Yönetmen-Senaryo: Onur Ünlü Oyuncular: Haluk Bilginer, Özgü Namal
Yapım: Türkiye, 2006, 104 dk.
Türk sinemasında tür filmleri son dönemde giderek ivme kazanıyor. Korku, avantür, komedi, uyarlama ve tarihî filmler derken artık nurtopu gibi bir kara film (film noir) örneğimiz de var: Polis.
Musa Rami, mafyaya karşı mücadelesiyle efsane olmuş bir cinayet masası polisidir. Ailesinin hazırladığı sürpriz bir parti ile 63. doğum gününü kutlamasından bir gün sonra kanser olduğunu ve iki ay ömrü kaldığını öğrenir. Ünlü mafya ailesi İzmitlilerin küçük kardeşini öldüren Musa Rami, bu iki ay içerisinde, hem ailesini öldürmekle tehdit eden mafyayla boğuşup, hem de kendisinden 40 yaş küçük üniversite öğrencisi Funda’ya aşkını ilan etmeye çalışır. Ancak attığı her adım onu biraz daha dibe batıracaktır.
Polis, sinema klişelerini tersyüz etmeyi hedefleyen yönetmen Onur Ünlü ve Eflatun Film ekibinin, ortak özellikleri ‘noir’ unsurlar taşımak olan Milli Cinayet Koleksiyonu ismini verdikleri serinin ilk halkası.
Batı’da II. Dünya Savaşı sonrasında gelişen korku, pesimizm ve şüpheciliğin sinemaya yansıması olarak ortaya çıkan film noir, Adem’in ilk günahıyla lanetlenen (!) insanoğlunun kirli, çürük ve adi bir dünyadaki varoluşsal yalnızlığını anlatır. Noir, absürd, avantür ve komedi gibi birçok türün öğelerini bünyesinde taşıyan Polis’e, tümüyle bir postmodern sinema örneği olarak bakmak mümkün. Bu anlamda postmodern sinema filmlerinin en önemli özelliği ‘pastiş’in (eski filmlerin yeni bir düzenlemeyle yeniden yaratılması) tüm filme egemen olduğu söylenebilir.
“Gerçek asla göründüğü gibi değildir” felsefesinden yola çıkan; ancak gerçeğin görünümleri ardındaki bir hakikat vurgusundan ziyade rölativist sularda dolanan Polis’i, aslında tam da bu felsefesinden yola çıkarak eleştirmek mümkün. Evet, hiçbir şey göründüğü gibi değildir: Her biri farklı yönetmenlerin filmlerinden esinlenerek çekilmiş teknik açıdan oldukça iyi olsa da birbirinden kopuk ‘uyarlama’ sekansların toplamı her zaman “iyi bir film” yapmaz. Mafya üyelerinin Korelilere (!) benzediği, Musa Rami’nin ise Türkiye’de yaşayan bir polisten ziyade Amerikalı looser bir karakteri andırdığı filmde, Rami’nin arada bir etrafındakilere “Cumaya gidelim mi?” diye sorması da maalesef ona yerlilik kazandırmakta yeterli olmaz. Takeshi Kitano’dan (piknik müzikali), Tarantino’ya (dövüş sahnesi) hatta David Lynch’e (sahne yinelemeler) türlü çeşit ‘esinlenme’ barındıran ve bunları aslını hiç de aratmayacak ölçüde teknik kalitede yapan Polis, aslında çok film izlemiş bir zihnin kurgu ve kamera hareketleri gibi sinematografik malzemenin tümünü ölçüsüz ve şımarıkça kullanma sendromundan muzdarip diyebiliriz. Bütün bunların arkasındaki zeka parıltısı ve sinematografi bizi heyecanlandırsa da bu unsurları bir arada tutacak bir ‘tasavvur’ yoksunluğu filmin en önemli anomalilerinden biri. Aslında Türk sinemasının özgün bir dil üretemeyişinin en önemli nedeni de bu değil mi zaten? Her şey var; ama ‘tasavvur’ yok. / Hilal Turan
Tavsiye Et
Yönetmen: İsmail Güneş
Senaryo: Ömer Lütfi Mete Oyuncular: Engin İnal, Macit Flordun
Yapım: Türkiye, 1992, 90 dk.
Çizme, 1932’de başlayan Türkçe ezan uygulamasının Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte 1950’de sona erdirilişini bir nahiye üzerinden anlatır. Ezanın Arapça okunmasına yönelik yasak her yerde kalkmasına rağmen, bu nahiyede yıllarca yerel halkı despotça yönetmiş olan CHP’li ve ‘Çizme’ lakaplı Nahiye Müdürü, “Henüz Cumhurbaşkanı onaylamamıştır” diyerek halkı oyalamaktadır. Halk Arapça ezanı tekrar duyabilmek için heyecan içinde bekleşirken, Eşkıya Boz Ali ölülerinin kefenlenmesini bile “askerin pantolonu(!) yok” gerekçesiyle engelleyen Çizme’yi öldürme niyetindedir. Siyasal metaforların yoğun biçimde hakim olduğu filmde, şapka tepeden inmeci modernleşmeyi, çizme ise halk üzerindeki jakoben ve ceberut yönetimi simgeler. Çekildiği dönemde Türkiye Yazarlar Birliği Ödülü’nü kazanan Çizme, politik hicve yaslanan anlatımıyla etkileyici bir dönem filmi. / Hilal Turan
Tavsiye Et
Yönetmen: Andrzej Wajda Senaryo: Jean Claude Carrière
Oyuncular: Gérard Depardieu, Wojciech Pszoniak
Yapım: Fransa/Polonya, 1983, 130 dk.
Çok geniş kesimlere ulaşabilen sinemanın, belli bir algılayışı kitleselleştirme ve tarihe ilişkin toplum hafızasında kalıcı izler bırakabilme özelliği yadsınamaz. Kimi zaman, resmî ideolojiler de ‘ulus’un tarihsel hikayesini inşa etmede sinemanın bu etkileyici gücünden yararlanmıştır. Bir tarihsel dönemi görselleştiren filmler, aslında ele aldıkları dönemden çok, çekildikleri dönemin kendinden önceki bir tarihsel dönemi nasıl tasavvur ettiğini yansıtır. Kuşkusuz tarihî filmler her dönem tartışmalara neden olmuş, ideolojik etkileri, içerikleri ve manipülasyon güçleri açısından hassasiyet oluşturmuştur.
Çekildiği dönemde Fransa’da ciddi tartışmalara neden olan Danton, Fransız İhtilali sonrasında 1793 sonlarındaki yoksul Paris’in kasvetli görüntüleriyle açılır. Devrim sonrasında kralın tutuklanmasında önemli bir yeri olan ve halk nezdinde kısa sürede bir kahramana dönüşen Danton, taşradaki evinden, monarşinin düşürülmesinden sonra bizzat kendisinin de yaratılmasına yardımcı olduğu terör ortamını durdurma amacıyla Paris’e geri döner. Halk tarafından coşkuyla karşılanan Danton, çevresindeki herkesi rejim düşmanı gören ve vatana ihanetten giyotine gönderen Robespierre’in etrafında toplanan Jakobenlere karşı Ilımlılar cephesinde saf tutar. Vatanseverlik karşıtı eylemler düzenlediği gerekçesiyle tutuklanarak sanık sandalyesine oturtulan Danton ve arkadaşlarının macerası 1794’te giyotinde son bulur. İnsanlara özgürlük, eşitlik ve adalet vaat eden Fransız İhtilali birçok benzeri gibi, sonunda diktatörlüğe evrilmiştir.
Polonyalı usta yönetmen Andzrej Wajda’nın ülkesindeki askerî ve ceberut yönetimin bir alegorisi olan Danton, Jakoben geleneğin mirasçısı olduklarını ilan eden Fransız sosyalist ve komünistleri öfkelendirir. Çağdaş Fransız entelektüeli, kendisi için bir rol model olan Robespierre’in zalim ve nevrotik yorumu nedeniyle filmi karşı-devrimci olmakla suçlar. Özellikle küçük bir erkek çocuğunun ablası tarafından yıkanırken Fransız devrimine ilham veren prensipleri içeren İnsan Hakları Bildirisi’nin ilk dört maddesini ezberden okumaya çalıştığı, kelimeler aklına gelmedikçe ablasının eline vurduğu sahne, devrimi ironik bir biçimde despotlukla özdeşleştirir. Fransızlar, genel olarak filmin devrimi başarısız, devrimin ‘idealize’ edilmiş kahramanlarından Danton’u sarhoş, Desmoullins’i zayıf, Robesspierre’i ise tam bir diktatör olarak sunduğunu düşünür.
Aydınlanma düşüncesinin sosyal ve politik alana uygulanmasından doğan Fransız Devrimi, yaydığı bireycilik ve ulusçuluk gibi cereyanlarla tüm dünyayı olduğu gibi ülkemiz Cumhuriyet elitini de etkiler. Bu anlamda filmi özellikle her iki cumhuriyet deneyiminin ortak noktaları bağlamında karşılaştırma perspektifiyle izlemek ufuk açıcı olabilir. / Hilal Turan
Tavsiye Et