The Boston GlobeAmerikan Basını
Çeviri: Cihat Arınç
17 Aralık 2006 Başyazı
Avrupa Birliği’ne üye 25 ülkenin dışişleri bakanları, 2006’nın Aralık ayında Türkiye’yi limanlarını ve havaalanlarını Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ne açmayı reddettiği için cezalandırma kararı vererek aslında kendilerini zora sokmuş oldular. AB’nin müzakereleri otuz beş fasıldan sekizinde askıya alarak yavaşlatma kararı, bir vaziyeti kurtarma politikası olarak değerlendirilebilir. Çünkü bu sayede Türkiye için daha ağır bir ceza isteyenler ile Türkiye’ye düşman muamelesi yapmaktan kaçınılmasını savunanlar arasındaki farklılık yok edilmek istenmiştir.
Hakkını teslim etmek gerekirse, AB’nin Türkiye’ye yaptırım uygulaması hiç de dürüstçe bir girişim değil. Her ne kadar Türkiye geçen sene imzaladığı Gümrük Birliği Ek Protokolü çerçevesinde hava ve deniz sahasını Rumlara açmayı taahhüt etmişse de, şu argümanında haklıdır: Eğer AB, Ankara’nın limanlarını açmasını istiyorsa, Türkiye’nin bir devlet olarak tanıdığı KKTC üzerindeki ağır ambargoları kaldırmalıdır.
2004 yılında Kıbrıslı Türklerin Ada’da bir konfederasyonu öngören Annan Planı’nın lehine oy kullanmasını teşvik etmek suretiyle Türkiye, sorumlu bir AB aday ülkesi olarak hareket etti. Kıbrıslı Türkler büyük bir oranla Annan Planı’nı destekler mahiyette oy kullanırken, Rumlar ise her halükarda AB’ye üye olacaklarını bildiklerinden ötürü açık ara farkla Plan’ın aleyhinde oy kullandılar. Bütün bu süreci zihinlerine kazıyan Türk siyasetçiler, doğal olarak AB’nin ilişkileri kısmi olarak dondurma kararı almasını tek taraflı hatta adaletsiz olarak nitelendiriyorlar.
Şurası ayan beyan ortada ki, siyasi baskılar Türkiye’nin AB’ye üyeliğini geciktirmeye uğraşan ya da Türkiye’ye tam üyelik yerine imtiyazlı ortaklık vb. teklifler götüren ülkelerin çabasında belirleyici bir faktör. Türkiye’nin üyelik girişimini gerçekleştirmesine en isteksiz gözüken ülkelerde dahi resmî yetkililerin görüşleri ile seçmenlerinki arasında farklar bulunuyor.
Avrupalı liderler ve diplomatlar, makul gerekçelere dayanarak, genel itibarıyla Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne dahil olmasının hem Avrupa hem de Türkiye’nin menfaatine olduğunu kabul ediyorlar. Fakat bazı AB liderleri, yüksek işsizlik, refaha dayalı çıkarlarda yaşanan daralma ve asimile olmayan Müslüman cemaatlerden kaynaklandığına inandıkları toplumsal gerilimler hakkındaki genel kabul gören kaygıların milliyetçi ve şovenist partiler tarafından sömürülmesinden duydukları endişeyle, kendilerini Türkiye’ye karşı sert bir duruş sergilemeye mecbur hissediyorlar.
Avrupa Birliği’nin Türkiye ile yürüttüğü katılım müzakereleri, iç siyaset tarafından yönlendirilmek ya da iyice dallanıp budaklanan Kıbrıs meselesine takılı kalmak yerine, Türkiye’yi demokrasi ve insan haklarında Avrupa standartlarına ulaştırmak üzerine odaklanmalıdır. Şayet AB, Türk hükümetinin yazarlara ve yayıncılara sırf özgürce konuştukları için siyasallaşmış bir hukuki düzen aracılığıyla yasal takibat açmayı sona erdirmesinde ısrarcı olursa, bu hem Türklerin hem de Avrupalıların yararına olacaktır. Hepsinin de ötesinde AB, Türkiye’yi gerçekten kimin yönettiği gibi zor soruları da sormalıdır: seçilmiş siyasetçiler mi, yoksa iç ve dış politikada hâlâ hesap sorulamayan bir güç kullanan askerî ve güvenlikten sorumlu seçkinler mi?
Tavsiye Et
Es-Sebil
Arap Basını
Çeviri: Hatice Boynukalın Şenkardeşler
19 Aralık 2006 Münir Şefik
Bush yönetiminin her iki döneminde ABD, stratejik önceliklerini yeni bir Ortadoğu oluşturma vizyonuyla belirledi. Bu ‘Ortadoğu’nun sınırları ise Afganistan’dan Sudan’a kadar uzanıyordu. ‘Arap’ ve ‘Müslüman’ sıfatlarını kullanmaktan kaçınmak için ABD tarafından böyle bir adlandırma seçilmişti. Yani amaç, bölgeyi gerçek kimliğinden uzaklaştırarak coğrafi mensubiyetiyle sınırlamaktı.
Yeni Ortadoğu’nun meydana getirilmesi, bölge ülkelerinin askerî güç vasıtasıyla yeniden şekillendirilmesini içeriyordu; Lübnan, Filistin, Irak ve Afganistan’da olduğu gibi... Diğer bazı ülkelere de, yine aynı hedeflerin gerçekleştirilmesi için, değişik türden baskılar ve şantaj politikaları uygulandı.
Yeni Ortadoğu’dan talep edilenler listesinin başında İsrail’in bir dizi isteği yer alıyordu. İlişkilerin normalleştirilmesiyle başlayan, İsrail Devleti’ni tanımayla devam eden ve İsrail hegemonyasının kabulüyle sona eren bir dizi talepti bunlar. Doğal olarak Filistin davasının İsrail’in öne sürdüğü koşullar çerçevesinde bir çözüme kavuşturulması da listede yer alıyordu. İsrail’in listesi, Filistin ve Lübnan’daki direnişin tasfiye edilmesinin yanı sıra bölge ülkelerinin bildiği her türlü karşı koyma biçiminin de devre dışı bırakılmasını içeriyordu.
Yukarıda belirttiğimiz gündem neticesinde Afganistan’a savaş açıldı. Bunu, Ariel Şaron’un başlattığı ve bugüne dek süren Gazze ve Batı Şeria’ya yönelik saldırılar takip etti. Ardından da Irak işgal edildi. Son olarak Temmuz 2006’da Lübnan’a savaş açıldı. Sırada İran var. Peki, tüm bunlar nasıl bir sonuç verdi?
ABD tüm cephelerde askerî ve siyasi anlamda iflas ediyor. Bush yönetimi şimdilerde son seçim sonuçları, Baker-Hamilton Raporu’nun yayımlanması ve Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in istifasını vermek zorunda kalması nedeniyle kendi içinde büyük bir kargaşa ve dengesizlik hali yaşıyor.
ABD yönetiminin uğradığı başarısızlık, Ortadoğu’ya yönelik saldırıların başlaması öncesinde ve beş yıldır süren savaşlar sırasında var olan dengelerde büyük değişim meydana getirdi. Bu durum bölgede ve dünyada yeni bir dönem başlattı. Bu yeni dönemde çatışmaların niteliğinde de değişimler yaşandı. Filistin ve Lübnan’da çatışmalar, İsrail-Amerikan ortak cephesine karşı olmaktan çıkarak; kendi içlerinde Lübnanlı-Lübnanlı, Filistinli-Filistinli karşılaşmasına dönüşmeye başladı. Irak’ın da aynı yolda olduğunu, (Afganistan müstesna; zira burada çarpışmalar NATO birlikleriyle yaşanıyor) gittikçe artan bir şekilde Iraklı tarafların birbiriyle çatıştığını ve bunun Arap-Arap ve Arap-İranlı savaşına dönüştürülmesi için yoğun çaba sarf edildiğini de görüyoruz.
Çatışmaların ABD-İsrail ile direniş kuvvetleri arasında geçtiği dönemde yerel, bölgesel ve uluslararası güçler, ya tarafsız kalmayı seçti ya taraflardan birini destekledi ya da yalnızca olan biteni seyretmekle yetindi. Karar verme ve son sözü söyleme yetkisi sadece doğrudan savaşan taraflara aitti. Ancak ABD ve İsrail’in yenilgisi ve direniş güçlerinin zafer elde etmesinden sonra bu savaşlar içeriye taşındı. Artık çatışmalar Arap ve İslam topraklarının yerel güçleri arasında yaşanıyor. ABD’nin pozisyonu ise çarpışmalarda taraf olmaktan çıkıp çatışan taraflardan birini destekler bir mahiyet aldı.
Kavganın Lübnanlı-Lübnanlı, Filistinli-Filistinli, Iraklı-Iraklı, Arap-Arap ve Müslüman-Müslüman çatışması şeklinde içeriye taşınması, halklarımızı yaptığı fedakarlıkların ve kazandığı zaferlerin semerelerini toplamaktan alıkoyuyor. Fitnelerin yayılması ve iç savaşların patlak vermesi ihtimalini artırıyor. Böylelikle inisiyatifin yeniden ABD ve İsrail’e geçmesine yol açıyor.
Güçler dengesindeki bu değişim, içerideki bölünmüş tarafları iki seçenekten birini tercih etmek zorunda bırakıyor: Ya güçler dengesindeki değişimi dikkate alarak yeni bir uzlaşma zemininde karar kılmak ya da bu çatışmalardan önceki ulusal veya uluslararası dengelere sahip çıkarak olayların iç savaşa dönüşmesine göz yummak.
Birinci şıkkın halklarımızın menfaatine en uygun olduğu açıktır. Zira bu seçenek yaraları saracak, yıkılanı onaracak, Gazze ve Batı Şeria ile Irak ve Afganistan’da süregiden işgali bertaraf etme çabalarını artıracak, İran’a düşmanca saldırının önüne geçecek, yine Sudan ve Somali’yi karşı karşıya kaldıkları dış müdahalelerden kurtaracaktır. Aynı zamanda Arapların gitgide kötüleşen durumuna bir son verecek gerekli iç şartları da hazırlayacaktır.
Tavsiye Et
İtimad-ı Milli
İran Basını
Çeviri: Hakkı Uygur
19 Aralık 2006 Başyazı
15 Aralık günü İran’da yapılan seçimlerin en önemli siyasi sonucu, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın desteklediği iktidar partisi adaylarının aldığı beklenmedik yenilgi oldu. Yenilginin büyüklüğü, bu feci hezimete uğrayan hükümetin iş başına gelmesinin üzerinden yalnızca bir buçuk yıl geçtiği hatıra getirildiğinde daha da belirgin bir hal alıyor.
Üzerinde durulması gereken diğer bir önemli gelişme de İran halkının seçimlere karşı olan tutumunda gözlenen değişiklik. Seçimler öncesinde yapılan en iyimser tahminlerde bile, halkın önemli bir kesiminin sisteme karşı siyasi küskünlüğü terk ederek seçimlere yüksek oranda katılım göstereceği beklenmiyordu. İran halkının siyasi zekası ve inceliği gerçekten övgüye layık. Zira onlar, siyasi dengeler içerisinde yer almamalarının radikaller için hiçbir zorluk çıkarmadığını, aksine devletin bütün kurum ve organlarını ele geçirmek için onlara aradıkları uygun ortamı hazırladığını çok çabuk fark ettiler.
Mehdi Kerrubi ve Seyyid Muhammed Hatemi gibi reformist liderlerin halkın siyasi sahneyi terk etmesi durumunda bunun toplumdaki siyasi ve fikrî azınlıklara yarayacağı konusunda uyarıda bulunmaları, milletin geneli tarafından büyük bir kabul gördü. Ahmedinejad’ın ekibi ne Tahran Belediye Meclisi’nde, ne Rehberlik Uzmanları (Hubregan-ı Rehberi) seçiminde, ne de ülke genelinde ciddi bir varlık gösterebildi. Aksine bu grubun karşılaştığı sonucu ifade etmek için ancak “feci hezimet” sözü kullanılabilir.
Kuşkusuz reformistler, muhafazakârların seçimlerdeki ağır yenilgisi dolayısıyla halka, siyasi sahnedeki yoklukları fazla uzun sürmediği için minnet duymalılar. Bu başarı hem teşekkür ve takdir, hem de tedbir ve tefekkür gerektiriyor. Reformistler, bu hususlarda geçtiğimiz yıl içinde bazı ilerlemeler kaydetmelerine rağmen açıkça kazandıkları nispi başarının, tarzlarındaki değişikliklerden, aldıkları yeni tedbirlerden ya da düşünsel kadrolarını, teşkilatlarını ve güçlerini yenilemelerinden kaynaklanmadığını itiraf etmek zorundalar.
Reformistler diğer her şeyden daha fazla Ahmedinejad’a ve hükümetine teşekkür etmek durumunda. Ahmedinejad hükümeti yanlış politikalar izlemek ve bu yanlışlarında ısrar etmek suretiyle reformistlere ihtiyaç duydukları en büyük fırsatı sağlamış oldu. Bu nedenle umulur ki reformistler, Tahran Belediye Meclisi’nde en büyük grubu oluşturdukları bu dönemde “iyi saatte olsunlar”ın baskılarına maruz kalmaksızın belediye meclislerinin iplerini ellerine geçirirler ve geçmişten ve halkın verdiği derslerden gereken ibreti alırlar. Reformistler geçmişte yaptıkları bazı yanlışlarıı hızla düzeltmeli, ayrıntılarla boğuşmak yerine Tahran’ın ana sorunlarına eğilerek bunların çözümleri için uygun yeni yollar geliştirmeliler.
Diğer yönden reformistlerin zaferi ve özgüveni, kamuoyunu etkilemeyi başarmış görünüyor. Bugün ülkede yaygın olan kanı, reformistlerin, yöntemlerindeki ve hareketlerindeki bazı yanlışlıkları düzeltmeleri ve aralarındaki birliği sürdürmeleri durumunda önümüzdeki İslami Şura Meclisi seçimlerinde de zafer kazanabilecekleri yönünde. Bu nedenle reformist liderlerin içinde bulunduğumuz kritik dönemde halkın oyunu korumaları hususunda direniş göstermeleri zorunlu; bu doğrultuda hiçbir tereddüde ve şüpheye yer olmamalı.
Reformistler bazı siyasi grupların halkın oyunu görmezden gelme yönündeki davranışlarına izin vermemeli. Eğer halk reformistlerin oylarını koruma hususunda ciddi olduğunu görecek olursa, bu olumlu aktif stratejiyi gelecek seçimlerde de sürdürecektir. Önemli olan halkın, reformistlerin onların oylarını korumak için bütün güçleriyle çalıştıklarına ve bu doğrultuda bütün imkanlardan faydalandıklarına inanmasıdır.
Aktif olumlu katılım stratejisi, halkın oyuna ve görüşlerine hiçbir değer vermeyen, onları yalnızca bir süs olarak gören kesimlerin ve kimselerin adım adım gerilemesine yol açabilir. İran halkı arzu ve isteklerini gerçekleştirebilmek için yeni ve etkin bir katılım deneyimini yaşıyor. Oysa dışarıdan gelen seçenekler veya ambargo gibi yollar, muhakkak ki halkın tamamına zarar verecektir. Buna karşın aktif olumlu katılım, halkın hukukunu en az bedelle hayata geçirebilmesini mümkün kılacaktır.
Tavsiye Et