SON birkaç yılda dünyada milliyetçi akımların, özellikle süper güç ABD’nin güce/şiddete dayalı küresel politikalarına bağlı olarak, yeniden yükselişe geçtiği görülüyor. Türkiye’de de ulusalcı eğilimler, AB müzakereleri çerçevesinde önümüze konulan zorlu talepler ve PKK terörü gibi yerel faktörlerden de beslenerek öne çıkmaya başladı. Ulusalcı söylem, yakın tarihe zayıf referanslarla oluşturuluyor. Bu sebeple bugün artık Yeniden Kuva-yı Milliye, yeni bir Kurtuluş Savaşı vb. ifadelerle sıkça karşılaşıyoruz. İlginç olan şu ki, bir araya gelmesi tahayyül edilemeyecek kadar ‘karşıt’ olduğu düşünülen ve kendilerini farklı siyasî gelenekler içerisinde tanımlayan bazı zümreler bu süreçte ulusalcılık çatısı altında toplanmaya başladılar. Dolayısıyla burada önemli olan, artık salt milliyetçiliğin yükselişi değildir; fakat milliyetçiliğin bu şekilde yükselişidir ve bu resmin Türkiye ölçeğinde ne anlama geldiğidir. Her şeyden önce bu resim, söz konusu ‘farklı’ zümrelerin fikrî temellerinin sağlamlığı noktasında kuşkuya düşmemiz gerektiği anlamını taşıyor.
Sözü edilen ‘farklı’ zümreler, ayırt edici vasıflara sahip, ilkeleri belirgin, ayakları yere sağlam basan, argümanlarını sağlam kuran, mevcut durumları kendi çerçevesi içerisinde problemleştiren ve problemlere kendi perspektifinden hareketle “işlerliğe sahip” çözümler üretebilen fikrî oluşumlar mıdır, yoksa sadece sloganlara yaslı ucuz söylemler üreten başka türden şeyler mi? Vakıanın ilki olmadığı açıktır; çünkü eğer öyle olsaydı, bütün bu yapılar garip bir ‘aynılaşma’ hastalığına yakalanarak ulusalcılığın kucağına fırlatılmazdı. Bugün, elde kendimize ait hiçbir özgün ve temellendirilmiş fikir kalmadığı ve kafalar gün geçtikçe iyiden iyiye karıştı(rıldı)ğı için, birbirinden farklı olduğu düşünülen çevrelerin yaklaşımlarında sığ bir aynılaşma yaşanıyor. Burada gözden kaçırılmaması gereken bir diğer nokta ise şudur: Söz konusu ilkeler ve çerçevenin kurulmuş olması ile entelektüel namus arasında güçlü bir ilişki vardır. Bir fikrî yapının ilkeler çerçevesinde sağlam bir şekilde kurulması ve geliştirilerek güçlendirilmesi, ancak o çerçeveye duyulan ihtiyaç ve inancın sürekliliğiyle mümkündür -ki burada entelektüel namusla bu inancı kastediyoruz. İnanç sürekli olursa, yapı gelişir; şayet yapı gelişmiyorsa inanç ya zayıftır ya da yoktur. Bu noktada inancı, kaba ‘taraftar’ tutumuyla karıştırmamak gerekir. Türkiye’deki kimi ‘farklı’ zümrelerin fikrî temellerinin zayıflığı, ulusalcılık tecrübesinde açığa çıkmıştır. Bu aynı zamanda söz konusu zümrelerin ayak bastığı zeminin de retorikten başka bir şey olmadığını ortaya koymuştur.
Ulusalcılığın getirilerinden biri olan Türklük söylemi, son üç yıl içerisinde yayımlanan birçok kitapla yepyeni bir boyut kazandı. Yıllara göre incelendiğinde, sadece başlığında “Türkler” kelimesinin yer aldığı telif ve tercüme kitaplar sayıca inanılmaz bir ölçüde artmış görünüyor: Kalın Türk (2006), The Türkler (2006), Türkleri Anlama Kılavuzu 1-2 (2006), Gerçek Türkler (2006), Dünya Tarihinde Türkler (2006), Satışın Türkçesi: Türklere Satış Yapmanın İncelikleri (2006), Şu Çılgın Türkler (2005), Yılgın Türkler (2005), Bilinmeyen Tarih ve Türkler (2005), Bizans Karşısında Türkler (2005), Asr-ı Saadette Türkler (2005), Bizimkilerin Pedagojisi: Göç, Kültür, Kimlik ve Hollandalı Türkler (2005), Her Cephede Savaştık: İkinci Dünya Savaşı’nda Türkler (2005), Hayırdır İnşallah: Türkler İçin Rüya Tabirleri (2005), Kaçılın, Türkler Geliyor (2005), Türkçe Sevmek: Türkiye’de Yaşayan Yabancı Kadınların Gözüyle Türkler (2005), Anneciğim Türkler Geliyor: Hilâlin Öteki Yüzü (2004), Arap Çöllerinde Türkler (2003), Ah Şu Biz Göçebeler: Ah Şu Biz Kara Bıyıklı Türkler l-2 (1997), Dünyada Türkler (1995). Telifinden tercümesine çeşitli seviyelerdeki kitlelere hitap edecek bir dille kaleme alınmış uzun bir kitap listesi. Turgut Özakman’ın Şu Çılgın Türkler başlıklı popüler romanından sonra iyice yükselişe geçen Türklük kitapları şimdilerde yok satıyor. Kitapların büyük çoğunluğu “Vay be, anlı şanlı tarihimizde meğer biz neymişiz!” tadında yahut da “Var mı yeryüzünde bizim gibi şebek millet? Al işte sana Türk!” yergisiyle malul.
Türk Denildiğinde İçerik
Nasıl Dolduruluyor?
Nosyonlar, üretildikleri tarihî bağlamdan kopuk değildirler; o bağlamın şartlarını içerirler ve tarihin ırmağında akarak değişimler geçirirler. Bir nosyonu kullandığımızda onun tarih içerisinde geçtiği istasyonları dikkate almamız gerekir. Dolayısıyla Türk kelimesini ne Kurtuluş Savaşı döneminde kuşattığı anlamı kastederek âdeta ‘donmuş’ bir kavram gibi bugünkü Türkleri açıklamak için kullanabiliriz, ne de yaşanmış bir ulus-devlet tecrübesini yok sayarak Osmanlı Rumeli’sindeki Türk=Müslüman denklemini kullanabiliriz. Çünkü bunların hiçbirisi vakıaya mutabık değildir. Peki vakıa nedir? Doğrusu vakıada Türk’ün ne olduğu yeterince açık değildir. Çünkü böyle bir ırktan bahsedilemeyeceği gibi, belli değerler etrafında oluşmuş metafizik bir kavramla da karşı karşıya değiliz. Bu sorun, ulus-devletle birlikte doğmuş ve bugün çözümsüz bir hâl almıştır. “Türk’üm diyen Türk’tür” tanımı fazla naifti, o sebeple çok yaşamadı. Fakat hayalî bir ırk yahut kimlik olarak vurgulanan Türklük, sadece bir sorun olarak ötekisini doğurmuştur. Bir milleti bir arada tutan şey, dil ve değer bütünlüğüdür. Metafizik ilkeler bir dil ile korunarak değerlerini ürettiği ve işleyişte olduğu müddetçe bir milletin varlığından söz edilebilir. Bir nosyonun manevî varlığını oluşturan o ilkeler yok ise, nosyonlar sadece boş kalıplardan ibarettir. Herkes içini istediği gibi doldurur; fakat bu, fertleri birleştirip bütünleştiren ve tek vücut hâline getiren bir anlaşma zemini oluşturmaz, bilâkis iletişimsizlik ve kafa karışıklığı doğurur. Nitekim bugünkü durum tamamen bunun yansımasıdır. Ulusalcıların kurgusu içerisindeki bir insan bir milletin ferdi değildir; fakat o, İspanyol filozof Ortega y Gasset’nin kavramlaştırmasına başvuracak olursak, sınırları sürekli değişen bir ‘herkes’ içerisinde var olan bir “kütle adamı”dır. Kütle adamı ya içerikten mahrum bir gururla avunur yahut kendisini aşağılayarak küçük görür. Bugünkü duruma baktığımızda ise bunun sebebi açık: Geçmiş bizim için, sadece başımız sıkıştığında dönüp bakacağımız karanlık bir dehliz hâline getirildi. Karanlık bir dehlize bakarsanız, hiçbir şey göremezsiniz. Orada ayrıntılar yoktur; el yordamıyla ararsanız çıkacak olanlar ya yağız kahramanlardır ya da ifritler... Ya abartılı derecede yüceltici tasvirlerdir yahut kalıp yargılara dayalı köşeli figürler... Çoğunluğu itibarıyla ticarî kaygılarla yayımlanan bu kitaplardan da başka bir şey çıkmıyor.
Paylaş
Tavsiye Et