Konuşan: Salih PULCU
Tepecik’in hemen girişinde Ahmet Uluçay’ın buluşmamızı istediği kahvenin yerini sorduk. “Yoldaki beyaz çizgiyi takip et, çizginin bittiği yerdedir kahve” dedi yol gösteren amca. Yolun ortasındaki kaldırım taşları beyaza boyanmış, ip gibi akıp gidiyor. Bir sağ, bir sol, ikinci soldan sonra beyaz şerit yolun ortasından çıktı, soldan akmaya başladı. Kahvenin yola çıkmış masalarının arasında yol göstericimiz beyaz şerit kayboldu. Beraber seyahat ettiğimiz arkadaşlara “Bir Uluçay filminin içinde yol alıyoruz galiba” dedim, “İsmi ne bu filmin?”.
Ahmet Uluçay bir sinema yönetmeni, ama bildiğimiz yönetmenlerden değil. Hayata beyaz perdeden bakan biri. Düşle gerçeğin, öte dünya ile bu dünyanın birlikte yaşadığı bir dünya onun dünyası. Sinemaya, sinemadan habersiz olduğu erken bir yaşta gönül vermiş biri. Kımıldayan her şeye tecessüsle bakan bir zihin. Kımıldamayanın içindeki kımıldayanı da arayan bir merak.
Ahmet Uluçay, İsmail Mutlu ve Şerif Akarsu, Tepecik Köyü Arkadaş Sinema Grubu silahşörleri. Resim karelerinin nasıl harekete dönüştüklerini keşfeden, film şeridinin yüzeyindeki sesi duymak için binbir yol arayan, kendi projeksiyon makinesini yapan bir üçlü. Ellerine bir Almancıdan aldıkları 8 mm kör kamera geçmeseydi, onu da icad edeceklerini söyleyen iddia sahipleri. Maddi imkansızlıkların hiçbir şekilde ye’se düşürmediği, bir şey olması gerekiyorsa, onu mutlaka olduran üç silahşör.
Tahta kutulu projeksiyon makinesinin merceğinin, alüminyum çerçeve üzerine yapıştırılan iki cam parçasının arasına enjektörle su zerkedilmesiyle imal edildiğini söylersem, maddi imkansızlığın hiç akla bile getirilmediği bir ortamın nasıl yaratıcı düşünceye yol açtığını daha iyi idrak ederiz.
Ahmet Uluçay sineması dil sorununu çözmüş, gerçek bir sinema. İlk çektiği kısa filmden, binbir zorlukla gerçekleştirebildiği uzun metrajlı filmine kadar gerçek sinema büyüsüne sahip bir sinema dili.
Uluçay aldığı ödülleri önemsemiyor, ona göre bütün o ödüller onun hakkı. Bu şişkin bir egoyu değil, sinemasının ne olduğunun farkında olan bir özsaygıyı yansıtıyor.
Uluçay’a “Bol ödüllü bir filmin var, artık ekonomik darboğazı aşmışsındır” diyorum. Erkan Mumcu aramış kültür bakanı iken “Devlet bütün imkanları ile arkandadır” diye. Protokol anlaşmasının imzalanacağı tarihten bir gün önce Mumcu istifa etmiş. “Arkamdaki tek dayanağım, işte budur” diyor Uluçay oturduğu plastik sandalyeyi işaretle.
Sinemayla tanışıklığın çocukluğuna kadar gidiyor. Kısa filmlerinden de anladığımız kadarıyla çocuğun hayal dünyasıyla, sinemanın hayret verici görsel büyüsü arasından bir benzerlik kuruyorsun. Hayaller senin için neyi ifade ediyor?
Ben çocukluğumdan beri sinema yapmak istedim. Ama sinema yapmak kolay değildi. O zamanlar keşke 8 mm’lik bir kameram olsaydı. Onunla da o işlerin kotarılamayacağını biliyordum; ama keşke olsaydı. Bunu yapamayınca roman yazdım. Ama yazdığım roman, dekupaja yani çekim senaryosuna benzedi. Ayrıntılar boğdu beni. Baktım ki, sinema daha kolay olacak; çünkü gösteriyorsun, yetiyor. Anlatmak daha zor. Bana ne sordunuz, ben ne cevap veriyorum ya.
İlk filmini 35 yaşında falan mı çektin?
Evet.
Romanı kaç yaşında yazdın?
Romanı 1976’da, 22 yaşında yazdım.
Romanla film arasında çok uzun bir süre var 15-16 sene gibi. Bütün bu süreci nasıl değerlendirdin? İstersen oradan bir başlayalım.
İlk kısa filmi çektiğimde, “ben bu işi becereceğim” dedim, kendime güvenim geldi. O zaman başımın çaresine baktım. Uzun metraj nasıl çekebilirim? Benim için yol şöyle görünüyordu: Daha iyi filmler yapmak, daha iyi kısa filmler yapmak ve her festivalde dikkatleri üzerime çekmek. Gerçekten güzel kısa filmler yaptım. Hepsi göz kamaştırıcı filmlerdi. Biraz dikkat çekici, bakışları üzerine toplayıcı filmler yapayım, adım unutulmasın. Her festivalde bana ödüller verdiler. Günün birinde “uzun metraj film yapacağım” dediğim zaman kimse şaşırmadı.
Mesela ilk filminde hiç acemilik yok.
Ya neden olsun? Her filmi televizyonda olsun, sinemada olsun kameranın arkasından seyrettim. Hayatım boyunca hâlâ film seti görmedim. Benden istenen perdedeki görüntü. Göstericiyi kaldır, yerine kamera koy; aynı iş. Sürekli göstericinin yanında seyrettim filmi, yani kameranın yanında. Bu nasıl oluyor? Ben kurgu kavramını çok küçük yaşlarda keşfettim. Pat diye oradan oraya atlıyor kamera ve devam ediyor film. Filmler iki kamera ile mi çekiliyor; yok canım nerede! Türk sinemacısı kamerayı bulamıyor ki, iki kamera bulsun. “Kameranın yıldırım hızıyla yer değiştirmesi nasıl oluyor?” sorusu beni kurgu kavramına götürdü. Ve inanamazsınız, Cecil B. DeMille’in On Emir diye bir filmi vardı; orada Musa’nın denizi yarma sahnesi var. Ya bu denizi nasıl yarar abi? İsmail ile oturduk ve keşfettik. Efekt kesiliyor; düşünebiliyor musun? Bunu böyle yapıyor dedik ve doğruydu bizim vardığımız sonuç. Bunu böyle yaptılar ve bunu böyle yapmış olmalılar.
O zaman dijital de yok tabi.
Yok canım. Ne gezer Hacı Ahmet’te! O zaman video yoktu. Dijital diye bir kavram yoktu. Ve şimdi düşünüyorum da, iyi bir adammışım çocukken de. İşimi biliyormuşum.
Kendini iyi biliyordun ki; ilk filmlerin küçük metrajlı, büyük filmlerdi. Minyatür Kozmosta Rüya’yı çektin, İnci Deniz Dibinde’yi çektin. Yani fütüristik şeyler yaptın, gerçeküstü şeyler çektin. İlk seyrettiğim filmin Minyatür Kozmosta Rüya idi. Zaten ertesi günü atladım arabaya, buraya geldim. O efektleri nasıl yaptığına inanamadım. O yumurtaların gözleri oynuyor, hatırlıyor musun? Bunu yapmayı düşünmen bile büyük cesaret. İnci Deniz Dibinde’yi bana burada sen seyrettirdin. Hatırlıyor musun o filmleri; o saçların hareket etmesi, cinlerin çocuğun saçına asılması...
Bir şeyi bir insan çok isterse Allah veriyor. Ama çok istemesi lazım. Benim hiçbir çabam karşılıksız kalmadı.
Biraz onların yaradılış sürecini anlatsan. Dedin ya “denizin yarılmasını nasıl yaptıklarını anladım.” Mesela seninkileri nasıl bir akıl yürütmeyle yaptın? İsmail mi yardımcı oldu?
İsmail yardımcı oldu. İsmail’in inanılmaz bir el becerisi var. Onunkiler el filan değil; bir mucize. İnanılmaz bir şey İsmail’in elleri. O eller bende olsaydı...
O zaman ekip olmayacaktı.
İsmail’in el becerileri vardı. Ben sadece düşünüyordum tembel tembel. Kış boyu düşünüyordum. İsmail’e anlattığımda, el becerisiyle yapıyordu bütün bunları. İsmail olmasaydı, ben burada olmayacaktım. Şu anda sizlerle konuşuyor olmayacaktım eğer İsmail olmasaydı. Ha belki şu olacaktı, belki başka bir İsmail gelirdi yanıma.
Bu aslında karşılıklı bir şeydir. Sen olmasaydın İsmail olmayacaktı, İsmail olmasaydı sen olmayacaktın.
Diğer arkadaşım da öyle. Şerif; onlar olmasaydı bu şey olmayacaktı.
Mesela akşamları özellikle elektrik olmadığı zamanlarda çocukların gördüğü söylenen; duvar diplerinde giden insanlar, alacakaranlıklar, cinler, periler vardır. Çocukların kurgusu ya da hayal gücü onu yeniden üretiyor. Bunun tekrar üretilip sinemaya yansıtılması sancısı nasıl bir şey?
Benim en büyük korkum başarısızlık korkusu; bir. İkincisi o insanlardan korkardım ben karanlıkta. Birisi, elinde fenerle, el kandiliyle çıkıp geliyor. Öyle bir korku vardı bende. O kadınların birisini ben kendim oynamak zorunda kaldım. Şalvar giydim kadınlar gibi ve başıma örtü örttüm.
Geçenlerde Fatih Özgüven bir yazısında “dünya sinemasında birkaç yönetmen, yeni bir anlayışın öncülüğünü yapıyorlar” dedi. Bir tanesi Almodovar, ikincisi Kaurismaki ve üçüncü olarak senin ismini verdi. “Sinema yeni bir yere yönelecekse, bu üç yönetmen sayesinde yönelecektir” diyor.
Almodovar … kaç paralık ki onları geçelim!
Sinema senin için nedir? Hayatınla sinema arasında nasıl bir bağlantı kuruyorsun?
Ayıramıyorum. Hayatla sinemayı ayıramıyorum. Hangisi nerede bitiyor, diğeri nerede başlıyor, bilmiyorum. Böyle bir kesin ayrım yapamıyorum. Sinema biraz bayatlayınca, üç beş gün geçince bende bir nostaljik tat kazanıyor. Üç beş gün değil tabii; üç beş yıl, on yıl falan. Benim çocukluğumun en güzel dönemi, o gölgelerin terk edip gidişiyle son buldu. Neden öyle oldu? Elektrikler geldi; köyün tadı tuzu kalmadı. O zaman köydü ama; gerçek bir köydü. Daha mutluyduk. Gerçekten şimdi köyün tadı tuzu yok. Ben sürekli onlarla gezdim. Hâlâ öyle. Belki bu bir rahatsızlık. Olsun. Sürekli o dönemde uğraşıyorum. Köylüler gelse, daha neler anlatacağım. Zaman, parmaklarımızın arasından sızıp geçen ve aşkla tutmanın mümkünü olmayan bir şey, bir su. Bunu durduramıyoruz. İnsanlarda beka duygusu vardır. Acaba diyorum, bunu sinema ile durdurabilir miyim? Bundan bir şeyler daha çalabilir, kurtarabilir miyim daha doğrusu. Her şey gidiyor, her şey eskiyor.
Yitik Zamanın Peşinde diye Marcel Proust’un bir serisi vardır. Okumuşsundur.
Geçmiş Zamanın Peşinde. Sanıyorum birkaç tercümesi var.
Pastanın tadı mı çocukluğuna götürüyordu?
Evet, pastanın tadı, elbiselerin güpürleri, dantelleri… Ahmet, geçmiş geçiyor; bugün de geçiyor. Mesela senin ilk filmin 60’ların ortalarında geçiyor. Ama şimdi bugün de geçiyor. Diyorsun ki, eski güzeldi; eskiyi yakalamak istiyorum. Ama sonraki filmlerin belki de bu zamanlarda geçecek.
Bir sonraki filmim yine o zamanda geçiyor. Daha sonra gelenler, bu dönemde geçecek.
Hayatla sinema arasında sınır koymuyorum diyorsun; zor olmuyor mu?
Yaşamımı zorlaştırıyor. Adapte olamıyorum günümüze. Kimileri sinemaya ışık der; valla ben biraz karanlık diyorum. Karanlıkta ışığı yakalamak ya da. Geleceğimi de pek düşünmüyorum. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ın ödül töreninden sonra ilk gösteriminde İstanbul Film Festivali’nde, bazı insanların ağlayarak salondan çıktıklarını gördüm. “Yahu arkadaş bunlar niye ağlıyorlar?” diye korktum. Ya ikinci filmde de aynı şeyi yakalayamazsam…
Nuri Bilge Ceylan sineması ile seninki çok yakındır; ama ikinizin arasında çok büyük bir fark var: Sende metafizik var; onun sinemasında neredeyse hiç yok. Hiçbir zaman ağlanmaz Nuri Bilge Ceylan’ın filminde. Sen onu tanıyorsun. Kasaba filmine katkıda bulunmuştun; jeneriğinde senden bahsetmemiş. Ama web sayfasında bahsetmiş. “Kütahya’daki yönetmen arkadaşım Ahmet Uluçay’la birlikte senaryosunu çalıştık” diyor.
Bunu yapmış mı?
Evet. Onun sineması ile seninkini karşılaştır. Senin sinemanın farkını biraz daha ortaya çıkartalım.
Bilge “Ben gerçeğe tapıyorum” der. Ben de gerçeğe tapıyorum ama kendi gerçekliğime, kendi gerçeğime. Cadılar, karanlıkta giden vebalılar gibi yürüyenler, cüzamlılar gibi yürüyenler… onlar benim gerçeğim.
Ahmetçim, bu Karpuz Kabuğu’nun senaryo aşaması nasıl oldu? Senaryo ile film örtüştü mü, yoksa birtakım eklemeler, değişmeler yaptın mı?
Hayır. Hatta senaryoyu yazdıktan sonra bile daha güzel oldu. Karpuz Kabuğu’nda küçük bir takım efektler de yapmak istiyordum ben. Çok hoş efektler olacaktı. Adam filmin tümünü seyretse, orası aklında kalacaktı. Çok da büyük çalışmalar gerektirecek şeyler değildi. Yeter ki zamanım olsaydı. Neler yapacaktım neler… (Uluçay burada, düşündüğü sahneyi anlatıyor. Ama kendi isteği üzerine bu kısmı söyleşiye almıyoruz.)
Biz onu (sahneyi) çekemeyiz Ahmet. Belki bilgisayarla yaparız, senin gibi konvansiyonel yapamayız. Amerika’daki toplantı nasıl geçti? Tribeca Festivali?
Ben ne aptalım ya! Amerika’da şey gibi oynattılar beni. Önce Apple Bilgisayarları var ya; reklam çekiminde beni çıkardılar. “Bilgisayar kullanıyor musun?” dediler. “Hayır” dedim, “sinemacı dijitale bulaşmaz.” Abi böyle demeyecekmişim. “Bilgisayarsız olmaz falan” diye konuşacağım ki... “Artık dijital çağı falan” de ki, adamlar sana daha çok para versin. Şimdi vere vere bir tane tişört, bir de montaj programı. O da bir buçuk milyar liraymış. İstanbul’a bıraktım. Satmış arkadaş, parasını gönderdi. Bana “akşam bir yere kaybolma” dediler. Birisi geldi ve seni ilk kutlayan ben olayım dedi. Sonra festivalin genel direktörü demiş ki, gösteriden önce konuşurken, “ben bu filme aşığım.” Hatta daha önce, “arkadaşlar Türkiye’den bir film gelecek; lütfen gayret edin, 50 bin dolara çıkarmaya çalışın ödülü” demiş. Akşam ödül törenine gittik, bir … yok. Hatta arkadaşıyla birlikte iki Türk sayıyorlar ödül jürisinin oylarını. “Abi” dedi, “bir tane mi, iki tane mi dört vardı; seninkinin tümü beşti” dedi. Kız “kendim saydım” diyor “arkadaşımla.” Onu dahi vermediler. Allah beni, benimle ödüllendirmiş. Beni bana vermiş yani. Yetmez mi? Allah’ıma şükürler olsun.
22-38 yaş arasında çok uzun bir dönem var. Bu dönemi nasıl değerlendirdin, neler okudun? Şimdi köyün büyük ama o zamanlar daha küçüktü; daha kapalı bir ortamdaydın. Kendini nasıl besledin?
Kitaplar okudum.
Nereden temin ettin kitapları, neler okudun?
Biraz yabancılaşarak kimliğime baktığımda, ben de kendime hayret ediyorum. Ben nasıl katlandım bütün bunlara diye. Hayret ediyorum, çılgın falan geliyorum kendime, hatta deli filan geliyorum kendime. Köyde resim yap, anlarım bunu. Şiir yaz, bunu da anlarım. Saz çal, bunu da anlarım. Ama ya sinema? Çağdaş adamın en ileri iletişim biçimi. Onu seçiyorum. İlk sinema makinesini gördüğümde ilkokul üçüncü sınıfta; 10 yaşındaydım zannedersem. Orada makinenin yanında geçirdim vaktimi; görür görmez hayran oldum hareketli görüntülere. Resim yapardım ben o yaşta. Resmim giderek ilerliyor. Kara kalem, boyalı kalem, sulu boya, yağlı boya. Bunu biliyorum. İlerliyor. Ben ilerletemedim ama ilerliyor. Öyle bir tekamül var resimde. Ama ya bir de kımıldayıverirse… Ya bir de kımıldarsa, ne harika bir şey olurdu! Resimler kımıldıyor; ellerini kollarını sallayarak konuşuyor, kavga ediyorlar. Bir düşünsene bunu, ne kadar hayret verici bir şey! Karşımda ilk sinemayı gördüğümde, benim o düşüm orada gerçekleşmiş oldu. Resimler kımıldıyor. Nereden buldumsa o kitapları… İngiliz, Fransız klasiklerinin hepsini okudum. Rus klasiklerini de... Dostoyevski ile yatıp, Dostoyevski ile kalkanlar var ya; onlarla bir gün Dostoyevski konuşurken ben okumadıklarını gördüm Dostoyevski’yi. Suç ve Ceza’da inanılmaz bir sahne vardır. İnsanüstü bir sahne… Bir insan nasıl bunu düşünebilmiş diyorsun. Ama işte Dostoyevski olunca tabii ki düşünüyor. Onların onu atladıklarını gördüm.
Nasıl bir sahneydi?
Svidrigailov, Raskolnikov’un kız kardeşi ile evlenmek istiyor. Olmayınca da intihara karar veriyor. Saint-Petersburg’a geçiyor tramvayla. Oradan bir nehri geçiyor. Nehre atmayı düşünüyor kendini bir gece. Hava rüzgarlı, yağmurlu. Ürperiyor bir anda, “herhalde bir başka ölümü seçmeliyim kendime” diyor. Ertesi gün cebinde küçük bir tabancayla kendini öldürmeyi düşünüyor. Geceyi nerede geçirecek? “Şu sokağın bir yerinde bir otel olacaktı” diyor. “Karanlık bir otel, kara bir otel. Adı da Edirne gibi bir şeydi” diyor. Bizim Edirne’mizle ilgisi var mıdır, yok mudur onu bilmiyorum. Varıyor oraya. Otelci karşılıyor bunu. Ona kapalı bir oda veriyor, merdiven altında... Dostoyevski’nin odaları normal bir oda değildir. Ya merdiven altı, ya mezar gibi ya da dolap gibi yerlerdir; kapalı. Sıkıştırır insanı Dostoyevski. Otelci geliyor az sonra, “ne istersiniz?” diyor. O da “rosto” diyor. Tekrar geliyor, “başka bir isteğiniz var mı?” diyor. Adam bir an evvel başımdan gitsin diye “çay” diyor. Çayı da masanın üstüne bırakıyor gidiyor adam ve Svidrigailov uyuyor. Uyuyacak ama top sesleri geliyor dışarıdan. Bu şu anlama geliyormuş Petersburg’ta; şehrin alt semtlerini su basacak. Uykusu dağılıyor. Aşağıda bir pencere var. Pencerenin dışında inanılmaz bir fırtına, dallar kırılacak gibi. Her taraf yağmur ve fırtına. Svidrigailov yatıyor. Pencereden konuşmalar duyuyor. Mumu söndürüyor, kalkıyor, bakıyor. Odanın duvarında bir ışık beliriyor. Gözünü uyduruyor, bakıyor oradan: İyice giyimli bir adam, bir başkasıyla oturuyor; diğeri ayakta ona sürekli bir şeyler söylüyor. O da sürekli aksıracakmış gibi duruyor. Konuşmalarının ne olduğu anlaşılmıyor. Yatıyor tekrar yerine. Bir çıtırtı duyuyor önce. “Fare olmalı” diyor, “rostoya geldi.” Fare rostoyu yer mi, bilmiyorum. Az sonra iyice uyuyor ve teninde yumuşak bir temas. Kaldırıyor bakıyor, bir fare sıçrıyor. Kalkıyor ayağa; fırlıyor, fareyi yakalamaya çalışıyor. Parmaklarının arasından kaçıyor. Aslında fare falan da yok. Bir anda sıçrayıp uyanıyor; bir bakıyor ki rüyasında görmüş. “Sabaha kadar beklemeye gerek yok” diyor. “Bu işi çabucak bitirelim, intihar işini” diyor. Tam dışarı çıkacak, dolapla kapı arasında paçavralar içinde bir şey görüyor ve onun da hareket ettiğini görüyor. Bakıyor; küçük bir çocuk. Bir kız çocuğu, ıslanmış. Onu kendi yatağına götürüyor; çarşafla, yorganla kuruluyor. Uzatıyor; az sonra çocuk uyumaya başlıyor. “Dışarıda kalmış, üşütmüş herhalde” diye düşünürken, Svidrigailov’un gözü devamlı çocukta. Az sonra yanaklarına bir kırmızılık geliyor çocuğun, yüzü aydınlanıyor. Yüzündeki kırmızılığı nöbet kırmızılığı diye düşünürken, bunun sebebi şarap içmekten doğan bir kızıllık. Çocuk sanki uyuyormuş da uyuma numarası yapıyormuş gibi tir tir titriyor. Az sonra bunu saklamaya gerek görmüyor kız, gözlerini açıyor ve gülüyor ona. “Çok iğrenç bir gülüş; aynı Fransız orospularının gülüşü gibi” diyor. “Allah’ım bu yaşta nasıl olur?” diyor ve ürpererek kaçıyor. Bundan sonrası önemli değil; buraya kadar inanılmaz. Hiç kimse okumamış abi. Hani sinema hakkında yazan bir kadın var ya; Aslı Erdoğan. “Hatırlıyorum” diyor, ama cehaletini kurtarmak için söylüyor bunu.
Sinemayı takip edebiliyor musun? Mesela şimdiki Güney Koreli, Japon yönetmenleri...
Ne gezer, Hacı Ahmet’te kavşak mı var? Bir arkadaş aradı. Görüşmedik daha yüz yüze. Telefonla arkadaş olduk. İyi bir çocuk, adı Ahmet. “Film izler misiniz?”, “DVD falan izlemiyor musun?” dedi. “Yok” dedim, “nereden bulacağım?” Çocuk DVD player göndermiş. Arkasından filmler yollamış. Anthony’nin serisini bana kopyalayıp gönderdi. Burada sinema mı bulacam?
İşte maddi kaynak bulmuşsun. Blow Up’ı seyrettin mi?
Nasıl seyrettim biliyor musun? Kahvedeyim, evimde televizyon yok; 20-25 yıl önce oluyor bu. Yalvarıyorum: “Allah’ını, Muhammed’ini seversen, Ali aşkına şunu yapma, değiştirme kanalı!” Herkes isyan ediyor bana; “lan salak, ne var işte onda!” Aşk gemisi geldi geçti, Blow Up başladı. Yalvardım, “ne olursunuz değiştirmeyin!” dedim. “Ali, Osman aşkına şunu söndürme, şunu seyredeyim!” Böyle böyle yalvararak seyrettim filmi, kapattırmadım televizyonu. Herkes isyanda, kimsenin evinde televizyon yok. Filmin sonunda, izleyenler oldu; sonunda kaptırdılar kendilerini. Cinayet falan. En sonunda “bu salağın izlediği şeyden ne olacak, ne oldu gayri?” dediler. Orada tenis oynuyor insanlar. “Nedir bu şimdi?” dediler. Ya hep bir aldanış. Burada top var zannediyoruz. Ama aslında yok. Yok zannediyoruz, aslında var. Böyle bir şey de mümkün. Böyle bir felsefi tabana oturtmaya çalıştım. Kahveci, “aşk olsun yani, salak salak baktık ekrana!” dedi. Böyle seyrettim.
Ahmet, kendini sinemacılar dünyasında hissediyor musun? Yeşilçam sektörü veya dünya sineması dediğimiz şey; onun içinde hissediyor musun kendini?
Bilmem ki vallahi. Sinemamın içinde hissediyorum kendimi. Ama inkar edilmediğim bir gerçek. Şimdi inkar edilmiyorum ama önceden vardı. İsteseler de var, istemeseler de var. Sevseler de var, sevmeseler de var.
Sevmeyen var mı?
Var tabii. Var, ama yerimde olmak isteyenler de var.
Peki, niye sevmiyorlar; niye yerinde olmak istiyorlar?
Herhalde yerlerini daralttım onun için. Ben olunca, onların yeri mi daraldı?
Belki de bahanelerini ellerinden aldın. “Para yok, teknoloji yok bizde. İmkan verilmiyor, sermaye yok; biz de bir şey yapamıyoruz” diyorlardı. Sen onu kırdın.
94 senesinde Türk sineması tartışılırken, içimizde de köylü sinemacı olsun diye Siyaset Meydanı’na çağırıyorlar. Burada Türk sinemasının sorunları tartışılacak. Ben dedim ki, “sinema insanın yüreğindedir; dışarıda, teknolojide falan değildir.” Ve akşam onu düşündüm. Bizim bir kameramız olmasaydı; biz İsmail ile karar vermiştik, kameramızı kendimiz yapacaktık. 35 mm’lik fıstık gibi bir kamera yapacaktık. Valla yapacaktık! Şu anda elimizde bulunan, kendi yaptığımız projeksiyon makinesini kameraya çevirmek çok kolay. O kadar kolay ki, İsmail burada şakır şakır film yıkıyor, biliyor musun? Şimdilerde yıkamıyor da, yıkıyor idi. Film yıkama makinesi yaptı; takıyor filmi, buradan giriyor film, birtakım işlemden geçip, öbür taraftan yıkanmış ve kurulanmış olarak çıkıyor. Dünya teknolojisine bir gol daha!
Korkarım, Yeşilçam stüdyolarından daha iyi yıkıyordur.
Şimdikileri mi kastediyorsun?
Bir on sene öncesinden belki.
Evet, tabii ki daha iyi. Lumières Kardeşler biraz geç kalsaydı, kesin sinemayı biz keşfederdik. Kesinlikle biz keşfederdik. Şerefsizler, ellerini biraz çabuk tutmuşlar. Tabii arada 80 yıl yaş farkı var.
Kendi gerçeğini oluşturmaktan bahsettin. Kendi gerçeğini oluştururken nereden besleniyorsun?
Çocukluğumdan… Çocukluğumdan kurtulamadım ben. Çocuklarım bile benden önce büyüdüler. Ben hep böyle kaldım, lay lay lom. Benimle konuşanlar ya da filmimi seyredenler bir şeyi, bir şeye oturtmaya çalışıyorlar. Öyle terminolojik bakıyorlar vs. Yok. Birisi diyorlar ki, Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak, şimdi Bozkırda Deniz Kabuğu. Kabukla ilişki kurmaya başlıyorlar; kabuğunu kırmak vesaire, herhalde sünnet olmak da var. Benim içimden ne geliyorsa, öyle yapıyorum. Benim düşünebildiğim, hayal edebildiğim bu. Zaten zorlamıyorum, hayal etmeye de zorlamıyorum.
Biraz projelerden bahsetsen; yeni filmlerden.. Şu an senaryosunu yazdığın filmin ismini ne koyacaksın? Bozkırda Deniz Kabuğu’nu bitirdin herhalde. Onu aştın artık. Ona geri dönmeyeceksin.
Onunla ilgileniyorum.
Değiştiriyorsun yani; başka bir hikâyeye dönüşüyor. İlk yazdığın Bozkırda Deniz Kabuğu değil artık o. İsmini de değiştirmeyecek misin?
Hayır.
Tasarladığın filmlerden kopya verir misin? Cem Sultan demiştin; gerçekten böyle bir prodüksiyon düşünüyor musun?
Doğru tabii. Ciddi ciddi düşünüyorum. Ben kamyonculuk yaptım yıllarca. Kamyoncunun yol hikâyesini çekmeyi düşünüyorum. Yola gidiyor, geliyor. Evinin önüne alıyor arabasını gidiyor, geliyor. Bir yol filmi çekmeyi düşünüyorum. Ondan sonra da baba oğul var…
Cem Sultan’ı öteledin yani.
Onlar çok pahalı şeyler. Hemen değil. O biraz uyusun. Onun hali bana çok dokunuyor, Cem Sultan’ın. Yıllarca ölüm korkusu içinde gurbet ellerde.
Sinema ile ilgili hayallerin neler? Bu maceranın neresinde duruyorsun? Yani senin sinemayı bitirmene mi çeyrek kaldı, yoksa kendine bir final film çekme hedefi koydun ve onu gerçekleştirmeye mi çalışıyorsun? “Bu işin ustası oldum” mu diyorsun yoksa?
Tevazu göstereyim abi; çeyrek kaldı. Ben onun adını yanlış yapmışım; Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak değil, Karpuz Kabuğundan Barbaros’un Donanmasını Yapmak. Barbaros’un donanması Akdeniz’i fethetti. Şimdi fetihler gerekiyor. Bir kere daha Akdeniz’in en önemli festivallerinden ödüller aldım.
Bir sonraki filmin de artık Oscar alsın.
Oscar; nasıl olsa olacak!
Pek tevazulu konuşuyorsun…
Söylüyorum, geliyor; bir daha geri dönmüyor. Basın geliyor, hazırlanmış bir metinle tabii. Ben daha ilginç şeyler söylüyorum. Onlar, köylü sinemacının başarısının peşinde.Aslında o mantıkta bakarsak, Batı’dan bakan da onu “köylü” görüyor. Sana “köylü” olarak bakan birisini de, bir Fransız, “köylü” olarak görüyor. Nasıl davranıyorsa, öyle davranılmaya müstahak.
En son olarak, sinemayla uğraşmak isteyenlere ne tavsiye edersin?
Yeni başlayanlar için ne tavsiye edersin? Eline küçük bir kamera al, sokağa çık. İnanılmaz zenginlikte, rengârenk camlar, çerçeveler, boyalar, yeşil, orman vesaire her şeyi koymuş Allah önümüze; yaşıyoruz işte.
Önce kısa film… Benim anlatacak bir derdim var. Derdi olmayan adamın sinemayla işi olmaz. Derdin olacak, sıkıntın olacak. Bir karın ağrın olacak.
Sinema üzerinde para kazanmak, karın ağrısı oluyor.
Ortalığı kirletmesinler.
Paylaş
Tavsiye Et