Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (January 2007) > Dosya > Öfke, eleştiri ve Türkiye’nin geleceği
Dosya
Öfke, eleştiri ve Türkiye’nin geleceği
E. Fuat Keyman

SON on yılda Türkiye’de yaşanan değişim ve dönüşüm sürecine baktığımız zaman, ekonomik, siyasi ve kültürel yaşam alanlarında çok sıkıntılı günlerin geçtiği, ekonomik krizlerin, siyasi istikrarsızlıkların, devlet-toplum/birey ilişkilerinde güvensizliğin, farklı olanları dışlamanın ve toplumsal şiddetin çok yüksek noktalara çıktığı bir 1995-2002 döneminden sonra, geleceğe umutla baktığımız, dünyaya açıldığımız, farklı yaşam alanlarında istikrar ve normalleşmeye döndüğümüz bir 2002-2006 dönemi yaşadığımızı görüyoruz. 1995-2002, etnik ve dinsel kimlik siyasetinin siyasi alanın göbeğine oturduğu, post-modern askerî müdahalelerden Susurluk kazası gibi hukukun tam anlamıyla yok edildiği siyasi-ekonomik rant çatışmalarına kadar geniş bir alanda siyasi istikrarsızlıkların yaşandığı, ekonominin dibe vurduğu, yolsuzlukların ve rüşvetin giderek devlet-ekonomi ve devlet-siyaset ilişkilerinin normal bir niteliği haline büründüğü ve günlük yaşamda şiddetin arttığı bir dönemdi.

2002-2006: Değişim ve Dönüşüm Olasılığı

3 Kasım 2002 genel seçimlerinde 1995-2002 dönemine damgasını vuran partilerin seçmenlerin kızgınlığını yansıtan bir sonuçla parlamento dışına atılması ve iki partili bir meclis yapısının oluşması, yeni bir dönemin başlangıç noktası oldu. Seçimlerin ardından AKP tek parti temelli çoğunluk hükümeti kurdu ve Türkiye-AB ilişkilerinde tam üyelik müzakere sürecinin başlama kararının alındığı 3 Ekim 2005 tarihine kadar farklı bir Türkiye olasılığını ortaya çıkarttı. Bir olasılık olarak bu farklı Türkiye, ekonomik, siyasi ve kültürel yaşam alanlarında istikrarlı; dünya siyaseti içinde aktif, yapıcı ve dönüşen bir Türkiye’ydi. 11 Eylül sonrası dünyada Türkiye’nin önemli bir aktör olması da, 2002-2006 döneminin -2006’da Bilgi Üniversitesi yayınlarından çıkan kitabımın başlığı olan- “değişen dünya içinde dönüşen Türkiye” olarak nitelenmesi olanağını bize veriyordu. Çok uzun ve gerilimli tartışmalardan sonra, 3 Ekim 2005’te alınan tam üyelik müzakere sürecinin başlaması kararını açıklayan o dönemin Britanya Dışişleri Bakanı Jack Straw’un vurguladığı gibi, bu karar sadece Avrupa için değil, dünya siyaseti için de çok önemli ve tarihî bir karardı. Çünkü demokratikleşen ve Avrupalılaşan bir Türkiye, medeniyetler çatışmasına karşı medeniyetler arası diyaloğu yaşama geçirebilecek bir ülke ve dolayısıyla demokratik küresel yönetimin kurulma olasılığının önemli bir aktörüydü.

2006: Tepkici ve Şüpheci Milliyetçiliğin Yılı

Bu karar sonrası beklenenin tam tersine ilginç bir şekilde kurumsal ve ideolojik çatışmaların, geleceğe ilişkin karamsarlıkların, siyasi ve ekonomik istikrarsızlık olasılığının, toplumsal şiddetin ve farklı olanın dışlanmasının arttığı bir sürece girdik. Milliyetçiliğin güçlenmesi, diğer bir deyişle “tepkici ve şüpheci milliyetçiliğin” Türkiye’de hem devlet-toplum/birey ilişkilerinde, hem de toplumsal ve günlük yaşam içinde farklı olan kimlikler-arası ilişkilerde yerleşikleştirilmesi, dokunması, işlenmesi ve yaygınlaştırılması sürecini 2006’da yaşamaya başladık.
Şüphesiz ki, tepkici ve şüpheci milliyetçiliğin 2006’ya damgasını vurmasını belirleyen çok önemli süreçler, sorunlar ve olaylar vardı. Bunların arasında öne çıkanları şöyle sıralayabiliriz:
(1) AB içinde Türkiye’ye karşı grupların dile getirdikleri kabul edilemez ırkçı ve dışlayıcı Türkiye karşıtı söylem;
(2) Türkiye içinde Avrupa-şüphecilerinin, AKP’ye ve Türkiye’nin dönüşümüne karşı konumlarını, Türkiye-AB ilişkileri temelinde giderek daha sert bir biçim ve tarzda dile getirmeleri;
(3) PKK terörü ile Kürt sorununda demokratik çözüm yerine şiddet-terör sarmalına geri dönülmesi;
(4) Şemdinli, Mersin, vb. olaylar ve girişimlerle şiddet-terör sarmalının giderek pekişmesi;
(5) Ortadoğu’da siyasal istikrarsızlığın ve insanî trajedinin özellikle Irak, Lübnan ve Filistin’de giderek tırmanması;
(6) bu istikrarsızlık ve trajedinin toplum ve aktör düzeylerinde Amerika ve İsrail karşıtı tepki ve öfkeyi tırmandırması;
(7) Danıştay ve Cumhuriyet gazetesi gibi kurum ve kuruluşlara karşı yapılan terör eylemleri ile “irtica sorunu”nun tekrardan siyasi gündem ve söyleme oturtulması; tüm bu süreçlerin sonucunda bir taraftan,
(8) AKP hükümetinin hem Türkiye-AB ilişkilerinde hem de demokratik reform süreci içinde gösterdiği aktif ve yapıcı tutumdan bir ölçüde vazgeçerek; duran, bekleyen, pek bir şey yapmayan ve içine kapanan bir yapıya bürünmesi, diğer taraftan,
(9) Hükümet-Cumhurbaşkanlığı-Genelkurmay Başkanlığı gibi çok önemli üç kurum arasında “kurumsal çatışma ve eş-güdüm sorunu” yaşanması ve son olarak da,
(10) hem toplum içinde asayiş ve güvenlik ekseninde günlük yaşam şiddetinin, hem de farklı olan kimliklere karşı hoşgörüsüzlüğün, linç eylemlerinin ve dışlayıcı söylemlerin artması ve yaygınlaşması.
Bu listeyi daha da uzatabiliriz ama şu üç sonuç değişmeyecektir:
(a) 2006, demokratikleşme-toplumsal güven yerine tepkici ve şüpheci milliyetçilik-toplumsal güvensizlik-şiddet eksenini güçlendiren,
(b) “kurumlar-arası çatışma ve eş-güdüm sorunu”nun yaşandığı ve giderek derinleştiği,
(c) geleceğe karşı güvensizliğin, farklı olana karşı hoşgörüsüzlüğün ve günlük yaşamda şiddetin arttığı bir yıl olmuştur.

2006: Toplumsal Öfke Yılı
Tüm bunlara karşı verilen tepkilere baktığımız zaman, tepkici ve şüpheci milliyetçiliği seslendiren ve yaşama geçiren durumun, söylemin ve ruh halinin “toplumsal öfke” olduğunu görüyoruz. Bu bağlamda 2006’nın, en genelde, toplumsal öfke yılı olduğunu söyleyebiliriz.
Eleştirel düşüncenin bugün en öğretici ve aydınlatıcı düşünürlerinin başında gelen -benim de çalışmalarımı ve düşüncelerimi çok etkileyen- ünlü sosyolog Zygmut Bauman’a göre, bu “toplumsal öfke” durumu bugünün dünyasını niteleyen ve tanımlayan unsurların başında geliyor. Toplumsal öfke, kızma ve şikayet etme, bugün sadece Türkiye’nin değil, aynı zamanda yaşadığımız “geç-modern risk dünyası”nın da niteleyici unsurlarının başında gelen bir toplumsal olgu, bir toplumsal ruh hali. Bauman bu bağlamda, üzerinde düşünmemiz gereken ciddi bir öneride bulunuyor: Aydınlanma Felsefesi’nin kurucu düşünürlerinden Descartes’ın meşhur “Düşünüyorum öyleyse varım” deyişinden bugünün “geç-modern risk dünyası”nda “Bağırıyorum öyleyse varım” deyişine doğru bir geçiş yaşıyoruz. Toplumsal öfkenin taşıyıcı kimliği de, eleştiri içermeyen bir kızmak/şikayet etmek eylemini yaşama geçiren ve böylece “Düşünüyorum öyleyse varım” demekten ziyade “Bağırıyorum öyleyse varım” diyen bir toplumsal benlik. 2006, böyle bir benliğin giderek yaygınlaştığı bir yıl oldu. Geleceğe karşı güvensizliğin, korkunun, endişenin giderek arttığı dünyada ve ülkemizde bugün yaşadığımız, gözlediğimiz, anlam vermeye çalıştığımız, tam da böyle bir durum: Bugünün risk dünyasında “Bağırıyorum öyleyse varım” diyen ve bu temelde toplumsal sorunlara, süreçlere ve taleplere kızgınlık-öfke temelinde yanıt vermeye çalışan bir benlik, Türkiye Cumhuriyeti’nin öfkeli, kızgın ve bugün ve yarınından (haklı olarak) şikayet eden vatandaşları...

2007’den Beklenti: Düşünüyorum, Eleştiriyorum, Öyleyse Varım

Bugün, “Bağırıyorum öyleyse varım” denerek yaşama geçirilen toplumsal öfke, “eleştirelliği olmayan bir kızma” eylemini içeriyor ya da niteliyor. ‘Kızma’dan, ‘eleştiri’den ne anlıyoruz? Bu soru, hem genelde, hem de özelde, bilhassa sol ve sosyal demokrat siyasi stratejiler için çok önem kazanıyor.
Örneğin Merriam-Webster sözlüğü, ‘kızma’ eylemini “hatalı, zarar verici ya da onur kırıcı olarak görülen ve kabul edilen (bir eylem, bir durum, bir oluşum, bir duruş vb.) bir ‘şey’ hakkında geliştirilen ve süreklilik kazanmış rahatsızlık ve mutsuzluk duygusu” olarak tanımlıyor. Ünlü felsefeci Friedrich Nietzche ise, ressentiment olarak kullandığı ‘kızma’ kavramını şöyle tanımlıyor: “İnsanların istemiş ve arzu etmiş oldukları şeylerden yapısal ve sistematik olarak dışlanması ve böylece oluşan güçsüzlük, bir şey yapamama duygusunun ortaya çıkardığı tepki ve nefret durumu. Bu duygu kendisini genellikle bu durumdan sorumlu tutulana karşı geliştirilen kızgınlık ve hatta nefret etme temelinde tezahür ettirir.”
Bu tanımlar temelinde eleştiriye dönüştürülmemiş kızma eyleminin, örneğin bugün Türkiye’de yaşanan toplumsal öfkenin referansları olan Kürt ve Ermeni sorunlarını konuşurken Kürt ve Ermeni kimliğine sahip vatandaşlarımızdan, Türkiye-AB veya Türkiye-ABD ilişkilerini tartışırken Avrupa ve Amerikan toplumlarından, benzeri sorunlarda ve alanlarda yaşanabilecek bir nefrete ve tepkiye dayalı toplumsal öfkeyi ortaya çıkartma potansiyeli ve kapasitesi taşıdığını söyleyebiliriz. Daha analitik bir ifadeyle, eleştiriye dönüştürülmeyen kızmaya dayalı gelişmiş toplumsal öfke, yukarıda vurguladığımız gibi Türkiye’de devlet-toplum/birey ilişkilerinde tepkici milliyetçilikten siyasi otoriterliğe ve günlük yaşam faşizmine kadar geniş bir yelpazede istikrarsızlığı, güvensizliği ve şiddeti yaşama geçiriyor.
Bu nedenle 2007’de yapmamız gereken, yaşadığımız ekonomik, siyasi ve kültürel sorunlara yapıcı, kalıcı ve uzun-dönemli çözümler bulmaya girişmektir. Ama her şeyden önce, siyasi ve ekonomik aktörlerin, sivil toplum kuruluşlarının, medyanın ve vatandaşların toplumsal ilişkilerde genel olarak yaşanan toplumsal öfke sorusu ya da sorununa yaklaşırken:
(a) bu öfkeye neden olan kızma ve şikayet eylemini olduğu gibi kabul etmek yerine bu eylemi, Türkiye’nin daha adaletli, iyi ve demokratik yönetimine temel oluşturacak bir toplumsal eleştiriye dönüştürmeyi amaçlamaları;
(b) milliyetçi ve otoriter siyasi ideolojilerden farklı olarak, eleştiriye dönüştürülmüş kızma ve şikayet etmeye dayalı gelişecek bir toplumsal direniş ve sivil itaatsizliği yaşama geçirmeye çalışmaları;
(c) kızmaya dayalı toplumsal öfkenin özellikle modern dönemde faşizme, totalitarizme ve otoriterleşmeye yol açabildiğini unutmadan dünyanın ve Türkiye’nin bugünü ve yarınına yaklaşmak, “Bağırıyorum öyleyse varım” demek yerine “Düşünüyorum, eleştiriyorum, direniyorum, daha adaletli, iyi, demokratik bir toplum özlüyorum, öyleyse varım” demeyi tercih etmeleri gerekir.
Vatandaşlar olarak, 2006 yılında öfkelendik, kızdık. 2007 yılında “demokratik, sürdürülebilir ekonomik kalkınmasında başarılı olmaya çalışan, güvenli bir Türkiye özlemi” içinde “Türkiye’nin iyi, demokratik ve adaletli yönetimini” isteyelim. Bizi yönetenleri eleştirerek, Türkiye’yi daha iyi yönetmeye zorlayalım. Toplumsal yaşamımızda da farklılıklarımız arasında kuracağımız birliğimizi “Düşünüyorum, eleştiriyorum, öyleyse varım” diyerek kuralım. Gerek cumhurbaşkanlığı seçimi, gerekse genel seçimler gibi çok önemli, ama aynı zamanda gerilim ve çatışma yaratma olasılığı yüksek iki seçimin yaşanacağı önümüzdeki günlerde hepimiz öfkemizi eleştiriye dönüştürme çabası içinde olalım.


Paylaş Tavsiye Et
Yazara ait diğer yazılar
E. Fuat Keyman