Konuşan: Ayla Buz
“Beni evhamlı sanıyorlardı… Hayır! Ben, sadece gafil değilim, o kadar!” Böyle söylüyor Sultan II. Abdülhamid. Siz de Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı (Ufuk Kitap, 2006) isimli kitabınızda onu kastederek “Sen sükût ettin, sükût etti siper” diyorsunuz. Sahiden gidişi, sükûtu mu oldu siperimizin?
Kabul edelim ki, son devir Osmanlı padişahları içerisinde “yanar-döner kafa”ya sahip, yani atacağı adımın birkaç hamle sonrasında nereye varacağını görerek hareket edebilen ender devlet başkanlarından biriydi II. Abdülhamid. İsrail devletinin kurulmasına ayak direyişi, bunun en tipik örneğidir.
Abdülhamid’in planı, ülkeyi kaçınılmaz kıyamete hazırlamaktı. Biliyordu ki, kıyamet nasıl olsa kopacak, bu geniş toprakları Osmanlı’ya bırakmayacaklardı. Osmanlı devlet ve toplumu nasıl Düvel-i Muazzama karşısında dezavantajlı konumda ise, içeride de Müslüman-Türk unsur, gayrimüslim ve gayri Türk unsurlar karşısında aynı durumdaydı. Bu çifte dezavantajlı pozisyonu değiştirmek için 93 Harbi’nden sonra sınırları ve nüfus yapısı altüst olmuş bir devleti yeniden fethe girişti. Bu fetih, Fatih ve çocuklarınınkinin tersine, bir iç fetih olacaktı. Hem dışarıya karşı güçlü görünmek, hem de içeride dezavantajlı durumdaki Müslüman kesimi eğitip yetiştirerek kopacak kıyamete hazırlamaktı hedefi.
Meşrutiyete karşı çıkışı da bununla mı alakalıydı?
I. Meşrutiyet Meclisi (1876), Osmanlı unsurlarını birleştirmek, Osmanlılık bilincini geliştirmek ve ülkenin parçalanmasını önlemek için kuruldu; ama tam tersi oldu. Meclis oturumları imparatorluğun paylaşılma seanslarına dönüştü. Mebuslar mecliste kendi ülkelerini bağımsızlaştırmak sevdasına düştüler. Bu da tabiatıyla meclisin kuruluş amacına aykırıydı. Demek ki bu ülkede meclisten önce halledilmesi gereken meseleler var, diye düşündü Abdülhamid.
Nelerdi bu meseleler?
Bir kere ortak bir vatan, millet, bayrak mefhumu mevcut değildi Osmanlı insanının kafasında. Bunların sağlanması gerekiyordu çok-kavimli tebaa arasında ki; meclis günün birinde yeniden açıldığında bu ülkenin çocukları ortak bir hedefe kilitlenebilsin ve ortak bir vatan kavramını, onun bölünmez bütünlüğünü savunabilsinler. İkinci eksiklik ulaşım ve iletişim, kısaca altyapı alanındaydı. Osmanlı milyonlarca kilometrekarelik geniş bir araziye sahipti; ancak iç insicamı, merkezler arası rabıtası fiziken kurulamamıştı ve neredeyse modern-öncesi döneme mahsus bir manzara arz ediyordu. Modern nakil vasıtaları, ufak tefek tren hatları ve buharlı gemilerini saymazsak neredeyse yoktu. Telgraf hatları vardı ama yaygın değildi. Bir ucundan öbür ucuna gidilemiyor, uzaktaki eyaletlerle iletişim kurulamıyorsa nasıl modern bir ülke olunabilir ki? Üçüncü mesele ise eğitimdi. Hem Osmanlılar Avrupa milletleri karşısında modern olmanın en önemli kriterlerinden biri olan okuryazarlık bakımından gerideydi, hem de gayrimüslim tebaa Müslüman tebaaya göre daha eğitimliydi. Belki dördüncü bir eksiklik olarak nüfus problemi sayılabilir. Osmanlı halklarının nüfusu savaşlar, salgın hastalıklar, çevre şartlarının namüsait oluşu (bataklıkların varlığı, hıfzısıhhanın kurulamamış olması) gibi sebeplerle arzu edildiği kadar hızlı artmıyordu. Sultan II. Abdülhamid bu dört esas mesele üzerinde yoğunlaştırdı çabalarını.
Örneğin, Kemal Karpat Hoca’nın son kitabı İslam’ın Siyasallaşması’nda ısrarla vurguladığı gibi, bugün kullandığımız “bölünmez vatan” kavramı Sultan II. Abdülhamid döneminin eseridir. Ulaşım alanında Anadolu, Bağdat ve Hicaz demiryollarının haricinde kara yolları üzerinde duruldu, altyapı eksiklikleri tamamlanmaya çalışıldı, hastaneler açıldı, sosyal kurumlar (binlercesinden bir misal; sağır ve dilsizler okulu) hizmete sokuldu. Eğinli Said Paşa’nın da projesinde katkıları olduğu eğitim alanındaki adımlar, bugünkü eğitim sisteminin bozarak devam ettirdiği uzun vadeli bir gelecek tasarımının mahsulüdür. Nitekim Cumhuriyet’i kuran kadroların hemen tamamı onun açtığı okullarda yetişmiştir. Son olarak, ülkeyi 30 yıl (1897 Yunan Savaşı haricinde) savaşa sokmayarak genç bir neslin, babalarıyla birlikte 20. yüzyıla girmesini sağladı. Uzun zamandır ilk defa nüfusumuz artmaya başladı, genç nüfusun toplam nüfus içindeki oranı çoğaldı. Nesiller arasındaki bağ yeniden teessüs etti.
Büyük bir ihtimalle gemiyi alabora edecek, dev bir dalga yaklaşıyor. Sultan ise batması neredeyse kesin gibi görülen gemi içinde onarımlar yapıyor; onu güzelleştiriyor; mürettebatı giydiriyor, donatıyor... Yani bir yandan savunma, diğer yandan ıslahat. Paradoks var sanki kendi içinde.
Doğru, ama ufak bir fark var gerçekle teşbih arasında: Gerçek dünyada gemiyi boşaltma imkânınız yoktur. Gemi hareket etmek ve salim bir limana doğru gitmek zorundadır, onu denizin ortasında terk edemezsiniz. Hem gemiyi yüzdürecek, hem de onarımını yapacaksınız. II. Abdülhamid olmak bunun için zordu, ittihatçı olmaksa bunun için kolay. İttihatçıların yaptığı gibi başınız sıkıştığında ülkeyi İngilizlere bırakıp kaçarsanız, zaten o mevkii hiçbir zaman hak etmemişsiniz demektir. Demek ki, Abdülhamid, şahsı adına hareket etmemişti! Prens Sabahattin’in dediği gibi bir “toplumsal Abdülhamid” olduğunu görmezden gelemeyiz. Zaten toplumda kökü olmayan hiçbir yönetim başarılı olamaz.
Peki, Abdülhamid dönemine kıyasla neredeyiz sizce? Gücümüz ne, bugün “kurtlarla dans”ta; Sultan kadar güçlü müyüz? Önümüzde yanan bir Filistin, Lübnan varken hele?
Olmadığımız ortada. İsrail karşısında atılan nutuklar tam bir acziyet kokuyor. Bakın Abdülhamid 1895’te ne demiş: “Eğer Filistin’de Müslüman Arap unsurunun faikiyetini muhafaza etmesini istiyorsak, Yahudilerin yerleştirilmesi fikrinden vazgeçmeliyiz. Aksi takdirde yerleştirildikleri yerde çok kısa zamanda bütün kudreti elde edeceklerinden, dindaşlarımızın ölüm kararını imzalamış oluruz.” Evet, ölüm kararı. Ne kadar net görmüş bugünü, değil mi?
“Kurtlarla dans” hâlâ devam ediyor farklı ritimlerle de olsa. Belki de en ateşli yerindeyiz dansın. Sultan Abdülhamid, Beylerbeyi Sarayı’nın açık penceresinden dışarıya bakıp ne söylüyor olabilir evlatlarına? Ya da tersine çevirelim sahneyi. Filistin’de bir duvar dibinde sıkışıp kalmış çocuklar… Gözleri korkuyla kapanmış. Elleri kulaklarında. Kulaklarını kapayan küçük kız ne fısıldardı Sultan’ın kulağına?
“Geri gel ey Osmanlı, geri gel!” Ne var ki, aymazlığımıza gün doğmadı daha. Gazetelerin yazdığına göre son Abant toplantısında İsrailli üye ile Araplar, bir tek Osmanlı karşıtlığında buluşmuşlar! Düşünün, Arapların onuru yerlerde sürünüyor; ama adam hâlâ “Osmanlı bizi sömürdü” davasında. Lakin Filistinli çocuk hâlâ bizden umudunu kesmedi. İşte ilk yardım konvoyumuz yola çıktı bile. Halk uyanık. Ama aydınımızın üzerine ölü toprağı serpilmiş sanki. Son sözü Abdülhamid’e bırakalım: “Biz can çekişen bir millet değiliz. Yatağından taşan bir nehre benziyoruz. Bizi zinde tutabilecek yegâne kuvvet, İslamiyet’tir.” Bugün de en büyük problemimiz, kendimize güvenemeyişimiz ve gücümüzü taşan bir nehir gibi yönlendirip yönetemeyişimiz değil mi?
Paylaş
Tavsiye Et