TÜRKİYE’DE ekonomik planlamanın tarihi 1930’lu yıllara kadar uzanır. Bu dönemde birçok ülke, Keynesyen düşüncenin etkisiyle ekonomideki dengesizlikleri devlet eliyle giderme yoluna gidiyordu. Türkiye de 1923–1933 döneminde gerçekleştirmeye çalıştığı özel teşebbüse dayalı gelişme politikalarını terketti ve devletçiliğin egemen olduğu karma bir gelişim modelini uygulamaya koydu. Bu model çerçevesinde 1933 yılından itibaren, ekonomik büyüklüklere ilişkin hedefleri ve devletin farklı alanlarda atması gereken adımları içeren planlar hazırlandı. Her ne kadar hazırlanan planlarda ekonomi alanında devlete biçilen rolün ağırlığı dönemden döneme değişse de, genel ilke, serbest piyasanın gelişmesi için özel teşebbüsün güç yetiremeyeceği altyapı yatırımlarının devletçe üstlenilmesi olageldi.
1980 sonrasında egemen olan liberal tavırla birlikte kalkınma planlarının yapısında da önemli değişiklikler meydana geldi. Bu tarihten itibaren devlet, uyguladığı politikalarda piyasa mekanizmasının etkinliğini artırma hedefini öne almaya, gerçekleştirilmesi düşünülen özelleştirmelerle de ekonomiden elini çekmeye çalıştı. Ancak ekonominin bir arpa boyu bile yol gidemediği 2001 krizine kadar olan sancılı dönemde hazırlanan planlar, bırakın Türkiye’yi hedeflerine ulaştırmayı, devletin kendisinin dahi gerçekçiliğine inanmadığı bürokratik evraklar olmanın ötesine geçemedi.
1980 sonlarına kadar devlet ya da devlet destekli müteşebbisler eliyle sevk ve idare edilen ülke kaynakların yönetimine, 1990’larla birlikte küresel aktörler de talip oldu. Türkiye’nin bu dönemde gerçekleştirmeyi düşündüğü ekonomik planların başarısızlıkla sonuçlanmasının temel sebebi, küresel ekonomiye entegrasyon sürecini kontrol etme yolunda yaşanan gerilimlerdi. Gerek devlet bünyesindeki alışkanlıkların oluşturduğu direnç, gerekse finansal ve reel sektördeki altyapı eksiklikleri nedeniyle piyasa ekonomisine geçiş süreci Türkiye’ye ağır bedeller ödetti. 2001 krizinde ise, Türkiye ekonomisinde temel belirleyicinin küresel aktörlerin tavırları olduğu açıkça ortaya çıktı. Bu tarihten itibaren ortaya konulan programlarda küresel aktörleri ürkütmeme, temel insiyak halini aldı.
İşte böyle bir ortam içerisinde Türkiye, Temmuz ayı başında kanunlaşan 9. Kalkınma Planı’nı yürürlüğe koydu. Plan genel olarak, 2001’de İMF gözetiminde hazırlanan “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nın ana hatlarını ekonominin yakın gelecekte alacağı şekilde belirleyici unsur haline getirme çabasını yansıtıyor. Başka bir deyişle, Plan’da Türkiye, entegrasyon sürecinde kendi başına adım atmak yerine, oyunu küresel ekonominin kurallarına göre oynamaya niyetli olduğunun sinyallerini veriyor. Plan’ın, Türkiye’ye dünya ekonomisi içerisinde var olabilme yolunda önemli bir maliyet avantajı sağlayan Avrupa Birliği müzakere süreciyle birlikte yürütülmesi hedefi, bunun en açık göstergesi sayılabilir. Yine temel stratejik eksene “ülkeyi kalkındırmak” gibi daha önce defalarca zikredilmiş beylik laflar yerine, “küresel rekabet gücünün artırılması” gibi daha net bir hedefin koyulması da Türkiye’nin, tüm dünyayı göz önünde tutarak yoluna devam edeceğinin vurgulanması açısından önemli.
9. Plan, bir önceki planla birlikte hâkim olmaya başlayan tavrı daha da belirginleştirerek küresel bir vizyonla yola çıkıyor. Ayrıca daha önceki planlardan farklı olarak ekonominin neredeyse tüm alanlarına ilişkin ayrıntılı hedefler koymak yerine, belirli stratejik gelişim eksenleri öngörüyor. En önemli vurgusu küresel rekabet gücünün artırılması olan bu eksenler çerçevesinde, devletin ekonominin her alanında olmayacağı; enerji, ulaşım, bilgi teknolojilerinin geliştirilmesi gibi altyapı hizmetleri ile finans, eğitim, sağlık ve hukuk sistemlerinin güçlendirilmesine odaklanacağı ortaya konuluyor. Yine gelecek on yılda ülkenin tarım sektöründe yüzleşmek zorunda kalaca ğı sorunlar ele alınıyor ve tarım sektöründen sanayi sektörüne işgücü geçişinin süreceği belirtiliyor.
Ülkenin rekabet gücünü artırmaya dönük bu adımların yanında, Plan’ın bölüşümde adaleti sağlamaya dönük bir hedefi de mevcut. Ancak Plan’da liberalleşme yolunda atılacak adımların vurgusu ne kadar belirginse, gelir dağılımının nasıl olacağı sorusuna verilen cevaplar da bir o kadar muğlâk. Özellikle istihdamın nasıl olup da Plan’da belirtilen %7,5 seviyelerine ineceği, sosyal güvenliğin nasıl iyileştirileceği gerçekten koskoca iki muamma.
Yönetim bilimlerinin dünyaca ünlü uzmanı Mintzberg, “Strateji planlanamayan bir şeydir” der. Öyle ki çevresel koşullardaki değişimler organizasyonların belirli planlara sıkı sıkıya bağlı kalmasını olanaksız hale getirir. Türkiye’de ekonomik planlamanın tarihi de bu tezi destekleyen örneklerle dolu. Bugüne kadar yapılan planların birçoğu bazen iç, bazen de küresel koşullardaki hızlı değişimler sebebiyle anlamlarını çok kısa sürede yitirdi. Gerek ortaya konulan hedeflerin aşırı ayrıntılı olması, gerekse planları uygulayacak istikrarlı siyasî kadroların eksikliği, bu planların dostlar alışverişte görsün, “bakın, Devlet Planlama Teşkilatı çalışıyor” tavrının ürünü bürokratik kâğıt yığınları olmaktan öteye geçememelerine sebep oldu.
9. Kalkınma Planı ise, her ne kadar Türkiye’nin 2001 sonrası girdiği sürece alternatif olabilecek ekonomik bir tavır sergilemese de, uygulanabilirlik açısından olumlu bir yapıya sahip. Türkiye’nin içerisinde bulunduğu görece istikrarlı siyasî hava da, gereksiz ayrıntılardan ve gerçekleşmesi güç öngörülerden kaçınan bu Plan’ın hedeflerine ulaşabilmesi açısından olumlu sinyaller veriyor. Üstelik Plan oldukça gerçekçi ve küresel ekonomik aktörlerin beklentileriyle örtüşen hedefler içeriyor. Evet, Plan bu kez uygulanabilir; ancak sonuçta küresel aktörlerin istekleri göz önüne alınmadan, üzerinde plan yapılacak bir ekonomik alan kalır mı, orası bilinmez.
Paylaş
Tavsiye Et