Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (June 2006) > Topluyorum > Şemdinli, Hakkari; ötesi yok gari!
Topluyorum
Şemdinli, Hakkari; ötesi yok gari!

 

Arkadaşlar, son zamanların en yüklü gündemi ile karşı karşıyayız. Şemdinli olaylarından, Leyla Şahin davası ve Genel Kurmay Başkanı’nın görev süresinin uzatılması tartışmalarına, Fransa’daki halk ayaklanmasından BM’nin Hariri soruşturmasına ve Azerbaycan seçimlerine kadar bir dizi olay bizi bekliyor. Üstelik bu gelişmelerin çoğu buz dağının görünen kısmı gibi. Hangisini ele alsak saatlerce üzerine konuşabiliriz. Ayrıca bu ay dosya yerine AK Parti hükümetinin üç yılını konu alan özel bir bölüm hazırladık. Onun için de, geçtiğimiz ay başladığımız AK Parti hükümetinin değerlendirilmesine bu ay da devam edelim istiyorum.
Tarihçiler 20. yüzyılı ‘tarihin hızlandığı’ yüzyıl olarak görürler. Önceleri birkaç nesle yayılan değişimler ve dönüşümler şimdi birkaç yıl içinde olup bitiyor. Bu kadar büyük değişimleri bu kadar kısa dönemde yoğun bir biçimde yaşamak doğrusu beni çok endişelendiriyor.
Endişelenmekte sonuna kadar haklısın, ama elimizde tarihi yavaşlatacak bir kumanda yok maalesef. Tek yapabileceğimiz olayların sıhhatli bir tahlilini yapmak ve bu yoğun gündem içerisinde kaybolmamaya çalışmak.
Bunun için de hemen başlayalım isterseniz. Bence bu ayın bizim açımızdan en önemli olayı Şemdinli’de yaşananlar. Şemdinli’de ne olduğunu uzun uzun anlatmaya gerek yok herhalde. Bir kitapevi bombalanır. Olayda bir kişi ölür. Ancak olayın faillerinin güvenlik güçleri olduğu anlaşılınca halk galeyana gelir. Olay kriminal olmanın ötesinde, siyasî bir hüviyete bürünür ve tüm Türkiye’yi içine çeken bir tartışmaya dönüşür.
Tabi, Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt’ın olaya karışanlardan birini (Ali Kayalı’yı) kolluyormuş izlenimi veren beyanları da olayın garabetini artırır.
Şemdinli’nin yanı sıra olaylar Hakkâri ve Yüksekova’ya da yayıldı. Bildiğiniz gibi Hakkâri, Yüksekova ve Şemdinli üçgeni eskiden beri uyuşturucu trafiğinin en yoğun yaşandığı bölge olarak bilinir. Ayrıca o gün o kitapçıda patlayan bomba bölgede patlayan tek bomba da değildi. Yakın zamanda bu coğrafyada on beşin üzerinde bombalama eylemi gerçekleştirildi ve bunların çoğunun faili meçhuldü.
Olayın işleniş tarzından tutun da olayda kullanılan araca kadar her şey çok garip geliyor bana. Yani bir iş bu kadar alenen yapılır herhalde. Burada iki ihtimal var bence. Ya eylemi gerçekleştirenlerin karşısındaki bir güç (bu PKK da olabilir) eylemden haberdardı ve armut toplar gibi eylemcileri yakaladı ve işi açığa çıkardı. Ki söylenenlere göre gelişmeleri Roj TV başından sonuna kadar yayımlamış. Yani en başından beri orada hazır ve nazır bekliyormuş. Ya da zaten eylemi gerçekleştirenler işin açığa çıkmasını istiyorlardı, o yüzden bu kadar göstere göstere yaptılar yapacaklarını. Eğer ikincisi doğru ise o zaman iş zannettiğimizden çok daha derin.
Bence de ikinci ihtimal üzerinde biraz durulmalı. Şimdi, önümüzdeki on beş, on altı ay özelde hükümet ve genelde de tüm Türkiye için çok önemli bir dönem. Zira bu dönemin sonunda, yani 2007 Mayısında cumhurbaşkanlığı seçimi var. Eğer cumhurbaşkanını mevcut parlamento seçerse, hükümete yakın birinin Çankaya’ya çıkması çok muhtemel. Cumhurbaşkanlığı ise, Anayasa Mahkemesi ve Yüksek Öğretim Kurumu gibi diğer birkaç kurumla birlikte Türkiye’de merkezin çevre üzerinde kurduğu tahakkümün en önemli aracı. Yani Cumhurbaşkanlığı çevrenin seçkinlerine geçtiği takdirde, seçkinci bürokrasi çok önemli bir mevziiyi kaybedecek demektir.
Bunda Şemdinli’deki kitapçının ne suçu var peki?
Mesele Şemdinli ya da Yüksekova meselesi değil. Mesele hükümetin elini zayıflatacak bir kargaşa ortamının oluşması. AB süreci ve ABD’nin Irak işgali gibi dışsal nedenlerle zaten bu Kürt meselesi oldukça hararetlenmişti. Amaç bunu biraz daha kaşıyıp, Güneydoğu’yu hareketlendirip, hükümeti çaresiz bırakmak olabilir.
İyi de kaşınan mesele öyle tehlikeli bir mesele ki, bu yaradan akacak kan tüm bedeni helak edebilir. Yani bu işin sonunda uğruna kavga edilen cumhurbaşkanının başına getirilebileceği bir cumhur bile kalmayabilir.
Tabi yine olayların zahirine bakarak böyle bir değerlendirme yapıyorsun. Kürt meselesinde şu ana kadar yaşadığımız tüm olayların kontrol dahilinde yaşanmış olması ihtimalini göz ardı ediyorsun. Doğrusu ben biraz komplocuyum bu konuda. Yani bence ‘Kürt sorunu’ işin aslından habersiz insanların sorunu. Bu işin iç yüzünü bilenler için böyle bir sorun yok.
Tıpkı 80 öncesi sokak çatışmaları gibi yani? O zaman da işin aslından bihaber insanlar tüm Türkiye’nin yanıp kül olacağından endişe ediyorlardı. Ama ne oldu? Birileri gayelerine ulaşınca, olaylar bıçakla kesilir gibi son buldu.
Olayın karışık ve derin olduğu her halinden belli. Söylediklerinizde doğruluk payı yoktur diyemem. Ancak somut veriler olmadan yapılacak her akıl yürütme spekülasyondan öteye gitmez. Ben bu konuda karar vermekte acele edilmemesi gerektiği kanaatindeyim. Bununla birlikte ortada bazı gerçekler var. Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kuruldu gibi bir şey. Suriye’nin Irak’a dönüşmesi an meselesi. Özellikle BM’nin Hariri raporundan sonra Suriye köşeye sıkışmış görünüyor. BM Güvenlik Konseyi de iş birliği yapmaması halinde Suriye’ye yaptırım uygulama kararı aldı.
Nitekim Suriye de, raporda adı geçen Suriyeli üst düzey yetkililerin Viyana’daki BM merkezinde sorgulanmasını kabul etti.
PKK ile Irak’taki Kürt yönetimi sence ortak mı hareket ediyorlar? Benim gördüğüm kadarıyla Barzani ve Talabani PKK’ya bir rakip gözü ile bakıyorlar. Sence PKK’ya orada bir alan açarlar mı?
Bence şu anda bölgedeki Kürtlerin bir lideri varsa o da Barzani’dir. Talabani Irak’ın cumhurbaşkanı olmakla Kürtler üzerindeki temsil kabiliyetini yitirdi. Zaten yapı itibariyle de kişisel kazanımlarını önceleyen, pragmatik bir tip Talabani. Apo ise cezaevinde. Bizde bazıları Apo’nun niçin bize teslim edildiğini sorup duruyordu. Aslında bu çok açık. Maksat Barzani’nin, Türkiye’ye doğru önünü açmaktı. Tabii ki Apo’yu bize teslim edenler, Irak’ın bu hale geleceğini daha o zamandan hesap edebiliyorlardı.
Haklısın galiba. Barzani’nin Kuzey Irak’ta düzenli ordu kurmaya çalıştığı yönünde haberler geliyor. Hatta bunun için orduya katılan Kürt gençlerine 1200 ila 1700 dolar arası maaş veriyormuş. Türkiye’den de epey gencin oraya gittiği söyleniyor.
Barzani bir de üniversite kuruyor Kuzey Irak’ta. Türkiye’den de gelen Kürt öğrencilere burs veriyor.
Türkiye’nin Talabani ile pazarlık yaptığı yönünde haberler yer aldı gazetelerde. PKK’ya karşı işbirliği yapması karşılığında Türkiye Talabani’nin partisine para yardımı yapacakmış. Aynı pazarlığı Barzani ile de yapmak istemiş Türkiye, ama o kabul etmemiş galiba.
Etmez tabi. Biz beğenelim ya da beğenmeyelim PKK ve Apo, Kürt halkı içinde küçümsenemeyecek bir etkiye sahip. Eğer Barzani tüm Kürt halkını temsil etmeyi düşünüyorsa PKK’ya sempati besleyen kesimleri küstürecek bir adım atmaz elbette. Ayrıca Apo cezaevinde olduğu sürece Barzani’nin PKK’dan çekinmesini gerektirecek bir şey yok. Hem kuracağı orduda yer alacak askerlere ödediği paralara bakılırsa Barzani’nin pek paraya da ihtiyacı yok gibi.
Birkaç hafta önce Barzani önce Beyaz Saray’da ABD Başkanı George Bush ile sonra da Londra’da İngiltere Başbakanı Tony Blair ile görüştü. Hatta ABD’ye Barzani Amerika’nın tahsis ettiği bir uçakla gitti. Yani Bush ve Blair, Barzani’yi Kürtlerin meşru temsilcisi olarak kabul ettiklerini tüm dünyaya ilan ettiler. Başka bir deyişle de, başta Türkiye olmak üzere komşu ülkelere Barzani’nin arkasında oldukları mesajını veriyorlar.
Hani daha önceki TopluYORUM’larımızda Apo’nun cezaevinden PKK’yı yönettiğine dair iddiaları değerlendirmiştik. Belki de derin devletimiz tüm bunları hesap ederek Apo’nun PKK’yı yarım yamalak da olsa cezaevinden idare etmesine izin veriyordur. Yani meydan tamamen Barzani’ye kalmasın diye Apo’ya sınırlı bir alan açmaya devam ediyordur Türkiye.
Talabani’nin etkisi Kuzey Irak’ın İran sınırına yakın bölgelerinde. Dolayısıyla Talabani’nin gözü Türkiye Kürtlerinde değil. Bunun için Talabani’nin PKK’ya karşı Türkiye ile anlaşması normal bence.
Pek âdetim değildir ama hadi bir komplo da ben kurayım burada. Türkiye tüm bu gelişmeleri izliyor, hem de kaygıyla. Ama her şeyin bir sınırı var, değil mi? Yani öyle bir zaman gelecek ki Türkiye yeter artık deyip, işi sert bir şekilde bastıracak. Bunu yapabilmesi için de ortalığın biraz daha karışması, Türkiye’nin sert müdahalesinin meşruiyet zemininin oluşması lazım. Tüm bu Şemdinli, Yüksekova olayları falan… Hepsi ortalığın biraz daha karışması için yapılıyor olamaz mı?
Olabilir tabi, ama biraz önce dendiği gibi bu da bir spekülasyon. Ben başka bir şeye dikkat çekmek istiyorum. Farkındaysanız bir süredir ne Almanya’nın ne de Fransa’nın Türkiye’deki Kürt meselesine dair sesi çıkmaz oldu. Neden acaba?
Neden olacak, Kürtlük kozunu şu anda Amerika oynuyor. Aynı kartı aynı anda farklı aktörlerin oynaması pek makul değil zaten. Amerika’nın Suriye üzerindeki hesapları daha devam ediyor. Suriye’yi vurmak için ise kesinlikle Türkiye’nin yardımına ve rızasına ihtiyacı var. Bu yardımı ve rızayı alıncaya kadar da Amerika, Kürt kartını elinde tutmaya devam edecektir. Barzani’nin ABD ve İngiltere gezileri bence hep bununla alakalı. Bu kart Amerika’nın elinde durduğu müddetçe de Fransa ve Almanya masadan uzak durmak zorunda kalacaklar.
Bundan beş sene önce olsaydı, Barzani’nin önce Fransa ve Almanya’yı ziyaret etmesi beklenirdi. Çünkü Fransa ve Almanya bölgede Kürtlerin hamisi idiler. Türkiye ise bölgedeki Amerikancı ülkeydi. O zamanlar Avrupa Türkiye’nin daha az Amerikancı, daha fazla Avrupacı olması için Kürtleri kullanıyordu. Şimdi ise Amerika Türkiye’nin daha az Avrupacı, daha fazla Amerikancı olması için aynı Kürtleri kullanıyor.
Belki de bu yüzden, yani Kürt kozu elinden gittiği için Avrupalılar Ermeni kozunu kullanmaya başladılar. Yani bunların derdi ne Ermeniler ne de Kürtler. Tüm dertleri Türkiye’yi köşeye sıkıştırıp ondan koparabileceklerinin azamisini koparabilmek.
Madem söz Avrupa’ya geldi, buradan devam edelim. Fransa’daki olayları nasıl değerlendiriyorsunuz? Geceleri ortaya çıkıp arabaları ateşe veren gençler kim? Ne istiyorlar?
Bu gençler, 1950’lerde özellikle sanayi sektöründe Fransa’nın ihtiyacı olan ucuz işgücünü temin eden ve başta Kuzey Afrika ülkeleri olmak üzere pek çok üçüncü dünya ülkesinden Fransa’ya gelen göçmen işçilerin çocukları ve torunları. Fransız vatandaşı olmalarına rağmen sürekli olarak toplumdan dışlanmış, gettolarda ya da varoşlarda yaşamaya zorlanmış kayıp nesiller.
Bunları az çok herkes biliyor. Benim merak ettiğim, neden şimdi böyle bir patlama yaşanıyor?
Bunun nedeni tüm Avrupa’yı saran işsizlik ve bundan daha da önemlisi ümitsizlik. Uzunca bir süredir Avrupa ekonomileri hiç bu kadar kötü olmamıştı. 1970’lerin, 80’lerin müreffeh Avrupası artık sadece bir rüya. Ekonomideki kötüye gidiş de ilk önce Günter Wallraf’ın tabiriyle “en alttakiler”i vuruyor. Elbette ki bu kötüye gidiş dalga dalga üst kesimlere de ulaşacaktır.
Ümitsizlik dendi ya. Bence bu çok önemli. Yani işsizlik var, tamam. Ama bu işsizliğe bir çözüm bulunabileceğine dair herhangi bir ışık yok. Yani sistem tıkandı. Artık Avrupa’da vasıfsız elemana iş yok. Bu gençlerde de vasıf yok. Daha doğrusu, bu gençlere vasıf kazandırılmamış. İşte gençliği patlatan şey bu bence.
Aslında süreçler dikkatle izlenirse Avrupa’da vasıflı elemana bile iş kalmayacak bu gidişle. Artık Hindistan ve kısmen Çin vasıflı elemanların işlerini de ellerinden almaya başladılar. Amerika’da ya da İngiltere’de bir bilgisayar mühendisinin yaptığı işi Hindistanlı ya da Çinli bir mühendis dörtte bir ücrete yapabiliyor. ‘Outsourcing’ denen süreç Amerika ve Avrupa’da vasıflı elemanların da ocağına incir ağacı dikecek yakında.
Bu gençler beni mazur görür inşallah, ama bazen ‘oh olmuş’ diyesim geliyor Fransa’ya. Yani daha düne kadar adamlar Güneydoğu Anadolu’yu yolgeçen hanına çevirmişlerdi. Bir Kürdün dişi ağrısa, Bayan Mitterand bunu Türkiye’deki baskı ve dayatmaya bağlardı. Ama ne oldu? Bugün Fransa geceleri sokağa çıkma yasağı uyguluyor. Eee, ne demişler, alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste.
İşin daha ilginç yönü, bu durumun Fransa ile sınırlı olmaması. Yani aynı durum Almanya için de geçerli, Hollanda ve Belçika için de. Bakalım Avrupa bu derdi nasıl çözecek. Neyse, zaman ilerliyor. Burada ben sözü AK Parti hükümetine getirmek istiyorum. Geçen ay biraz konuşmuştuk bu konuyu hatırlarsanız. İsterseniz oradan devam edelim.
Şemdinli’deki olaylar patlak verince hükümet hiç vakit kaybetmeden hemen tavır koydu. İşin sonuna kadar takip edileceğini söyledi. Tayyip Bey ilgili bakanlarla Şemdinli’ye gitti. Kararlılık gösterisi yaptı. Tabi, bunda Susurluk tecrübesinin rolü büyük. Anlayabildiğim kadarıyla hükümetin bu tavrı kamuoyunda büyük destek gördü.
Son günlerde ulema, başörtüsü ve bazı belediyelerin uygulamaya koyduğu içki yasağı tartışmalarıyla hükümet üzerinde bir baskı oluşturma kampanyası seziyorum ben. Hatta son derece sönük ve heyecansız geçen CHP kurultayının neredeyse yegâne konusu laikliğe yapılan vurguydu. Ne diyorsunuz bu konuda?
Ben bu tür laiklik vurgusuyla bir yere varılabileceğini zannetmiyorum. Hatta son ulema tartışmasının hükümetin lehine olduğunu düşünüyorum. Biliyorsunuz AK Parti’yi iktidara getiren şey 28 Şubat sürecinin yaratmış olduğu hınçtı. Dolayısıyla Sol-Kemalizm’in laikçiliği ve hükümete bu noktadan yaptığı her eleştiri halk nezdinde AK Parti’nin elini güçlendiriyor.
AK Parti hükümeti pek çok konuda son derece başarılı oldu. Kelimenin tam manası ile ekonomide bir enkaz devraldı ve bu zor durumdan çıkmayı başardı. Dış politikada ise son zamanların en iyi performansını sergiledi. Bunları inkâr etmek, bence insafsızlık. Ama ben biraz daha farklı bir açıdan bakmak istiyorum meseleye. AK Parti belli şeyleri gözeterek, bir dil tutturmuş gidiyor. Bir yandan tabanına hâlâ onunla beraber olduğu izlenimi veriyor. Nitekim kendisini muhafazakâr olarak tanımlamasının tek nedeni bu. Kitaplarda nasıl tanımlanırsa tanımlansın, muhafazakârlık Türkiye’de dindarlık olarak anlaşılıyor. Diğer yandan sistemik çevrelere ben sizin korktuğunuz kadar değilim diyor. Bunun için de muhafazakârlığın sonuna demokratlığı ekliyor. Tabi, Türkiye’de demokratlık da sistemle barışık olma durumunu ifade ediyor.
Yani hem İsa’yı ve hem de Musa’yı idare ediyor?
Öyle de diyebilirsin. Daha ilginç bir şey daha söyleyeyim. AK Parti’nin arkasındaki halk desteği hâlâ sürüyor, çünkü halk Tayyip Bey’in ve ekibinin takiyye yaptığına inanıyor. Yani merkezî güçler Tayyip Bey’i kötülemek için onun takiyye yaptığını iddia ederken, halk da AK Parti’ye olan desteğini sürdürmek için Tayyip Bey’in takiyye yaptığına inanmak istiyor. Aslında ben bunu anlamakta biraz zorlanıyorum. Yani AK Parti hiçbir zaman tabanının bu beklentilerini (başörtüsü ve imam-hatip) karşılayacakmış gibi bir tutum içerisine girmedi. Bu tür konuları muğlak ifadelerle geçiştirdi. Kurumsal veya toplumsal mutabakat oluştuğu takdirde çözerim dedi. AB sürecinin sağlayacağı açılımla birlikte bu konuları ele alacağını ima etti. Ama işte üç yıl bitti. Meclisteki sandalye sayısı gün geçtikçe azalıyor. Buna rağmen AK Parti bu alanlarda hiçbir somut adım atmadı.
Bir de şöyle düşün. Cumhurbaşkanlığı seçimine iki yıldan az bir süre kaldı. Ve AK Parti fazla bir fire vermeden ve istikrarı muhafaza ederek bu seçimi mevcut parlamento ile yapabilirse bu bahsettiğin pek çok problem kendiliğinden çözülecektir. Bence aklıselim, AK Parti’nin biraz daha sabretmesini gerektirir. Yani toplumu germeden, acil çözüm bekleyen diğer sorunlara öncelik vererek geri kalan bu bir buçuk seneyi iyi değerlendirmek hükümetin yapabileceği en doğru iştir.
Bu söylediklerin son derece makul. Ama benim demek istediğim başka bir şey. İşin doğrusu ta en başından beri ben bu hükümetin ne başörtüsü ne de imam-hatip meselesini çözebileceğini düşünmedim. Yani mantıklı ve gerçekçi olmak lazım. Bu sorunları çözemediği ya da çözmediği için de hükümeti suçluyor değilim. Benim yanlış gördüğüm şey, hükümetin bunu bildiği halde açıkça izhar etmemesi. Hatta tam aksine, bilmezlikten gelmesi.
Yani hükümetin Sülün Osman ticareti yaptığını mı söylüyorsun?
Aynen öyle. Olmayan bir şeyi satmaya çalışıyor hükümet. AK Parti iktidarı başörtüsü ve imam-hatip meselesini çözmüyor. Ben bu meseleleri çözemem ve çözmeyeceğim de demiyor. Tam aksine her fırsatta bu meselenin arkasında olduğunu, fırsat kolladığını, gerekli çalışmaları yaptığını ima edip duruyor. Bir tür popülizm yapıyor. Dün Demirel nasıl anahtar dağıtıyor idiyse, bugün AK Parti hükümeti de ümit dağıtıyor.
AK Parti’nin hem İsa’yı hem de Musa’yı kandırdığı söylendi biraz önce. Sence hangisini daha fazla kandırıyor hükümet?
Bence kendisine oy verenleri daha fazla kandırıyor. Oy verenler ortada bir sanal sözleşme olduğunu varsayıyor. Beni asıl endişelendiren şey, halkın siyasetten tamamen ümidini kesmesi. Yani bu süreç böyle devam ederse, bir müddet sonra yalancı çoban misali bu taban siyasî sürece tamamen yabancılaşacaktır.
Doğrusu ben bu noktada biraz şüpheliyim. Yani AK Parti tabanının, en azından büyük kesiminin, hükümetten bu tür problemleri çözme gibi bir beklentisi olduğunu düşünmüyorum. AK Parti’ye oy verenlerin bir kısmı geçim derdi ile boğuşuyor, diğer bir kısmı ise zengin olmanın peşinde. Dolayısıyla AK Parti’nin de bu konuda çok yanlış yaptığını düşünüyorum. Yani hükümet elma isteyen müşteriye portakal satmaya çalışıyor gibime geliyor. Onda da, dediğin gibi, olmayan portakalları pazarlıyor.
Belki AK Parti hükümeti pek bilincinde değil, ama bir on yıl sonra sonuçları daha net bir şekilde görülecek bir süreci yönetiyor ve yönlendiriyor. AK Parti hükümeti, daha önce 28 Şubat sürecinde yabancılaşan, küstürülen halkı sistemle barıştırdı. Bu AK Parti’ye mahsus bir özellik değil elbette. Aynı işlevi AP ve ANAP da görmüştü. Ancak Demirel’in ve Özal’ın kullanmaktan çekindiği seküler, pragmatist ve neo-liberal bir dili kullanmakta beis görmüyor AK Parti. Söylemin ötesinde hükümetin fiilen de bu yönde daha önce hiç atılmamış adımları attığını görüyorum ben. Yani İslamcı kesim kapitalizmle, Avrupa ile, Amerika ile, realpolitik ile barıştırılıyor. Bu süreç kendi felsefesini ve filozofunu üretmeye başladı bile. 1990 ile 1997 arasında İslamcı entelektüellerin tartıştıkları konulara ve tartışma üslubuna bir bakın. Bunu aynı entelektüellerin bugünkü söylemleri ile mukayese edin. Arada dağlar kadar fark var. Ben 1990’larda yazılanları yüceltiyor değilim. Tam aksine bunların oturulup uzun uzadıya eleştirilmesinden yanayım. Ama bence şizofrenik olan durum, aynı zihinlerin bu kadar kısa süre içinde bu kadar radikal bir değişimi yaşamaları. Doğrusu bu pek sağlıklı bir durum değil.
Ama zaten Türkiye tarihi boyunca modernleşmenin, küreselleşmenin veya liberalleşmenin bayraktarlığını hep muhafazakâr hükümetler yapmadı mı? Bu ülkenin Amerika ile ilişkilerinin en iyi olduğu dönemler Menderes ve Özal dönemleri değil miydi?
Ben de doğrusu böyle düşünüyorum. Yine komplocu olarak ben bazı derin ve uzak güçlerin Türkiye’yi modernleştirme, yani daha fazla sekülerleştirme ve liberalleştirme rolünü çok iyi oynayacağını bildikleri için AK Parti’yi destekledikleri kanaatindeyim. Siyasetçiler bunun farkında olmayabilir. Ancak entelektüellerin bu konuda sessiz kalmalarını affetmek zor. Söz söylemesi gereken İslamcı entelektüeller milletvekili gibi konuşur oldular.
Aslında bu konuyu daha çok tartışabiliriz. Ancak son olarak başörtüsü meselesine gelmek istiyorum. Vaktimiz kalmadığı için, lütfen birkaç cümle ile bu konuda ne durumda olduğumuzu söyleyebilir misiniz?
Ben İslamcıların başörtüsü meselesini yanlış bir zeminde ele aldıklarını düşünüyorum. Ve bunu sadece AİHM’de açılan dava ile de sınırlandırmamak gerek. İslamcılar başörtüsünü insan hak ve özgürlükleri zemininde savunmayı tercih ettiler. Ancak insan hak ve özgürlüklerinin evrensel olmayıp, aslında özel bir ‘insan’ tasavvuruna dayandığını göz ardı ettiler. Oysaki her bir dünya görüşünün ‘insan’ tasavvuru farklıdır. Dolayısıyla her bir dünya görüşünün insan hakkı ve özgürlüğü anlayışı da farklıdır. Bizim için hak olan bir şey başka dünya görüşüne sahip biri için hak olmayabilir. Nitekim AİHM kararı bunun böyle olduğunu gösteriyor. İkincisi, insan hak ve özgürlükleri aslında liberalizmin bir ürünü. İslamcılar olarak liberalizmin diğer kabullerini reddedip, işimize gelen bu kabulünü savunmamızın merkezine almamız ciddiyetimizi de zedeledi diye düşünüyorum.
Peki sence ne yapılmalıydı?
Bence İslamcılar başörtüsünü bir insan hakkı olduğu için değil, İslam’ın bir emri olduğu için savunduklarını açıkça ifade etmeliydiler. Belki bu kısa vadede fazla açılım sağlamazdı İslamcılara. Ama en azından uzun vadede kendileri ile çelişmezlerdi.
İş işten geçtikten sonra konuşmak kolay tabi. Ama belki de sen haklısın. Özü ve sözü bir olan uzun vadede hep kazanır. Diyelim ve bitirelim.

Paylaş Tavsiye Et