışmayı sağlıklı bir zemine oturtalım. Raporun içeriğini ve ne gibi sorunlar taşıdığını tartışabiliriz ama inkarcı mantıkla bir yere varamayız. Birincisi, adında geçsin veya geçmesin, İnsan Hakları Danışma Kurulu(İHDK), resmen Başbakanlık bünyesinde kurulmuştur. İkincisi, insan haklarının geliştirilmesi ve korunmasına ilişkin konularda görüş bildirmek, tavsiyelerde bulunmak, öneriler ve raporlar sunmak bu kurulun öncelikli görevleri arasındadır.
Bunu da nereden çıkardın?
23 Kasım 2003 tarih ve 25298 sayılı Resmi Gazete’den. İHDK’nın kuruluş, görev ve işleyişi ile ilgili usul ve esaslar hakkında yönetmelik yayımlanmış. Bu dediklerim orada yer alıyor. Üstelik bu yönde ilk adımlar Nisan 2001’de atılmış.
Sorunları anlamak, doğru biçimde teşhis ederek çözmeye çalışmak gerek. Yok saymak, üzerlerini örterek görmezden gelmek sadece yarayı kangren yapıyor. Dahası, tartışmayı asıl zemininde yürütmek yerine demogojiye döküp kısırlaştırmak, konunun esası yerine tarafların pozisyonlarını gündeme getirmek maalesef uzun bir süredir hakim olan bir eğilim. Biz bu hataya düşmemeliyiz.
Ama tarafların pozisyonu da konunun esasının bir parçası olabiliyor. Bunu da göz ardı etmemek lazım.
Arkadaşlar bütün bunları tartışabiliriz ama benim farklı bir teklifim var. İçinde bulunduğumuz manevî iklime de uygun olması bakımından topluYORUM’u bu kez bir muhasebe oturumu haline getirelim derim.
Nasıl yani? Kendimizi hesaba çekip başarılarımızı ve başarısızlıklarımızı mı değerlendirelim?
Ben daha geniş ve kapsamlı bir şey düşünmüştüm. Dünyayı, küresel güçleri, İslam Dünyası’nı ve Türkiye’yi ele alarak geçen Ramazan’dan beri yaşanan gelişmelerin muhasebesini yapmak, geleceğe ilişkin dersler çıkarıp kestirimlerde bulunmaktı kastettiğim.
Bu arada hem AB-İslam ilişkilerini, hem azınlıklar sorununu da tartışabiliriz. Bir bakıma dünya ile ve kendimiz ile yüzleşeceğiz yani. Bence çok yerinde bir teklif.
Yüzleşme’yi de anmış oluruz böylece. İlk sayıda yüzleşiYORUM’da amacımızın bu olduğunu söylemiştik zaten. Nasıl bir çerçevede yürüteceğiz tartışmayı?
Düzenin ve istikrarın sağlanmasının iki temeli var; özgürlük ve güvenlik. Münferid olarak tek bir insanın da, bütün insanlığın da arayışı budur. Bence değerlendirmemizi de bu eksende yapmalıyız. Acaba dünya, geçen Ramazan’la karşılaştırdığımızda özgürlük ve güvenlik açısından ne durumda?
Daha özgür de değil, daha güvenli de; tabii ki daha kötü bir durumda. Küresel bir parçalanmışlık yaşanıyor.
İşte öncelikle bu vakıa üzerinde durup bunu tahlil etmemiz gerekiyor. Bence tahlilimizi üç düzlemde yapabiliriz. Birincisi küresel güçler ve uluslararası kuruluşlar düzleminde, ikincisi İslam Dünyası’nda ve son olarak Türkiye’de bu durumun tezahürleri nasıl olmuş?
Küresel güçler derken hangilerini kastediyorsun?
Yakında kitabımız çıkacak ya; ABD, AB, Çin ve Rusya. Bir de BM, NATO ve İKÖ gibi uluslararası kuruluşları ekleyebiliriz.
Kitapta yok diye Japonya’yı ihmal etmeyelim. O da ciddi bir küresel güç değil mi? Onu da katalım.
Bence söz edilen uluslararası kuruluşlar üzerinde fazla durmaya gerek yok. Son bir yılda ortaya çıkan tablo açık. Yeniden yapılandırma tartışmaları sürüyor ama ciddi adımlar atılmış değil. Mevcut halleriyle -başta BM olmak üzere- hiçbiri güvenlik ve özgürlük problemleriyle küresel ölçekte ilgilenebilecek, bu alanda katkı sağlayabilecek durumda değil. Bunun vebali de ABD’ye ait tabii.
Belki olumluluk adına bir tek İKÖ’deki seçimi zikredebiliriz. Bildiğim kadarıyla tarihinde ilk kez genel sekreter, gerçek anlamda özgür bir seçimle belirlendi. Afrikalı veya Asyalı gariban temsilciler ile Körfez ülkelerinden gelen prensler eşit oy kullandılar.
Yani İslam Dünyası’nı da ‘demokratikleştirmeye’ başladık sonunda mı diyorsun? Desene BOP/GOKAP ilk meyvelerini verdi.
Böyle bakmak doğru değil. Az önce ifade edildiği gibi, sorunları yok sayarak çözemeyiz ki! Batı’ya karşı çıkmak adına İslam Dünyası’ndaki siyasî krizi yok mu sayalım? Ayrıca söz ettiğin projelerden farklı olarak bu tablo, dış dayatmalarla değil İslam Dünyası’nın kendi iç dinamiklerinin harekete geçirilmesiyle oluşturuldu. Dolayısıyla da bence BOP’un ürünü değil, tersine bünyesinde ona alternatif olma potansiyelini barındırıyor. Bu bakımdan da çok değerli.
Arkadaşlar, çok önemli şeyler söyleniyor; ama isterseniz sırayla gidelim. Bunları İslam Dünyası’nın muhasebesini yaparken tartışırız. Önce küresel güçler demiştik. ABD ile başlayabiliriz.
ABD’nin muhasebesini yapmaya kalkarsak herhalde bayrama kadar ancak bitiririz. Alacaklısı o kadar çok ki!
Şaka bir yana, ABD büyük ama meşruiyet yoksunu bir güce sahip olmanın açmazını yaşıyor. Meşruiyeti olmayan güç, etrafında gömleği olmayan bir ateşe benzer ve kendisine sahip olanı da yakar.
İyi diyorsun da, yanan ABD değil, karşısındakiler oluyor. Bazı sıkıntılar olsa da, bunu “yanma” olarak nitelendirmek gerçekçi mi?
ABD dünyadan ve insanlık vicdanından uzaklaşıyor. Bugün baskılar olmasa, İngiltere de dahil koalisyonun içinde kalacak hiçbir ülke yok. Dostlarınızın bile güvenini kaybetmişseniz vay halinize!
Ben bir şey ekleyeyim. 22 Ekim’de ABD Büyükelçisi Edelman Erciyes Üniversitesi’nde bir konuşma yaptı. Öğrencilerden birinin tepki göstermek amacıyla ve biraz da protesto mahiyetinde sorduğu “ABD bundan sonra hangi ülkeyi bombalayacak” sorusu karşısında Edelman’ın verdiği cevap çok irkiltici: “Bundan sonra hangi ülkenin bombalanacağına gelince, Türkiye’ye herhangi bir saldırı olmayacağını rahatlıkla söyleyebilirim. Türkiye Başbakanı ile ABD Başkanı’nın arası çok iyi.”
İyi yani, korkmamıza gerek yok. Rahatladım doğrusu! Bir büyükelçinin böyle bir cevap vermesi bile tek başına ABD’nin içinde bulunduğu nevrotik ruh halini yansıtmaya yeter.
Ekim ayı başında bir haber vardı; Irak’ta istikrarı sağlamakta zorlanan Amerikan ordusunda eve dönen yaralı askerlerin çoğunda travmatik beyin hasarı tespit edildiği belirtiliyordu. Irak’ta yaralananların %60’tan fazlası, kim olduklarını ve başlarına ne geldiğini hatırlamıyormuş. Dişlerini fırçalamak, duş almak, tuvaleti kullanmak gibi en temel günlük işlerini bile nasıl yapacaklarını unutmuş haldeymişler. Geliştirilen zırhlarla askerlerin bedenleri kurşun ve bombalardan korunabilse bile, beyinlerinin korunması mümkün olmuyor. Gücün meşruiyet krizi de böyle bir şey olsa gerek.
Irak ABD’nin imtihanı ve seçim süreci de bu bağlamda bir sorgulamaya dönüştü. ABD bu imtihanı kaybederse, kendisini “özgürlükler ülkesi” yapan değerlerini de kaybedecek. Bu çok ciddi bir kriz demektir. AB’ye gelecek olursak…
İsterseniz önce diğer küresel güçleri tartışıp AB’yi sonraya bırakalım ve Türkiye ile bağlantılı olarak değerlendirelim. Çin, Rusya ve İslam Dünyası ile ilgili ne dersiniz?
Japonya, Japonya… Anlaşılan Japonya dosyasını yapmadan Japonya’yı listeye sokamayacağız. Hiç olmazsa 16 Eylül 1890’da batan Ertuğrul firkateynindeki 540 şehidin hatırına unutmayın Japonya’yı.
Japonya kendisini unutturuyor. Bu biraz da bilinçli sanki. 1990’lara girerken Japon ekonomik gücünün küresel dengeleri bozması kuvvetle muhtemel görülüyordu. 15 yıl önce dünyanın en büyük 10 bankasının ilk 8’i Japon bankalarıydı. Sıralamada bir tek Avrupa bankası yoktu. Amerikalılar ise listeye, zar zor 9’uncu sıradan giriyorlardı. Ardından Asya Krizi ile zirveye çıkan buhran yılları geldi. Adeta Japonya, başına gelebilecek tehdide karşı savunmaya geçti ve küçülerek geri çekildi, kendini kapadı.
Yani Tokugava dönemindeki gibi tehlikeyi görünce Japonya içine kapandı diyorsun. Gerçi o zaman bu kapanış 250 yıl sürmüştü. Japon ekonomisi 13 yıldır karanlığın içerisindeydi. Halbuki son veriler, güneşin tekrar yükselmeye başladığını gösteriyor.
Bu yorum biraz fazla komplocu olmadı mı? Japon bankaları reel sektörle sağlıklı bir ilişki kuramadılar. Büyümeyi finanse edeceğiz derken batık kredilerin altında kaldılar. Bu ise ekonomik durgunluğu derinleştirdi ve sistem kilitlendi. 10 yıl önce dünyanın en büyük 10 bankasının piyasa değeri 400 milyar doların biraz üzerindeydi. Şimdi ise ilk 2 bankanın piyasa değeri bile 500 milyar doları buluyor. Beceriksiz yöneticiler hep mazeret arar ve günah keçileri yaratır. Asya Krizi’nin planlı bir komplo olduğuna gerçekten inanıyor musun?
Sadece bir gerçeği hatırlatayım. Asya Krizi’nin derinleştiği dönemde Japonya, Asya Para Fonu (AMF) adında bölgesel bir finansal kuruluş kurmak istedi. Krizdeki ülkelere destek sağlamak ve sermaye çıkışlarından doğan paniği önlemek için bu fona 100 milyar dolar koyma taahhüdünde bulundu. Ama dönemin ABD Hazine Bakan Yardımcısı Summers AMF’nin kuruluşunu önledi. Gerekçesi de böyle bir kurumun, “İMF’nin krizdeki Asya ülkelerinde gerçekleştirmeyi hedeflediği reform çabalarını sulandıracağı” idi.
Bence Japonya ile ilgili daha önemli bir husus var: Mekan kısıtlılığı ile ekonomik güç arasındaki çelişki tarihte de, bugün de etkili. Bir de Çin-Japon gerilimini unutmamak lazım. Japonya’nın orijinal adı Nippon ‘güneşin doğduğu, yükseldiği ülke’ anlamına geliyor. M.S. 607’de Japon Prensi Shótoku, Sui sülalesinden Çin İmparatoru’na şöyle hitap ediyordu: “Güneşin doğduğu ülkenin imparatoru, güneşin battığı ülkenin imparatoruna bu mektubu gönderdi”. Japonya’nın dünyaya her açılışında önce Çin’e meydan okuduğunu ve Çin’le yüzleştiğini görüyoruz.
Anlaşıldı, Japonya dosyasını en kısa zamanda yapmamız lazım. Buradan Çin’e geçelim isterseniz. Çin hem demografik, hem ekonomik bir dev olarak dünyayı sarsıyor.
Çin’in küresel bir düzen kurma fikri tarihte de yoktu, bugün de yok. Demografik ve ekonomik güç ancak felsefî bir muhteva kazanırsa etkili olur. Halbuki Çin böyle bir muhtevadan çok uzaklaşmış veya uzaklaştırılmış durumda ve onu geri kazanma yönünde bir arayışı da yok. Bu bakımdan mesela, Hindistan daha ileride; çünkü onlar kendi özlerine yönelik bir arayış ve sentez üretme çabası içindeler. Çin, piyasaları tarumar edebilir; ama tarihte Moğolların doğurduğu etkinin bir benzerinden öte gidemez.
Ekonomik Moğollar yani. Biraz daha Batı’ya gelelim ve Rusya’nın muhasebesine bakalım ne diyeceğiz?
Rusya’nın hesabında Çeçenistan faturası göze çarpıyor. Kırmızı bakiye yani.
Borçlu tarafta da Beslan var o zaman.
Rusya da bir açmaz içinde. Bir taraftan modernleşmek, dünyayla bütünleşerek saygın ve meşru bir güç haline gelmek istiyor. Çar Petro’dan beri belirleyici olan bir dinamik bu. Ama modernleşmek için sistemi gevşetince her taraftan aykırı sesler yükseliyor. Böylece Rusya’nın ikinci temel dinamiği olan emperyal bir düzen sağlama güdüsü tahrik oluyor ve ortaya otokratik, baskıcı bir yapı çıkıyor. Beslan olayının ardından yapılan yasal düzenlemeler, hatta daha öncesinde Hadorkovski’ye yönelik operasyonda bu ikilem göze çarpıyor. Bir başka deyişle, Rusya da modernleşme ile emperyal düzen açmazında.
Evet şimdi de ufuk turumuzu İslam Dünyası’na ve oradan da AB’ye doğru uzatalım. Böylece dosya konumuz da tartışılmış olsun.
Geçen yıl Kasım sayısında İslam Dünyası’nı konuşmuştuk hatırlarsanız. Bu ayki dosya konumuzu görünce buraya gelmeden önce şöyle bir göz attım. Oradaki tespitlerin büyük kısmı bugün de geçerliliğini koruyor.
Zaten bizim topluYORUM’lar asar-ı atika gibi zamana meydan okuyor. Hep söylüyorum, şunları kitap haline getirelim diye.
Reklamları izlediniz… Marifet iltifata tâbidir, müşterisiz meta zayidir. Bırak da bizi başkaları övsün.
Devam edecek olursak; İslam Dünyası Afro-Avrasya kıtasını yatay kesen tek unsurdur. Mesela Japonya ile karşılaştıracak olursak, kesinlikle mekan kısıtlılığı söz konusu değildir. Aksine yaygın mekan özelliği bir üstünlük sağlıyor.
Tabii dezavantajları da var. Örneğin, dikkatimi çekti, İslam Dünyası’ndan “unsur” diye söz ettin. Tek siyasal entite veya organizasyon diyemedin. Zira bu yaygın mekan tek bir merkezden veya tek bir mekanizma ekseninde yapılandırılamıyor, konsolide edilemiyor.
Doğru, haklısın. Ama müsaade edersen eklemek istediğim başka şeyler de var. Yaygınlık sadece klasik anlamda coğrafyaya bağlı olmanın da ötesine geçti aslında. İslam Dünyası, hızla artan ve dünyanın her yerine yayılan bir nüfusa da sahip. Dolayısıyla artık Amerika’da da, Avrupa’da da İslam Dünyası’nın nüveleri var.
Yine müdahale edeceğim, kusura bakma. Ama bu yayılış da dezavantajlar taşıyor. İslam Dünyası senin dediğin gibi “yayılıyor”; ama her yere ‘öteki’ olarak yayılıyor. Evrensel değerlerle uyum sağlayacak veya kendini meşru bir zeminde yeniden üretecek bir dinamizmi ne yazık ki gösteremediği için ABD’de, Avrupa’da, Rusya’da, Hindistan’da, Çin’de, hatta Orta Doğu’da ‘öteki’ olma konumundan kaynaklanan krizler ve çatışmalar yaşanıyor.
Belki hayret edeceksiniz, ama bu sefer ben de katılıyorum. Gerçekten de İslam karşısında tarihte benzeri görülmemiş ölçüde bir koalisyon oluştu. Haçlı Seferleri veya İkinci Viyana Seferi sonrasında olduğu gibi tarihte ne zaman böyle koalisyonlar oluştuysa, Müslümanlar büyük kayıplara uğramıştır. Başarılı liderler, kendileri dışındaki güçlerin onlara karşı ittifak yapmasını önlemiştir.
Peki bunun altında yatan ne? Nasıl oldu da Müslümanlar böyle olumsuz bir konuma geldiler?
Temel karakteristiği kontrollü çatışma ve güç yığma olan Soğuk Savaş sonrası döneme, hep kullandığımız tabirle bu Sıcak Ateşkes dönemine bakacak olursak, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; bu dönemde en büyük mağduriyetleri yaşayan, en ciddi kayıpları veren kesim Müslümanlardır. Bosna’dan Endonezya’ya, Kafkasya’dan Sudan’a aynı tablo var. Şu anda toprakları yabancı güçler tarafından işgal altında olan ülkeleri, BM kararlarına aykırı bir biçimde uluslararası hukukun ihlal edildiği yerleri sayalım; Filistin, Azerbaycan, Keşmir. İsterseniz kılıfına uydurulmuş olan Afganistan, Çeçenya ve tabii Irak’ı da ekleyelim. Cezayir çoktan unutuldu bile, ama Doğu Türkistan’ı hatırlayan çıkar belki. İşte İslam Dünyası son 15 yıldır sürekli bu kuşatılmışlık psikolojisini taşıyor. Gelişmelerle sürekli travmalar yaşar hale geldik. Biraz önceki eleştiride bence son derece yerinde bir şekilde ifade edildiği gibi, merkezî bir yapı olmaması, genel kabul gören meşru bir otoritenin var olmayışı -ki bunu sadece siyasî anlamda değil, dinî ve fikrî anlamda da söylüyorum- İslam Dünyası’nda yerel, konjonktürel, hissî ve tutarlılıktan yoksun tepkilerin doğmasına yol açıyor. Psikolojik açıdan anlaşılabilir olsa da, İslamî ve insanî olarak ciddi zaaflarla malûl olan bu tepkiler sorunu çözmediği gibi kronikleştiriyor ve Müslümanlar giderek dünyadan kopuş sürecine giriyor. İşte bu noktada da ‘ötekileşme’ zemin buluyor ve hız kazanıyor. Trajik ve paradoksal bir biçimde Soğuk Savaş sonrasının en mağdur kesimi terörist, en fazla saldırıya maruz kalan kesimi saldırgan ilan ediliyor.
Ama bu zaten onların görmek ve göstermek istedikleri şey. Bunda Müslümanların bir sorumluluğu yok ki düzeltebilecekleri bir şey olsun. Hayatını tekerlekli iskemlede geçiren, ağır hasta bir ihtiyar tehlikeli terörist oluyorsa, buna karşılık sorumlu olduğu katliamlar dolayısıyla hakkında insanlık suçu iddiasıyla açılmış dava olan bir cani, hükümet başkanı olarak saygı görüyorsa “zalimler için yaşasın cehennem”den başka ne denebilir?
İşte benim kastettiğim psikoloji ve tepkilere bir örnek. Filistin ciddi bir travma; ama yerel tepkilerle çözülemeyecek kadar büyük bir sorun. Irak’ta yaşanan trajedi ve işlenen insanlık suçları karşısında gösterilen tepkiler anlaşılabilirdir. Ama Türkiye’nin sergilediği tavır ve bu uğurda aldığı riskler ortadayken Türk şoförlerin kafasını kameralar karşısında kesip bu görüntüleri aileleri de dahil bütün dünyaya seyrettirmek tutarlılıktan da uzaktır, insanlıktan da. İslamî referans sisteminde meşru olmadığı gibi sonuç alıcı da değildir.
Peki merkezî bir yapısı olmayan ve tutarlı tepkiler üretemeyen, onca mağduriyete rağmen üstüne üstlük bir de suçlanan ve hedef gösterilen, büyük bir koalisyon tarafından dünyadan dışlanıp ‘ötekileştirilen’ İslam Dünyası bu kuşatılmışlık psikolojisini nasıl aşacak?
Bir kere sorunun bütün yönlerini doğru teşhis etmemiz lazım. Buraya kadar söylenenler meselenin siyasî ve sosyal yönlerine işaret etti. Halbuki felsefî ve kültürel boyutları da en az bunlar kadar önemli. Daha doğrusu siyasî ve sosyal yansımaları görülen vakıanın en temel saikleri, meselenin esas bileşenleri onlar. Dolayısıyla kuşatılmışlık sadece psikolojik değil, biraz teknik olacak belki ama, psiko-ontolojik bir kuşatılmışlıktan söz etmek gerekiyor.
Biraz açar mısın?
Siyasî düşünce tarihine bakarsak İslam Dünyası’nın, siyaset felsefesinin oluşumuna büyük bir katkısının olduğunu görürüz. İslam medeniyeti karşılaşarak yüzleştiği diğer kadîm medeniyetlerin birikimini daha da geliştirerek bir dünya düzeni modeli oluşturduğu halde, bugün gerçekten ciddi siyasal krizler yaşıyor. Bunun temelinde de meşruiyet krizi yatıyor şüphesiz. Yani ABD için söz konusu edilen meşruiyet krizinin bir benzerini, İslam Dünyası kendi içinde yaşıyor. Dolayısıyla bu kuşatılmışlığı, sömürgeciliğin inşa ettiği ve Soğuk Savaş döneminin şekillendirdiği otokratik yapılar çözemez.
İslam Dünyası’nda siyasal liderliğin bir vahamet tablosu çizdiğini hepimiz biliyoruz zaten; ama krizin bahsettiğin diğer bileşenleri neler?
BOP/GOKAP’ı tartışırken bu konuya değinmiştik aslında. İslam Dünyası, tarihin en kadîm medeniyetlerinin yaşadığı bir coğrafyada hâkim. Yunan, Mısır, Hint, Mezopotamya, İran birikimleriyle yüzleşmiş ve onları dönüştürmeyi başarmış. Dahası içselleştirerek başka medeniyetlere taşımış; ama bugün dünyanın ortak evrensel değerlerine hiçbir katkısı yok. Batı’da üniversiteye başlayan bir öğrencinin önünde model alacağı prototipler vardır. Her gün bahçede onların büstlerini, kütüphanede portrelerini görür. Onların konumuna gelmek için neler yapması, hangi yolu ve yöntemleri izlemesi gerektiği de bellidir. Halbuki bir Müslüman genç için sadece siyasî anlamda değil, kültürel ve entellektüel anlamda da örnek alabileceği kimse yoktur.
Niye olmasın? Hz. Peygamber ve ashab-ı kiram var, alimler var...
Doğru, tarihsel örneklik var ama bugünle irtibatı kopmuş. Ne müesseseler kalmış, ne de mekanizmalar. Hangi bilginin doğru ve geçerli olduğuna ilişkin kıstaslar bile muğlak. Siyaset ahlaktan, iktisat itikattan kopmuş. Tam bir parçalanmışlık ve dağınıklık hali yaşanıyor. Ayrıca bu örnekliklerden türetilen fikirlerin hayata geçebilmesi için bir şart daha var: Büyük dönüşümleri gerçekleştirebilmek hem gönüle, hem akla, hem de tarihe aynı anda hitap etmeyi başarmakla mümkündür.
Yine şifreli konuşmaya başladın. Haydi birinciyle ikinciyi az çok kestiriyoruz, ama tarihe hitap etmek de ne?
Tarihin akışının gerektirdiği yerde sorumluluk üstlenmekten geri durmamak. Sadece gönüle hitap eden fikirler bir dava oluşturabilirler. Aşk dolu bir hareket ve etkileyici sloganlar üretebilir ama dar çevrelerde hapsolur, ancak şairane uzletlerin kurucusu olabilirler. Ne insanlığa ulaşıp kurtarıcı olabilirler, ne de rasyonel bir inşayı gerçekleştirebilirler. Akla hitap edenler, kağıt üzerinde mükemmel duran ve okuyanları etkileyen mekanik teoriler kurabilir; ama bir davaya dönüşecek aşktan yoksundurlar. Üstelik hayatın gerçekliğinde sınanmaktan imtina ederler ve elitist bir akademisyencilikten ibaret kalırlar. Sadece tarihe hitap etmekle yetinenler ise oportünizme, fırsatçılığa dönüşürler. Bütün enerjilerini tarihin dönüm noktasında karşılarına çıkan fırsatları doğru bir biçimde değerlendirip kazanca tahvil etmeye, bir başka deyişle ‘kalkacak treni kaçırmamaya’ odaklarlar; ama peşinden koştukları hiçbir trene binemezler. Kazara binseler bile o trenin nereye gideceği hakkında ne bilgileri, ne de etkileri olur. İstisnaî de olsa gönüle ve akla aynı anda hitap etmeyi başaranlar olabilir. Ama bunlar da tarihin yüklediği sorumluluğun altına girmezlerse akıbetleri farklı olmaz. Bazen kendilerini “günlük siyasetin akışına kapılmamak ve ellerini süflî işlerle kirletmemek” adına tezkiye etmeye çalışırlar; ama bilginin icap ettirdiği ahlakî sorumluluğu yüklenmeyenler, ilmiyle âmil olmayanlar gibidir.
Ama her akıntıya kapılıp gitmek istememek suç mu? Bazen dışarı çıkıp gelişmelere dışarıdan bakmak da gerekir. Bu sorumluluktan kaçmak değil, tersine sorumlu bir tavırdır.
İşte ‘bu ay muhasebe yapalım’ dememin sebebi de bu. Tabii ki dışarıdan bakmak da gerekir. Ama şunu unutmayalım; akan nehir, mutlak anlamda dışına çıkabileceğimiz bir nehir değil. Bu tarihin kendisi. Bizi, tarihi ve birikimiyle bütün İslam Dünyası’nı, hatta bütün insanlığı sürükleyecek bir sele dönüşebilir. ‘Hele dur bakalım bir gözleyelim de ne olacak’ deme şansına da, hakkına da sahip değiliz. Her şeyimizle bu akıntının içindeyiz. Öte yandan bu bilinçsizce bir sürükleniş, gelişmelerin ardından koşuşturma da olmamalı. Tarihin o anını yaşar ve onun gereklerini eda ederken bütün bir tarihî derinliğin ve medeniyet inşasının gerektirdiği hazırlıkları da bu arada yapmak zorundayız. Zira bu sel yıkıp geçerse biz de yıkılacağız. Veya ardından bir şey kurulacaksa tarihle birlikte akarken kurmak zorundayız. Bu yüzleşmeyi dinamik bir süreçte yaşayacağız.
İslam Dünyası’nın ve tabii bizim hâl-i pür melâlimiz ortada. Buradan AB’ye geçelim isterseniz. Halide Edip’in bir kitabı vardır; “Türk’ün Ateşle İmtihanı”. Şimdi yazılacak olsaydı herhalde “Türk’ün AB ile İmtihanı” olurdu adı.
Tam tersine; yaşanan süreç AB’nin imtihanı. Nasıl Irak ABD için imtihan dediysek, Türkiye de AB için bir imtihan işlevi görecek. AB, Türkiye üzerinden kendisiyle yüzleşecek. Avrupalılığın ne olduğuna karar verecek. Oluşturulacak kimlik de Avrupa’nın küresel bir güç mü olacağını, yoksa içine kapanarak Asya’nın ucundaki küçük ve yaşlı bir yarımada olarak mı kalacağını belirleyecek.
Biraz abartılı bir yorum oldu bu. AB’nin sorunları olduğunu herkes biliyor ama ABD ile kıyaslandığında, insanlık değerlerine saygı konusunda kesinlikle daha iyi bir durumda. Gerek Filistin, gerek Irak konusunda AB’nin tavrı ve Türkiye-AB ilişkileri olmasaydı, herhalde bugünkü tablonun ortaya çıkması zor olurdu. AB üyelik perspektifi olmasaydı bütün bu reformların gerçekleştirilmesi, özgürlüklerin genişletilmesi ve demokratikleşme mümkün olur muydu?
İşte benim işaret etmeye çalıştığım yanlışlık da bu. AB dahil hiçbir şey Türkiye için ‘olmazsa olmaz’ şeklinde algılanmamalı. Hata bu algının kendisinde. Kaderimiz bizim dışımızdaki birilerinin vereceği karara bağlı ise, Türkiye için AB, olmazsa bir daha kendimizi toparlayamayacağımız bir şeyse, zaten neyi müzakere edeceğiz?
AB ile ABD arasındaki mukayesede de dikkat edilmesi gereken bir nokta var. Bugün için 11 Eylül travmasını, olabilecek en menfi yönetim kadrosunun elinde yaşayan ABD’nin karnesinin kötü olduğu açık. Ama her şeye rağmen Amerikalılık kuşatıcı bir kimlik olarak var oldu. Halbuki Alman veya Fransız kimliği böyle değil. Avrupa, Roma İmparatorluğu’ndan beri tarihte kuşatıcı bir kimlik oluşturamadı. “Beyaz adamın sorumluluğu” hep homojenleştirme ve dışlama oldu. Meseleyi doğru koyalım. Söz konusu olan Türkiye problemi değil, Avrupa problemidir.
Peki gerçekten de diyelim ki olumsuz gelişmeler oldu. 17 Aralık’ta veya daha sonrasında işler ters giderse ne olur? Uzun vadede AB için olumsuz olabilir belki; ama Keynes’in dediği gibi, “uzun vadede hepimiz ölmüş olacağız”; kısa vadede biz de olumsuz etkilenmez miyiz? Muhasebemizi oturttuğumuz özgürlük ve güvenlik ekseni Türkiye için de kaymaz mı? Buna hazır mıyız? Bir ‘B Planımız’ var mı?
B Planı dediğiniz şey son dakikada devreye girecek ve her şeyi sil baştan başlatacak bir şey değildir. Türkiye’nin AB ile ilişkileri belirleyici, buna karşılık komşularıyla ilişkileri, Rusya’ya ve Asya’ya açılımı, İslam dünyasında oynadığı rol marjinaldir diye düşünürsek hata ederiz. AB Türk dış politikasının unsurlarından biridir. Üyelik de varoluşsal bir olgu değil, sadece pozisyonlardan biridir. Politika ve yapılanma dış faktörlere göre ayarlanırsa, Islahat Fermanı mantığıyla bir yere varılmaz.
Biraz önceki yorumda haklılık taşıyan en önemli nokta Türkiye’nin karşı karşıya olduğu bu sürece yeteri kadar hazır olmadığı. Ama olumsuz sonuca değil, aksine olumlu sonuca hazır değiliz. Önce “biz” dediğimiz şeyin ne ifade ettiğine karar vermeli; varlığı ve varoluşu, tarihi ve mekanı, insanı ve insanlığı yeniden tasavvur ederek ben idrakimizi kazanmalıyız. AB ile ilişkiye girerken Türkiye bunları ihmal etti. Daha doğrusu cumhuriyetle birlikte bu konular marjinalleştirildi. Kendimiz olmayı başarabilirsek mesele hallolur. 17 Aralık’a gelince; biraz önce Japonya bahsinde ülkenin adının anlamına ilişkin bir şey söylemiştim. Buna atfen diyebilirim ki; 17 Aralık’ta olumsuz bir gelişme yaşanırsa 18 Aralık’ta ne olur sualinin cevabı, ‘güneş yine doğar, üstelik AB’ye giden güneş Türkiye’den yükselir’dir.
Ben de bu kadar iyimser olmak isterdim doğrusu. Yanlış anlamayın; benim kötümserliğim olumsuz bir karar çıkmasına ilişkin değil. Olumlu karar çıkarsa acaba 50 yıl sonra Türkiye, ne kadar ‘Türkiye’ olacak diye endişe ediyorum.
AB-Türkiye meselesini ayrıntılı olarak tartışmamız gerekecek nasıl olsa. İsterseniz bu konuyu o zamana bırakalım; zira benim de söylemek istediğim birçok şey var. Tartışmayı bu noktadan azınlıklar konusuna bağlayarak bitirebiliriz diye düşünüyorum.
Azınlıklar sorununun arkasında AB’nin yattığının, meselenin Türkiye’de yaşayan farklı kültürel gruplardaki insanların özgürlük alanını genişletmek değil; Türkiye’yi AB’nin rahatça hazmedebileceği küçük lokmalar haline getirmek olduğunun zımnen kabulü olarak görüyorum ben bu bağlamayı.
Hayır. Sözlerinde haklılık payı olsa da, benim kastettiğim başka bir şey. Biraz önce “sorun Türkiye sorunu değil, AB sorunu” denmişti. Ben de azınlıklar ile ilgili aynı şeyi düşünüyorum. Sorun Kürt, Alevi, vs. sorunu değil; Türk sorunu. Türk’ün ne demek olduğuna karar verilirse, ancak o zaman bu sorun çözülür.
Türk kavramı etnik bir kavram değil, inanç temelinde şekillenmiş bir medeniyet mensubiyetini ve bu medeniyetin siyasî gücüne bağlılığı ifade eden bir kavram.
Kısmen. Öte yandan etnik çağrışımları olduğunu da tamamen reddedemeyiz. Yaban romanında geçen; “Biz Türk değiliz ki beyim, İslamız elhamdülillah… O senin dediklerin Haymana’da yaşarlar!” ifadesi, Yeniçeri yapılmak üzere devşirilen çocukların dil, din, gelenek görenek öğrenmeleri için Anadolu’daki ailelerin yanına yerleştirilmeleri usulüne “Türke vermek” denilmesi kavramın etnik yönleri.
Ama özellikle Balkanlar’da Müslüman olanlara “Türk oldu” denmesi, “Türklüğün şartı beştir; kelime-i şahadet, namaz, oruç, zekat, hac” sözü de var.
Türk adı Orhun Yazıtları’ndan beri biliniyordu ama Türk milliyetçiliğinin babası Ziya Gökalp’e göre 1900’lerden önce halkın kolektif bilincinde ‘biz Türk ulusuyuz’ düşüncesi yoktu. Nitekim Türk sözcüğünü etnik kategori olarak ilk defa kullananlar Türkler değil, Avrupalılardır. Yanlış hatırlamıyorsam, Türkiye kavramını İtalyan Mediciler kullanıyor. 1923 Lozan Antlaşması’nda Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler azınlık olarak tanımlandıkları için Türklük aslında yine din temelinde tanımlanmış oldu. Yahudilere, Ermenilere ve Rumlara karşı hâlâ devam eden bir tereddüt var. Bu unsurlar bir güvenlik sorunu olarak görülmeye devam ediyor. Bir dönem sadece Türkçe konuşan Hanefi Müslümanlar gerçek Türk vatandaşı sayıldı. Bu tarif Laz, Çerkez ve Balkan kökenlileri içeride; Alevilerle çoğu Şafii olan ve Türkçe konuşamayan Kürtleri dışarıda tutuyordu.
Bir dönem devletin ‘muteber’ tebaası bunlardı doğru; ama 28 Şubat’tan sonra bu algı değişti. Hatta bir ara “Türkiye de, Suriye gibi Alevi azınlığın yönetiminde bir ülke mi olacak?” şüpheleri doğmuştu.
Bazen ‘1000 yıllık Anadolu tarihine’, bazen ‘1500 yıllık Türk tarihine’ vurgu yapılıyor. Hatta işi Hititlere ve Sümerlere götürenler de var; ama hiçbir zaman Türk ve Türkiye terimlerinin ne anlama geldiği gerçekten tartışılmadı. Hiçbir sorun, sizi dışarıdan tanımlayan bakışlar esas alınarak çözülemez. İnsanların kimlik aidiyeti kazanmaları modern Batı tarihine özgü bir icat değil ki! Nasıl bir uzay geometrisi problemi Euclidien düzlem geometrisinin parametreleriyle tanımlanamaz ve kuramlarıyla çözülemezse, Türk ve azınlık meselesi de ulus-devlet çerçevesinde çözülemez.
Evet arkadaşlar, burada noktalayalım. Hayırlı Ramazanlar ve şimdiden hayırlı bayramlar.

Paylaş Tavsiye Et