Çin Basını
Çeviri: Hale Eroğlu
Doğal gazda dünya rezervlerinin %16’sına, petrolde ise %10’una sahip olan İran, bugün dünyanın dördüncü büyük petrol üreticisi konumunda. Teorik olarak İran, petrolü bir silah olarak kullanabilir, hatta Hürmüz Boğaz’ını uluslararası tehditlere karşı kilitleyebilir; ancak pratikte böylesi bir meydan okumaya kalkışamaz. 2005 mali yılında, İran’ın petrol ihracatından elde ettiği net 55 milyar dolarlık gelir, gayrisafi yurtiçi hâsılasının dörtte birini, ihracat gelirlerinin ve devlet harcamalarının %80’ini teşkil ediyor. Bu durumda petrolü silah olarak kullandığı takdirde İran, ekonomik ve politik anlamda çok büyük bir bedel ödeyecektir. Ayrıca, petrol silahının kullanılması hâlihazırda çok güçlü saldırı ve savunma silahlarına sahip Batı’ya değil, gelişmekte olan ülkelere zarar verecektir. İran ile gitgide derinleşen işbirliği göz önünde tutulursa, Çin için çok daha büyük riskler söz konusudur.
İran ile Çin arasındaki diplomatik bağın kurulduğu ilk yıllarda, ABD ile olan ilişkilerini de gözetmek zorunda olan Çin, İran’la oldukça gelgitli bir ilişkiye sahipti. Bu gidişatı değiştiren ise, 1999 yılında NATO’nun Çin elçiliğini bombalaması ve Çin’in 2002 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) katılması oldu. DTÖ’ye giren Çin’in enerji ihtiyacının artması ile ABD kaygısı önceliğini yitirdi. 2002 yılında İran yeni bir kanun ile petrol alanında bazı ülkelere ayrıcalık tanıyacağını açıkladığında, Çin’in de bu avantajı değerlendirmemesi beklenemezdi. 1998’den 2005 yılına kadar, Çin petrol ithalatının %51’i Orta Doğu’dan sağlanmaktaydı. İran’ın payı ise %13,6 idi. Ocak 2006’da ise %75’lik bir artış ile İran, Suudi Arabistan ve Angola’yı aşarak Çin’in bir numaralı petrol tedarikçisi oldu.
Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana Çin, ekonomik ve politik ortak arayan İran’ın bir numaralı seçeneği haline geldi. İran eski Petrol Bakanı Zanganeh, 2004 yılında Çin’in en büyük ortakları olmasını istediklerini beyan ederken; Çin Dışişleri Bakanı Li Zhao Xing İran ziyareti sırasında, Çin’in İran nükleer meselesinin Güvenlik Konseyi’ne taşınmasına karşı çıkacağını duyurdu. 2004’ten bu yana, iki ülke sessizce enerji alanında anlaşmalar imzalamayı sürdürdüler. Zhuhai Zhenrong şirketi İran doğal gaz ihracat şirketi ile 25 yıllığına anlaştı. 2013 yılında iki katına çıkarılmak üzere, 2008 yılından itibaren Çin’in her yıl İran’dan 2,5 milyon tonluk likit doğal gaz alması planlandı. Öte yandan, PetroChina 25 yıl süresince her yıl 10 milyon ton doğal gaz alımı için İran ile anlaşırken, Yadaravan gaz sahalarının geliştirilmesi hakkını da elde etti. Bu anlaşmalarla iki ülkenin ticaret hacmi 20 kat arttı.
Bu enerji anlaşmalarının meyvelerinin toplanıp toplanamayacağı ise ayrı bir tartışma konusu. İmzalanmış 100 milyar dolarlık sözleşmenin hâlâ hayata geçmemiş olması buna açık bir örnek. 2006 Şubat ayında Çin’in UAEK’nın İran’ın nükleer faaliyetlerini Güvenlik Konseyi’ne taşıması teklifini kabul etmesinden sonra, Çin Kalkınma ve Reform Bakanı Ma Kai’in Mart’ta İran’ı ziyaret etme planı iptal edildi. Çin’in İran’dan 250 milyon ton doğal gaz alımı için imzaladığı sözleşme de 2010 yılında ancak hayata geçebilecek.
Sonuç olarak Çin, İran’la yüzden fazla uzun süreli işbirliği anlaşması imzaladı. Yadaravan gaz sahalarının geliştirilmesi projesi uygulamaya konulduğunda Çin, İran’ın petrol alanındaki en büyük yatırımcısı olacaktır. Ancak hem Çin hem de İran’ın ortaklıklarını çeşitlendirerek riski dağıtmayı tercih ettiklerine de dikkat çekmek gerekir. Mesela Çin, Avustralya ile 25 yıllık bir doğal gaz anlaşması imzaladı. Aynı şekilde İran’ın petrol alanında stratejik ittifak arayışı Amerikan Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin petrol şirketini dahi kapsıyor. Bu durumda İran ile Çin arasındaki petrol anlaşmaları, iki tarafın da fayda sağladığı normal seyirli bir ilişkinin göstergesi. Her ne kadar karşılıklı bağımlılık söz konusu ise de, iki taraf da birbirinin alternatifsiz ortağı değil.
Çin’in İran Krizine Tepkisi
İran krizinin bu denli derinleşmesinin en önemli sebeplerinden biri İran’ın devrimciliği ile statüko karşıtı politikalarıdır. Batı’ya göre İran uluslararası camiaya verdiği sözünü tutmadı, nükleer silahları önleme anlaşmasını imzalamasına rağmen uzun süre nükleer çalışmalarını gizledi. UAEK’nın art arda karar çıkarması sonucu İran elindeki bütün sermayeyi harcadı; ancak görünen o ki henüz nükleer silah elde edemedi. İran feveran halinde bir ileri bir geri adım atıyor. Mesela, Moskova’daki altılı görüşmeler sırasında, Ahmedînejad daha önce her seferinde inkar ettiği P2 santrifüj sistemlerini geliştirme planları olduğunu ilan etti. Bu direngen tavrı açıklaması çok güç. Belki İranlı stratejistler yenilmezlik gururunun korunması ile gerçekten uluslararası baskının üstünden gelebileceklerini düşünüyorlardır. Tarihsel olarak bu anlayış, İranlı stratejistlerin İran’ın kapasitesini ve stratejik önemini abartması ve hasımlarının gücünü ve kararlılığını küçümsemesi olarak şekillendi.
Dünya jandarması Sam Amca, İran meselesi ile doğrudan ilgilenirken; coğrafî ve politik alakası nedeniyle Rusya da arenayı terk etmeye niyetli değil. Çin ise, meseleye doğrudan müdahil olacak konumda olmamakla birlikte, İran’ın nükleer meselesiyle ilgili bazı somut ve teknik adımlar atmalı. İran krizinin diplomatik yollarla çözülmesi, İran’ın barışçı nükleer enerji kullanma hakkının teslimi, İran’ın nükleer silah edinmesine muhalefet edilmesi, Rusya ile ortak hareket edilerek krizin derinleşmesinin engellenmesi, İran’a gerekli askerî ekipmanın sağlanması suretiyle güvenliğinin artırılması gibi politikalar güdülmeli. Eğer bütün uzlaşma tekliflerini iki taraf da reddeder ve savaşa gidilirse, Çin şaşkınlığa düşmemeli, ciddi ve detaylı bir muhakeme sonucu kendi uluslararası konumuna karar vermeli ve menfaatleri doğrultusunda hareket etmeli.
Uluslararası sistem, güç temelli bir iktidar sistemidir. 2005 yılında Çin’in Amerika ile olan ticaret fazlası 114 milyar dolar; İran ile olan karşılıklı ticaretin toplam hacmi ise 10 milyar dolar. Çin, Soğuk Savaş’ın son bulduğu yıllarda İran ile nükleer enerjinin barışçıl kullanımı sahasında bir takım sözleşmeler yapmıştı. Bugün ise şüphesiz ekonominin gelişiminin gereği olarak İran petrol ve doğal gazına muhtaçtır. Ama unutmamak gerekir ki İran’ın petrolü olmadan da Çin, ekonomik ilerlemesini eskiden olduğu gibi sürdürecek güce sahiptir. Ancak eğer ABD ile ciddi bir çatışma ortamının içine düşülürse, Çin’in iç ve dış politika hedefleri büyük sorunlarla karşılaşır. Bu açıdan, Çin yüksek sesle İran nükleer krizine müdahil olmaktan kaçınmalı, her iki tarafın argümanını da tam bir mutabakat ile desteklememelidir. Eğer İran, meselenin sağlıklı bir şekilde çözülmesi için somut adımlar atarsa, Çin İran’ın sözcülüğünü yapabilir. Fakat eğer İran nükleer faaliyetlerinde ısrar ederse, sonuçlarına katlanmak durumundadır. BM İran’a yaptırım kararı almak için oylamaya gittiğinde, Çin’in oy hakkını kullanmayıp, çekimser kalması İran’ın elde edebileceği en iyi sonuçtur.
Tavsiye Et
Arap Basını
Çeviri: Hatice Boynukalın Şenkardeşler
ABD’nin Arap dünyasına yönelik demokratik reform taleplerinde son günlerde üç konuda geri adım atması, milyonlarca Arap nezdinde bu ülkeye yönelik güvenilirlik kalıntılarının silinmesine neden oldu.
Bu adımların ilki, Libya ile diplomatik ilişkilerin şartsız olarak tekrar başlatılması kararı idi. İkincisi, Mısır devlet başkanının oğlu Cemal Mübarek’in Mısır tahtına geçme kararının Washington’da kabul edilmesiydi. Sonuncusu ise, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın halen kurulma aşamasında olan Cumhuriyet Muhafızları Projesi’ne destek verilmesi. Bu proje ile seçimlerin demokratik galibi HAMAS hükümetine karşı koyacak ve güçlü bir desteği arkasına alarak bu hükümeti alaşağı edecek, başkanlığa bağlı milis kuvvetlerinin oluşturulması hedefleniyor.
Demokratik reformların gerçekleştirilmesi ve diktatör rejimlerin ortadan kaldırılması konusunda ABD desteğine güvenen Yeni Arap Liberallerinin umutları, ABD-Libya ilişkilerinin yeniden başlatılmasıyla neredeysen tamamen söndü.
Yeni Arap Liberallerini oldukça sıkıntılı günler bekliyor. Zira onlar -ABD desteğine bel bağlayan Libyalı muhalif gruplar örneğinde olduğu gibi- diktatör yönetimlerin taleplerini gerçekleştirmesi durumunda ABD’nin, kendilerini dahi kurban verebileceğini gördüler. Bu çevrelerin güvenilmez güçlü bir devlete bel bağladıkları da böylece ortaya çıkmış oldu.
Yine ABD yönetimi, diktatör bir Arap yönetimini ödüllendirip adını teröre destek veren ülkeler listesinden silerek, bu ülkeyle diplomatik ilişkilerini en üst seviyeye çıkarıyor. Böylelikle İran yönetimine; biyolojik, kimyasal ve nükleer programlarını askıya alan, terörizmle savaşa iştirak eden ülkelerin -bu ülkeler insan hakları ihlallerine ve despotça halkı yönetmeye devam etse dahi- tüm suçlarının bağışlanacağı, hatta Washington’la da dost olabileceği mesajını veriyor.
ABD yönetimi, 50 yıl boyunca destek verdiği ya da hak ihlallerini görmezden geldiği diktatör yönetimlere karşı demokrasiyi ve Yeni Arap Liberallerini, şu üç hedefi gerçekleştirmek için bir baskı aracı olarak kullanıyor: İsrail’in bölgesel bir güç olmasının devamlılığını ve bu ülkeyle ilişkilerin normalleştirilmesini sağlamak. Petrol üretiminin devamlılığını sağlayarak bölgede petrol kaynaklarına ve petrolün uluslararası piyasalara ulaşmasını engelleyecek ve ABD’nin hâkimiyetini tehdit edecek bir bölgesel gücün oluşumuna izin vermemek. ABD’nin bölge üzerindeki projelerine karşı çıkan ılımlı ya da radikal herhangi bir İslamcı hareketin iktidara gelmesini engellemek.
ABD destekli Mısır liberal hareketinin yediği en büyük tokat ise, Cemal Mübarek’in ABD yönetimince en üst diplomatik seviyede ağırlanması ve yoluna kırmızı halılar serilmesidir. Zamanlaması ve sonuçları itibariyle bu ziyaret; yönetimin babadan oğla geçmesi, siyasî çoğulculuğun sağlanması, özgürlüklerin gerçekleşmesi ve ABD’nin olağanüstü halin kaldırılması konusunda Mısır yönetimine baskı yapması yönündeki umutların suya düşmesi anlamına geliyor. Zira bu ziyaret, Mısır’da gittikçe çıkmaza giren bir çözümsüzlük ortamına, yargı ve mensuplarına yönelik çirkin tecavüzlere ve ülkenin temel müessesesine yönelik baskılara karşı çıkmak için düzenlenen gösterilerin yasaklandığı günlere denk düştü.
Cemal Mübarek’in yönetimin demokratik reformlarını anlatmak üzere Washington’a gittiği yönündeki açıklamaları ise hiç de inandırıcı değil. Kahire’nin göbeğinde Orta Doğu’nun neredeyse en iri büyükelçilik binasına ve resmî olarak bilinen merkezlerde görev yapan FBI ve CIA bürolarına sahip olan ABD yönetiminin, gerçekte var olmayan bu reformların anlatılmasına ihtiyacı mı var?
ABD yönetimi, babasına halife olarak biat etmek üzere Cemal Mübarek’i ülkesine kabul etti. Bu kabul sırasında iki ülke arasında politik, güvenlik ve ekonomik talepler üzerinde anlaşmaya varıldı. Yine bölgesel düzenlemeler konusunun yanı sıra, İran’ın nükleer dosyası, Arap-İsrail kavgası ve terörizmle savaş bağlamında Mısır’a biçilen roller üzerinde mutabakata varıldı.
Mısır yönetiminin İsrail’e gaz ihracatını onaylaması, müşterek sanayi bölgeleri oluşturulması ve İsrail’i tanımadıkça HAMAS hükümetini tanımayacağını deklare etmesinin ardından ABD’nin ülkedeki demokratik reform talepleri azaldı. Bu gerileyiş, Müslüman Kardeşler’in Mısır parlamentosundaki sandalyelerin dörtte birini elde etmesi ve HAMAS’ın Filistin’deki seçim başarısından sonra daha da hızlandı.
Yönetimin babadan oğla geçmesinin kabul edilmesi, sadece reformlar konusunda geriye doğru gidiş tehlikesini doğurmuyor. Bu, aynı zamanda, halen yönetimde olan diğer diktatör düzenlere yeşil ışık yakılması ve gerçek demokratik güçlere destek vermekten vazgeçilerek onları bu yönetimlerin baskısına kurban verilmesi anlamına geliyor.
Öte yandan bu yaşananlar, Mısır tecrübesini büyük bir dikkatle izleyen ve sonuçlarını bekleyen Libya ve Yemen gibi ülkeleri de cesaretlendirecektir. Bu ise, bölgede var olan tıkanıklığın ve ABD’ye karşı düşmanlığın daha da artmasına sebep olacaktır. Böylece değişimi talep eden güçlerin aşırı uçlara savrulmasına ve şu iki seçenekten birini tercih etmelerine şahit olacağız: El-Kaide örneğinin peşinden gidilmesi veya Güney Amerika’da Venezüella lideri Chavez’in başını çektiği solcu muhalif güçlerin yolunun tercih edilmesi.
İşgal altındaki Filistin’de birinci seçeneğe doğru hızla yol alınıyor. Bunun engellenmesi için de herhangi bir umudun olduğunu söylemek çok zor. ABD, AB ve eski yönetimin kalıntıları, seçilmiş HAMAS hükümetinin düşürülmesini yüksek sesle dile getiriyorlar. Bu konuda, Filistin halkını aç bırakmayı bir silah olarak kullanmaktan da geri durmuyorlar.
ABD yönetimi açıkça Mahmud Abbas’ı desteklemekten bahsediyor. Avrupa ülkeleri de 55 milyon dolara devlet başkanına bağlı elit milis güçlerini finanse ediyor; bu güçlerin eğitilmesi ve silahlandırılması konusunda planlar yapıyor. Bunun sebebi ise, Filistin direnişçilerinin elindeki silahları almak ve güvenliği sağlamak.
Aşırı akımlar çoğalıyor. Dünya daha az güvenli bir yer olacak artık. El-Kaide her geçen gün daha da güçleniyor; örgütün ideolojisi yayılıyor. Bazı Filistinli grupların “samson seçeneğini” devreye sokması çok uzak görünmüyor. ABD’nin işlediği hataları devam ettirmesi durumunda ise, Filistinli Ebu Mus’abların TV kasetlerinin ortaya çıkacağını hep beraber göreceğiz.
Şu anda dünyanın başı zaten bir el-Kaide’yle dertte. Amerikan füzelerinin İran’a yönelmesi ile selefinden daha az acımasız olmayan başka el-Kaideler ortaya çıkması durumunda peki neler olacak?
Tavsiye Et