İSLAM ve Batı literatüründe bireyin konumunu analiz ederken, bireyin algı dünyasının biçimlenişini birçok farklı düzlemde karşılaştırmalı okumak gerekmektedir. Tarih, medeniyet ve kültür kavramlarının temelde insanî oluşu dolayısıyla İslam coğrafyasında bu parametrelerin rollerini ortaya çıkarmak elzemdir. Hem İslam, hem de Batı medeniyeti kutsala dayanır; örneğin Eski Ahit’in Batı medeniyetindeki kökleri yadsınamaz. Yine Batı edebiyatının izleklerinde dinî referanslara rastlamak çok olağandır. Zira edebiyat da kültürel bir coğrafyanın ürünüdür. Aynı şekilde İslam coğrafyasındaki metinler de analiz edildiklerinde “tamamlanmış bir proje” izlenimi verirler. Ancak Batı dünyasının her döneminde gündelik hayattan sanata kadar uzanan bir kültür eğrisine karşın, İslam dünyasında pek de iç açıcı bir tabloyla karşılaşmamız mümkün görünmemektedir.
İslam ve Batı literatürlerini incelerken canon kavramının içeriği ön plana çıkar. Canon, kısaca herhangi bir literatürün olmazsa olmazları anlamına gelir. Canonize etmek tabiri son yıllarda sıklıkla karşımıza çıkmaktadır. Esas olarak dinî bir kavram olan sözcük, aslında Arapçadır ve ‘hukuk’ anlamına gelir. Batı literatürünün canonları dendiğinde İlyada’dan Ulysses’e kadar en az yüz temel eser saymak mümkündür. Aynı şekilde siyasette canon, felsefede canonlar gibi farklı disiplinlerde de kültür atlası çizmek mümkündür. Tabii, canonları belirleyenin de iktidarlar olduğunu unutmamak gerekir. Bu durum zaman içerisinde “hangi canon?” sorusunu da akla getirir. Bu kadar çok disiplin içerisinde bu kadar çok canon varken; “İslam medeniyet tarihinde hangi eserler canon olabilir?” sorusu ne yazık ki üzerinde yeterince düşünülmemiş bir sorudur. Kaldı ki mevcut -bilinen, rapor edilen- eserlerden bile bir canonlar kümesi oluşturmakta aciz kalınmıştır.
Klasik kültürümüzü tanımadan yenilik yapmak, düşünsel alanda bir sıçrama yapmak mümkün değildir. Bugünün düşünce dünyasında görülen açmazlar, klasik kültürün bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. Medeniyet ve kültür, süreç içerisinde yeni formlara bürünür ve eklektik olarak devam ederler. Ancak kültürel haritayı tamamlayamadığınız sürece medeniyette hiçbir ‘inşa’ sürecinden bahsedemezsiniz.
İslam medeniyetiyle ilgili sınırlı çalışmalarla bir fotoğraf çizildiğinde, bu fotoğrafın oldukça flu ve karelerin pek çoğunun eksik olduğu görülür. Lamia ve İsmail Raci Faruki’nin İslam Kültür Atlası bu bağlamda anılabilecek en ciddi eserdir. Faruki bu çalışmasında İslam medeniyetinin uçlarına uzanır; İslam sanatlarını tanımlayıcı bir bağlamda ele alır. Buna karşın bu çalışmada çok geniş bir sahanın tarandığını söylemek de güçtür. Ancak kaynakların taranarak İslam literatürüne kazandırılması ve analitik değerlendirme ve akademik çalışmalarla bu kaynakların gündeme gelmesi, eksik kalan bu resmi tamamlayabilir.
İslam tarihinin bize ne kadar yansıdığı ve betimleyici bir tarih algımızın neden olmadığı sorusu ise hâlâ ciddiyetini korumaktadır. Kronolojik tarih anlayışının pek de muteber sayılmadığı bir dönemde, gazalar ve savaşlar tarihi okumak bugünün okuruna ne kazandırabilir? Günümüzde artık kahramanlık hikâyeleri ve tarihi yüceltmekten ziyade, betimleyici ve analitik yaklaşımlar merak celp etmektedir. Peygamberin, sahabelerin gündelik yaşamlarına ne zaman ihtiyaç duyduğumuz sorusu da bizi acı bir gerçekle karşı karşıya bırakır: İslam toplumlarında tarih -özellikle asr-ı saadet- hep fıkhın bir nesnesi olmuştur. Tarih, yargılara ulaşmak için kullanılmıştır. Tarih için bir tarihimiz ise olmamıştır ne yazık ki! Tarihin kurucuları da bir biçimde fıkıh erkinin etkisinde oldukları için, kültürel bir perspektifi net olarak çizmekte zorlanırız. Trajik olayların resmedilmesi de bir fıkıh sorunudur. Siyaset ve kültürün barışık olduğu dönemlerde müthiş atılımlar gerçekleşmiştir. Hatta etki alanı Batı dünyasının dönüşümünde rol alacak kadar ileri düzeyde olmuştur.
Batı Rönesansı’nın bireyci yaklaşımında İslam kültürünün payı yadsınamaz. Arap şiirinden felfesî yaklaşımlara kadar Batı literatürünün kök filizlerini Ortaçağ İslam coğrafyasında taradığınızda, muazzam derecede işlevsel bir kültürel birikimin izlerine rastlamak mümkündür. Ancak tamamını hâlâ göremediğimiz söz konusu dönüştürücü kültür nüvelerinin indeksi bile heyecan vericidir. El-Nedim’in Fihrist’i bu açıdan medeniyete kapı aralar. Fihrist’te olup da kayıp olan nice eser bugün belki de bizim kültürel dinamiklerimizin altyapısında önemli rol oynamaktadır.
İbn Bacce’nin Tedbir’ül-Mutevahhid adlı eseri, birey algısının temellendirilmesi açısından bugün bile hâlâ önemini korumaktadır. Bireyin inşa problemini zihin açıcı bir yaklaşımla ele alan İbn Bacce, tamamlanmamış eserinde tek başına kalan bireyin, kendi dinamikleriyle nasıl yaşaması gerektiğine dair teorik bir çerçeve çizer. Ütopik olduğu kadar gerçekçi dayanakları olan eserde, irfan, ilim ve dünya bağlamında birey ve ötekilik durumlarına değinir. İbn Bacce, Mutevahhid’i şöyle tanımlamaktadır: “O, mükemmel davranışları tek başına sergileyen kişidir. Nihaî menziline erişip kozmik akıl hassalarını içeren şemaya ulaştığında, aynı zamanda onlarla birleşmiş olur ve artık onun için ulvî/ulûhî tabirini kullanmak yerindedir. Bu safhada, bir yandan ölümlü duyuların, diğer yandan da ruh âlemine ait özelliklerin tutsaklığından kurtulmuş olur. Biz bu adam için ilâhî desek yeridir.” Eser, bireyin toplumdan kaçışını, hikmete yönelimini konu alır. Kentli münzevî bir birey portresi hatta bir prototip çizer; ki daha sonra İslam felsefesinde birey merkezli ütopik risâleler yazılacaktır. Yahudi Filozof İbn Meymunî’den İbn Sina’ya kadar toplumdan münzeviliğe doğru kaçış eğilimi görülmektedir.
İslam medeniyetinin genel hatları çizildiğinde felsefeden sanata, edebiyattan bilime kadar Müslüman filozofların/düşünürlerin kültürel üretimdeki kaygıları daha açık seçik anlaşılır. Fotoğrafını görmediğimiz medeniyetin debisini değil, olsa olsa yüzeyinin uçlarını görme imkanımız olacaktır. Rönesans öncesi İslam coğrafyasında devam eden ilmî faaliyetlerde bireyin kavrayışının, duyarlılığının ne denli ön plana çıktığını canon eserlerimiz yeterince gösteriyor.
Paylaş
Tavsiye Et