Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (October 2006) > Topluyorum > Örtülü gerilim ne kadar gerecek?
Topluyorum
Örtülü gerilim ne kadar gerecek?

 

Arkadaşlar, yine gergin bir gündemimiz var bu ay. YÖK, başörtüsü vs. derken ufak ufak bir gerilim tırmandırma gayretine şahit oluyoruz sanki. İsterseniz, bunun muhtemel sebepleri üzerinde duralım.
Aslında gerilimden korkmamak lazım. Gerilim iyidir. Çünkü biliyorsunuz hareket olması için enerji, bunun için de gerilim olması lazım. Bir gerilim farkı olmazsa anot ile katot arasında elektrik akımı bile olmuyor.
Neredeyse altı aydır hep böyle acayip şeyler söyledin. Şimdi bu söylediğin şeyleri bizim gibi orta insanların anlayacağı tarzda ve gündemdeki meselelerle irtibatlı hale getirir misin lütfen.
Mademki orta insanlar için konuşuyoruz, o zaman orta dünyadan örnek vereyim ben. Biliyorsunuz Yüzüklerin Efendisi filminde, orta dünyada bir yüzük kardeşliği kuruldu kötü büyücüye karşı. Fakat ondan sonra yüzük kıymete bindikçe veya kötülükler açığa çıkmaya başladıkça, o yüzük kardeşliği içinde de düşmanlıklar başladı. Acaba, AK Parti’yi iktidara taşıyan iktidar kardeşliğinde iktidar yüzüğünün paylaşımı ile ilgili bir takım sıkıntılar mı çıktı da, böyle çatlaklar oluşuyor diye düşünülebilir mesela, orta dünya perspektifinden bakınca.
Fantezinin bu kadarına da pes doğrusu. Ben daha farklı düşünüyorum. Bundan önceki gerginliklerde hep bir dış müdahale söz konusuydu. Ama şimdi sanki kontrollü bir gerginlik var ve hükümetin işine yarayan bir gerginlik bu. Ekonomide eli güçlendi. Irak meselesi bir şekilde suhulete erdi. YÖK eski tartışmalarda daha güçlü bir pozisyondaydı. Halbuki şimdi hükümet, biz bu işi illa çözeriz diye bastırıyor. Seçimlere iki sene kaldı. Hükümet bir yıpranma sürecine girebilirdi ama böyle olmadı. Bu tartışmalar sonucunda, türban ve katsayı meselesinde belli bir kazanım olursa eğer, hükümet önündeki iki senesini çok rahat geçirebilecek.
Hükümet yıpranmadı, diyorsun ama gelişmeler bunun pek de öyle olmadığını gösteriyor. Yani haklısın, enflasyon ve faiz oranları gibi birtakım rakamların olumlu seyrettiği bir gerçek. Ama bunun geniş kitlelere hiç yansımadığı, hatta tersine yansıdığı yönünde çok kuvvetli emareler var: İşsizlik azalmıyor, artıyor; esnafın işleri iyiye değil, kötüye gidiyor. AK Parti’yi iktidara getiren çoğunluğun ekonomik gelişmelerden bir nasibi olmadı. Tayyip Erdoğan’ı iktidara getiren psikoloji, İran’da Ahmedi Necad’ı iktidara getiren psikoloji ile aynı. O da Tahran belediye başkanıymış zamanında. Geniş kitleleri etkileyebilecek birisi, dürüst ve masum görünümlü. Ama iddialı, aynı zamanda da muhalif bir ruh taşıyor. Öbürleri çantada keklik gibi iktidara konacaklarını düşünürken, Ahmedi Necad %60’ın üzerinde bir çoğunlukla iktidara geldi.
Bu kadar benzerlikten sonra, araştırırsak belki İran’ın Kemal Derviş’ini de bulabiliriz arkadaşlar.
Küçük bir farkla tabii ki. Erdoğan “ben değiştim, artık daha ılımlıyım” derken, Ahmedi Necad “ben hiç değişmedim, bunlardan çok daha katıyım” söylemiyle sildi süpürdü bütün oyları.
Her neyse, Türkiye’nin kendi dinamiklerini paranteze alırsak eğer, Erdoğan da benzer bir şekilde iktidara gelmişti. Fakat onu iktidara getiren kitleler şimdi en fazla rahatsızlık duyan kesim. Yani buradan her şeyin iyiye gittiğini veya en azından hükümetin yıpranmadığı sonucunu çıkarmana şaştım doğrusu.
Öyleyse biraz daha açayım. Aslında adı konulmamış bir kanun var Türkiye’de. O da parlamento seçimlerinin beş değil, dört senede bir yapıldığı. O dört senenin son bir senesi çok gergin, çok sıkıntılı olur genelde. Her hükümetin bir yıpranma sürecinin olduğunu kabul etmemiz lazım. Ben her şeyin güllük gülistanlık olduğunu iddia etmiyorum; ama AK Parti’nin kendisinden beklenmeyen bir performans gösterdiğini düşünüyorum. Irak ve Suriye’ye yönelik politikalar nedeniyle kopan fırtına Amerikan ziyaretinden sonra durulmuş görünüyor. İri sermaye grupları tarafından gelen ciddi bir tenkit var mı? Yok. Türban meselesi ve katsayısı meselesi olmasa, Türkiye şunu tartışıyor dediğimiz bir üçüncü meseleyi söyleyebilir misiniz?
Bunların her üçüne karşı da bir şeyler söylenebilir. Birincisi, Amerika ziyaretinde ne oldu, ne bitti, Türkiye hangi yükümlülükler altına girdi; bilmiyoruz. İkincisi, “iri sermaye ile çatışma yok” diyorsun. Niye olsun ki? Şu anda esnaf dertli ise, işsizlik ordusu artıyorsa, büyük sermayenin işleri yolunda demektir. Son olarak da türbanla, YÖK’le, katsayıyla, imam-hatiplerle ilgili olumlu yönde hiçbir gelişme emaresi yok.
Ben de müsaade ederseniz, buradan devam etmek istiyorum. Gerilimle başlatmıştık TopluYORUM’u. Bu gerilim İran’a benzetildi. Bense bunu AB’ye benzetmek istiyorum. Yani AB’de anayasanın reddedilmesini sağlayan gerilim, Türkiye’deki gerilimden çok farklı değil. AK Parti’yi iktidara taşıyan unsurlar içerisinde en önemlilerinden bir tanesi, 2001 Şubat krizinden sonra Türkiye’nin hızla küreselleşmenin bütünleşik parçası haline gelmesine karşı orta kesimin duyduğu tepkiydi. Yani AK Parti’yi orta kesim iktidara getirdi. Fakat AK Parti, izlediği ekonomi politikalarıyla, ekonomiyi istikrara kavuşturmak için küreselleşme ile bütünleşme sürecini derinleştirecek bir siyaset takip etti. O gün için belki de başka seçeneği yoktu. Ama bu riskli bir siyaset tarzıydı. Belki de dış politikada karşılaştığı riskler yüzünden böyle bir siyaset takip etmek zorunda kaldı. Bunlar anlaşılabilir şeyler olabilir; ama netice değişmiyor. Neticede, Türkiye hızla kapitalistleşiyor. Kapitalistleşen bütün ülkelerde yaşandığı gibi, büyük ölçekli işletmeler geçmişte hiç olmadığı kadar iyi dönemler yaşarken, küçük ve orta boy işletmeler birtakım sıkıntılar çekiyor. Evet, gerçekten ekonomi iyiye gidiyor. Burada bir göz boyama, istatistiklerle oynama falan da yok. Ama bu iyiye gitme AK Parti’yi iktidara getiren insanların önemli bir kısmının kötüleşmesi sayesinde olan bir iyileşme. Dolayısıyla burada bir gerilim var. Nasıl ki Fransız kamuoyu, Amerika’ya karşı AB’ye rekabetçi üstünlük kazandıracak bir düzenlemeye, şahsî menfaatlerini düşünerek, günü kurtarmanın hesabıyla “hayır” dedi; ve nasıl ki İran’da insanlar benzer saiklerle oy kullandı; işte Türkiye’de de böyle bir şey olabilir. Dolayısıyla bu hakikaten önemli bir sorun.
Bir de işin Amerika ile ilişkiler boyutu var. Öyle anlaşılıyor ki, Amerika’nın AK Parti’ye bakışında bir değişiklik oldu. Yani AK Parti, arkasındaki Amerikan desteğini yitirmiş görünüyor. Böyle bir dönemde türban, katsayı gibi konularda ortaya çıkan bir gerginlik AK Parti’nin işini iyice zorlaştırabilir. Dolayısıyla böyle bir gerilim, bırakın onun AK Parti tarafından başlatılmış olması ihtimalini, AK Parti için çok tehlikeli bir süreci tetikleyebilir de. Hem biliyorsunuz, bu tartışma, “horoz ölür, gözü çöplükte kalır” misali, eski bir devlet büyüğümüzün sözleriyle başladı. Tartışma başladıktan sonra onu kontrollü bir şekilde yönetmek çok da kolay değil, çünkü dışarıda da bir sürü çomak sokmaya hazır bekleyen aktör olduğu anlaşılıyor.
Zaten bugünlerde yazılıp çizilenler doğru ise eğer, mezkûr büyüğümüzün o tartışmayı başlatmasının altında da akçeli işler yatıyor.
Bir de askerin yaptığı açıklamalar önemliydi bu süreçte. Yani bir gerilimi azaltmaya yönelik açıklamalardı bunlar ve süreç içerisinde problem çözülürse bu, askerin hanesine bir artı olarak yazılacak. Zira bildiğiniz gibi orduya yönelik ciddi bir tepki oluştu 28 Şubat sürecinde ve AK Parti iktidara geldikten sonra da bu tepki sona ermedi. Yani sürekli olarak ordu, AK Parti’nin ötekisi olarak algılandı.
YÖK’ün katsayı ile ilgili toplantısını da unutmamak gerekir. Dışarıdan bakıldığında hükümetten bağımsız gibi görünüyor bu mesele. Her ne kadar bu teklif reddedildiyse de, 7’ye karşı 9 gibi bir çoğunlukla reddedildi. Kamuoyunda serdedilen görüşler de hep yapıcı oldu. Özellikle Erzurum Atatürk Üniversitesi’ndeki hadiseyi neredeyse herkes kınadı. Dolayısıyla bu işi bir hükümet meselesine indirgememekte fayda var.
Ama asker konuştuktan sonra kınamaya başladılar.
Bence 1 Mart tezkeresinden sonra ordunun tutumu kısmen de olsa değişti. Herkes, özellikle de Amerikan muhipleri, ordudan ya da MGK’dan bir işaret bekledi. Hatırlarsanız, ne kadar yüklendiler orduya, o tezkere geçmeyince “suç sizindir” diye. Ama ordu bu konuda AK Parti’ye herhangi bir baskı uygulamadı.
Orada MGK’nın, dolayısıyla da askerî kanadın tavrı aslında son derece pragmatikti. Onlar tezkerenin geçeceğini bekliyorlardı. Buna taraftar gözükmemekle, tezkerenin geçmesi durumunda ortaya çıkabilecek riskleri hükümete fatura etmeyi düşünüyorlardı. Tezkere geçmeyince, hesaplar tutmamış oldu. Dolayısıyla tezkere konusunda halka yaklaşma amacı güdüldüğünü zannetmiyorum. Ama son gelişmeleri, ordunun dindar halk nezdinde kendisine karşı oluşmuş antipatiyi bertaraf etmeye yönelik ciddi bir girişim olarak görebiliriz.
İyi söylüyorsun ama tezkerenin geçmesi durumunda karşı karşıya kalacağımız risk çok büyük bir riskti. Yani geminin batma ihtimali vardı. Gemi batsaydı, ortada ne hükümet kalırdı, ne de ordu. Dolayısıyla ordunun iç siyasî dengeleri gözeterek pragmatik bir tutum sergilediği görüşünü de ihtiyatla karşılamalı.
Yumuşama dediniz ama şeytanın avukatlığını yapmak gerekirse, ben pek yumuşama göremiyorum. Bir kere, AK Parti’nin iktidarına destek vermiş, kendi tabanı haricindeki kesimler, AB’den gelen çatırdama seslerinden dolayı bu desteklerini çekme sürecindeler. Böyle bir dönemde başörtüsü ve imam-hatip gibi derin meseleleri hükümetin halledebileceğinden kuşkuluyum.
Bakın arkadaşlar, Amerika ziyaretini hep ihmal ediyorsunuz ama bu ziyarette çok önemli gelişmeler yaşanmış olabilir. Mesela AK Parti ile Amerika arasında, zımnî ya da açık, yeni bir anlaşma yapılmış olması muhtemel. Yani AK Parti yeni dönemde Amerika’ya olan desteğini artıracaktır; Amerika da başörtüsü ve katsayı meselesinin halli için devreye girerek AK Parti’nin elini güçlendirecektir. Çünkü hükümet bu konularda bir başarı sağlarsa, üsler konusunda ve Orta Doğu’nun değişimi konusunda daha rahat davranabilir. Ordunun ya da Erkan Mumcu’nun “bütün parsayı AK Parti toplamasın, biz de bir şeyler kapalım” diye bir tavır değişikliğine gitmiş olması kuvvetle muhtemel. Yani türban meselesi burada ipteki cambaz gibidir. Cambaza bakma konusunda dikkatli olmamız gerekir.
Türban konusunda bir uzlaşı arayışı olduğu belli. Mesela hizmet alanlar ile hizmet verenleri ayırt etme çabası var.
Ölümü gösterip, sıtmaya razı etme gibi yani.
Fakat böyle bir uzlaşıya karşı olanlar da şöyle bir argüman öne sürüyorlar: Hizmet alanlar için başörtüsü yasağı kalksa bile, bunlar onunla yetinmezler daha fazlasını isterler. Yarın “bakın hizmet alanlara böyle bir yasak yok, öyleyse hizmet verenler için de böyle bir yasağın olmaması lazım” demeyeceklerini nereden bilelim.
Yok daha neler! Böyle ters mantık mı olur? Bu, daha suç oluşmadan, zanlıyı asmak gibi bir şey. Hiç mi akılları yok bunların?
Böyle düşünenlerin zihinlerini sürekli meşgul eden bir İran tecrübesi var maalesef. Bilindiği gibi orada kadınlar çeyrek yüzyıldır başı açık dolaşma özgürlüğüne sahip değiller. Ama bu tecrübe ne derece emsal teşkil eder; bu tartışılır. Her şeyden önce, İran bizden çok farklı bir kültürel geleneği ve tarihî tecrübeyi tevarüs etmiş bulunuyor. Bu farkı test edebilmek için bizim kendimize şu soruyu sormamız lazım: Bu ülke, bu manada kendi tarihinde bir İran olmuş mudur? Cumhuriyet öncesi tarihimizde böyle ceberut, insan hak ve hürriyetlerini kısıtlayan bir yönetim yaşanmış mıdır? İnsanların hayatlarına bu denli müdahil olunmuş mudur hiç? Bu sorulara olumlu cevap vermek mümkün değil elbette. Dolayısıyla bu endişe yersiz bir endişe. İkincisi ise, İran’daki yönetim demokratik yollarla iktidara gelmiş ve sonradan demokrasiye aykırı bir şekilde bu yasakları koymuş değil. İran’daki değişim bir devrim neticesinde olmuştur. Hiçbir devrim, devrim gerçekleştikten sonra, en azından belli bir süre objektif ve hakkaniyetli davranamaz. Ne Rus Devrimi bunu yapabilmiştir, ne de Fransız Devrimi. İran’daki gelişmeleri devrim şartları içerisinde düşünmek lazım. Yanlışlıkları da o çerçevede değerlendirmek gerek. Deli Petro bilmem kaç yüz bin kişiyi öldürdü. Lenin’in, Stalin’in, Mao’nun katlettiği insan sayısı milyonlarla ifade ediliyor.
Bir mukayese yapmak gerekirse, İran devrimi bunlar arasında en masum, en yumuşak ve de en modern olanı herhalde.
Ve de en çabuk tükeneni. 20 yıl sonra neredeyse bambaşka bir mecraya doğru gitmek üzere. Dolayısıyla bu kişilerin argümanları hiçbir ciddi bakışa ve araştırmaya dayanmıyor. Son derece süflî korkularını büyüterek topluma teşmil etmeye çalışıyorlar. Bunu da yaparken aslında belli bir güç birikimine, çıkar çevresine hizmet etmekten başka bir iş yapmış olmuyorlar.
Hazır İran’a gelmişken ve korkulardan bahsedilirken, dış siyasete de değinelim.
İran’daki seçimlerin sonuçlarını Hariri suikastına benzetiyorum ben. Suikastı Suriye’nin üzerine atıyorlar, ama bu suikastın sonuçlarından en kötü etkilenen de yine Suriye oldu. Onun gibi, İran’da Amerikan aleyhtarı bir yönetimin işbaşına gelmesi herhalde en fazla Amerika’yı sevindirecek ve en fazla da İran’ın başını ağrıtacak.
Ahmedi Necad, yaptığı açıklamalarda, İran’ın nükleer programına devam edeceğini ve bu konuda da pazarlık yapmayacağını söylüyor.
Bundan daha ilginci, Putin’in açıklamaları. Seçimlerin sonucu açıklandıktan sonra Putin nükleer alanda her türlü işbirliğine açık olacaklarını söyledi.
Tabii Amerika’nın tepkisi de gecikmedi. İran’a bakışlarındaki olumsuzluk halinin hiçbir biçimde değişmediğini ifade etti ABD.
Avrupa’nın tepkisi de bu ikisinin arasında oldu. Yani nükleer silahsızlanma gibi meselelerde İran’daki her türlü yönetimle masaya oturmaya hazır olduklarını yinelediler.
Bu durumda iki senaryo var. Ya Ahmedi Necad, dediği gibi, bu nükleer programa devam edecek ya da vazgeçecek. Vazgeçerse problem yok; ama devam ederse yine muhtemel iki senaryo var. Amerika ya müdahale edecek, ya etmeyecek. Müdahale etmezse yine problem yok. Ama ederse yine iki seçenek var. Ya Türkiye üzerinden yapacak, ya da bir başka şekilde yapmaya çalışacak. Dolayısıyla “bir başka şekilden”in ne olabileceğini düşünmemiz lazım. Azerbaycan üzerinden birtakım farklı arayışların gündeme geldiğini görüyoruz. Azerbaycan’da da, Gürcistan ve Ukrayna’da yaşanana benzer bir şeyle…
Kadife devrimle.
Evet, yönlendirilmiş bir devrimle yönetim değiştirilmek isteniyor galiba. Azerbaycan’daki mevcut iktidarın, dürüstlük, hak ve özgürlükler açısından iyi olduğunu falan söylemiyorum ama, özgürlüğü de Bush’tan bekleyen muhalefetten Azerbaycan’a ne kadar hayır gelir, bilmiyorum. Ama her halükârda, yani Azerbaycan üzerinden de bir plan geliştirilse dahi, iş yine Türkiye’nin önüne düşecek demektir. Bu da önümüzdeki dönemde ciddi bir siyasî gerilimin bizi beklediği anlamına gelir.
Geçenlerde bir yerde Halk Cephesi’nin lideri Ali Kerimli’yi dinledim. O kadar kararlıydı ki, Kasım ayındaki seçimlerde, muhalefet ittifakına karşı Aliyev’in tekrar kazanması durumunda, bunu hileli sayacaklarını ve “barışçıl” bir halk hareketi ile mutlaka iktidara geleceklerini söylüyordu.
Zaten Azerbaycan muhalefetinin Soros’la irtibatlı olduğu yönünde haberler de çıktı geçtiğimiz günlerde gazetelerde.
Amerika çaktırmadan tüm bölgeyi kadife ile döşüyor. Gürcistan, Ukrayna, Kırgızistan, Afganistan, Irak ve şimdi de Azerbaycan.
Pakistan’ı da unutma.
Eski yeşil kuşak, şimdi demokrasi kuşağına dönüşüyor.
Öyle ya da böyle, Rusya’yı çevreliyor bu kuşak. Dolayısıyla Rusya’nın da böyle bir mesaj vermesi gayet normal.
Türkiye’nin ve İran’ın değeri gittikçe artıyor arkadaşlar. Eğer Türkiye ile anlaşamazsa ABD, bilin ki İran’la anlaşacaktır. Ve bu anlaşmada taviz veren taraf muhtemelen Amerika olacaktır. Benim tahminim, ideolojik nedenlerle kısa vadede zor görünmekle beraber, orta vadede İran’ın bu uzlaşmaya gideceğidir.
Öyle zannediyorum ki, Amerika Türkiye’nin ne silahlı kuvvetlerine, ne de üslerine çok fazla muhtaç. Amerika Türkiye’nin moral desteğine muhtaç. Yani yaptığı işlerde Türkiye’nin, ABD’nin yanında olmasının çok şeyi değiştireceğini düşünüyor. Başka bir deyişle Türkiye yanındaysa eğer, ne Arapların gıkı çıkabilir; ne İran çok fazla diklik yapabilir; ne Kafkasya’da, ne de şurada burada herhangi bir Amerikan aleyhtarı rüzgar esebilir. Bakın Irak mahkemesinin son celsesi Türkiye’de toplanıyor. “Niye Türkiye’ye geldiniz?” sorusunun cevabı şu: “Tezkereyi geçirmediniz. ABD’ye karşı bu yeni dönemdeki en kararlı direnişi siz gösterdiniz. Onun için mahkemeyi burada kuruyoruz.”
Dünyanın dört bir yanında Amerikan karşıtlığı had safhada iken, Amerikalıların en fazla Türkiye’deki Amerikan karşıtlığından rahatsız olmaları belki de bu yüzden.
En kritik nokta burada çünkü. Yani bütün bu bölgedeki operasyonları pek öyle sevimli olmasa bile makul gösterecek husus, Türkiye’nin ideolojik desteğidir.
Peki bu son Amerika ziyaretinde, Türkiye’nin duruşunda bir değişiklik olmuş olabilir mi?
Değişiklik olup olmadığını önümüzdeki günlerde göreceğiz. Ama yumuşama olduğu kesin.
Yani ziyaretin yapılması bile Türkiye açısından büyük bir zaaf değil mi? Öncesinde de İsrail’e gidildi. Sanki hükümetin duruşunda bir değişiklik var gibi.
Yok, burada çok medyatik düşünmemek lazım. Türkiye gibi bir ülke boşlukta yaşamıyor. Tabii ki İsrail ile ilişkilerini sürdürecek, tabii ki Amerika’ya gidip gelecek. Bu şeyleri şeklî açıdan çok abartmamak lazım. Bence önemli olan bu tür diplomatik ilişkilerin muhtevası. Ona bakmak lazım.
Söz sürekli AB’ye teğet geçti, ama bir türlü AB’yi konuşamadık.
AB çatırdıyor falan dendi. Ama ben o kadar emin değilim. AB’nin tarihine bakarsanız, bu yaşanan ilk büyük kriz değil. Mesela İngiltere’nin üyeliği sürecinde yaşanan kriz bence bundan çok daha ciddi bir krizdi; üstelik AB’nin şimdiki kadar derin bir geçmişi de yoktu.
Ama İngiltere krizi hâlâ aşılmış da değil.
Benim söylemek istediğim de bu. Böyle büyük bir kriz çözülememiş olsa bile, kervan bir şekilde yoluna devam etti. Daha sonra, Fransa ile ilgili krizleri düşünün. Yani bu Fransa kaynaklı ilk kriz değil. Avrupa Güvenlik Politikası konusunda ve Ortak Para Politikası’nda bir sürü sorun çıkardı Fransa.
Sözünü kesiyorum ama, bu nevi krizler elit içi krizlerdi. Şimdi toplumun elite karşı tutumunun merkezde olduğu bir kriz söz konusu. Avrupa eliti, Türkiye’nin Birliğe alınması, büyük Avrupa devletinin kurulması gibi gelişmelere taraftar. Halk ise buna hazır değil henüz. Ama elit zaman içerisinde halkı yeni duruma alıştırmaya çalışacaktır. Buna alıştırmanın çok kolay olmayacağı anlaşılıyor. Elitlerin canı sıkkın. Ama Kemal Tahir’den öğrendiğimiz bir şey var: Canın sıkkını gevşeğinden iyidir. Sıkı can tez çıkmaz.
Bu son krizin Türkiye açısından başka bir önemi daha var. Kriz çıkana kadar Türkiye’de şöyle bir kanaat vardı. AB tamamlanmış, durağan bir yapı; Türkiye ise bu durağan yapıya eklemlenmeye çalışan, hareketli bir unsur. Ama bu kriz açıkça gösterdi ki, aslında AB tamama ermiş, nihayet bulmuş bir yapı değil. İçerisinde çok büyük çelişkiler, çok büyük hareketlilikler taşıyor.
Bu bütçe görüşmeleri Avrupa’daki tarihî bir dinamiği daha ortaya çıkardı. İngiltere, İtalya, İspanya ve Doğu Avrupa kanadı ile Franko-Germen kutuplaşması oluştu. Bir tarafta yayılmacı İngiltere ile diğer tarafta derinleşmeci Fransa ve Almanya. Her kritik dönemde tezahür eden jeo-stratejik bir yapı.
Son gelişmelerle birlikte Avrupa Birliği önemli bir mevziyi kaybetti. Eğer Avrupa bütünleşmesi demokratik bir çerçevede, halkın da benimsediği bir şekilde hayata geçirilebilseydi, Avrupa daha esnek bir yapıya kavuşacaktı. İşgücü piyasası veya ekonomik faaliyet alanları ile ilgili daha rasyonel ve küresel rekabete uygun davranış biçimleri geliştirebilecekti. Tüm bunlara rağmen bir muharebe kaybedildi diye, savaşın da kaybedileceğini söylemek için henüz çok erken.
Madem sözü ekonomiye getirdin, şunu söyle bakalım. Eğer Türkiye ile bu Ekim ayında başlatılacak süreç gecikirse ya da AB ile ilişkilerimiz, Avrupa’nın sıkı duramamasından dolayı, arzu edildiği tarzda yürümezse, bunun Türkiye ekonomisi üzerinde etkileri nasıl olur?
Valla iktisatçıların en önemli özelliği, iki iktisatçı bir araya geldiğinde üç farklı görüş ortaya çıkarabilme kabiliyetine sahip olmalarıdır.
Üçüncü görüşü alalım!
Türkiye ekonomisi geçmişle mukayese edilemeyecek bir noktada. Geçmişte çok daha küçük esintilerde gemimiz çok fazla sallanırdı. Ama son dönemde bu durum değişti. Mesela şu referandumların ve AB gelişmesi ile ilgili ciddi soru işaretlerinin ortaya çıkmasının hemen akabinde Türkiye, tarihinin en düşük oranlı uluslararası borçlanmalarını gerçekleştirdi. Ve hiçbir spekülatif hareket olmadı. Türkiye’nin ekonomik durumunu tek bir denklemle açıklama eğilimi yaygın. İşte deniyor ki; bugünkü istikrarın kaynağı tek parti iktidarı, artı AB ve İMF çıpaları, artı sıcak para girişinin devam edeceği varsayımıdır. Dolayısıyla bu denklem bozulursa, Türkiye de bozulur. Halbuki ekonomi denklemi artık statik bir denklem değil. Uluslararası likidite gibi bir problem var. Yani açıkça söylemek gerekirse, dünyada çok fazla para var ve bu para, para kazanmak için kendine güvenli yerler arıyor. Görünen o ki, bütün bu muhtemel gelişmelere rağmen, sağladığı getiri dikkate alındığı zaman, Türkiye hâlâ tercihe şayan bir liman.
Faiz getirisinden mi bahsediyorsun?
Tabii ki, faiz getirisi.
Peki bu getiriyi bu şekilde sürdürmeli miyiz?
Şimdi bu, normatif bir soru oldu. Biz pozitif bir analiz yapıyorduk. Normatif kısmı bilahare değerlendirebiliriz ama, pozitif analize devam edelim. Dolayısıyla AB ile ilişkilerin sebep olacağı büyük bir olumsuzluk beklememek lazım. AB’nin Türkiye’ye bakışındaki bir değişiklik ekonomimizi fazla etkilemez, ama aynı şeyi bunun tersi için söyleyemeyeceğim. Yani tüm bu gelişmeler neticesinde Türkiye’nin AB’ye bakışında bir değişiklik olursa, işte o zaman bir risk ortaya çıkar.
Anahtar AB’de değil, Türkiye’dedir.

Paylaş Tavsiye Et