DÜNYAYI yönetenler, dünya kupasını kendileri de rahat izlemek istediklerinden midir yoksa turnuva ile tüm dünyayı oyalayıp ardından önlerine kanla, gözyaşıyla dolu yeni senaryolar koymak istediklerinden midir bilinmez, Haziran başlarından Temmuz başlarına kadar görece sakin bir dönem yaşadık. İtalya ile Fransa arasında oynanan final maçında Zidane’ın Materazzi’ye attığı kafa gelecek şiddet dolu günlerin habercisi gibiydi.
Daha dünya kupasının mahmurluğunu üzerimizden atamadan; Hindistan’ın nükleer füze denemesi, müteakiben aynı ülkede meydana gelen ve yaklaşık 150 kişinin ölümüne sebebiyet veren patlama, Basayev’in öldürülmesi, İsrail’in Filistin’de ve Lübnan’da giriştiği seri katliamlar, Irak’ta meydana gelen ve her birinde onlarca insanın can verdiği bombalı saldırılar, doğu bölgemizde cereyan eden çatışmalarda verdiğimiz asker kayıpları ve bu kayıp haberlerine bağlı olarak gündeme gelen sınırötesi operasyon ihtimali vb. şiddet dozu yüksek haberlerin bombardımanına maruz kalıverdik.
Birbiriyle bağlantılı bu olaylar arasında en belirleyici olanı, hiç şüphesiz İsrail’in Filistin’e ve özellikle de Lübnan’a yönelik saldırılarıdır. İsrail’in bölgedeki şiddet-yoğun siyasetlerinin ve eylemlerinin amacı aslında kimsenin meçhulü değil. Ancak bu saldırıların hangi amaca hizmet ettiği ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın “yeni bir Orta Doğu’nun zamanı geldi” şeklindeki sözleriyle itiraf da edildi. Rice, aynı konuşmasında dile getirdiği “yeni bir Orta Doğu istemeyenlere bunun üstesinden geleceğimizi söylemenin zamanı gelmiştir” sözleriyle, şu anda İsrail marifetiyle gerçekleştirilen katliamların arkasında kimlerin bulunduğu, hedefte kimlerin olduğu ve katliamların hangi noktaya dek süreceği konularına bir açıklık da getirmiş oldu.
Rice’ın afiyetle mideye indirdiği güzel yemekler sonrasında tatlı ister rahatlığında söylediği “Yeni bir Orta Doğu’nun zamanı geldi” cümlesi, coğrafyamız için kanlı ve şiddet dolu yeni bir dönemin de başlayacağına işaret ediyor. Bu durum, on ve hatta yüzyıllardır huzurlu bir dönemini hatırlamadığımız bölgemiz için yeni bir şey değil aslında. Yeni olan şey; özgürlük, demokrasi, kalkınma, dünya refahı, barış vb. gibi sloganların arkasına saklanarak özünde yıkıcı ihtiraslarını -tüm dünyayı kan ve gözyaşına boğarak- gerçekleştirenlerin bugün hiçbir sloganın ardına saklanma ihtiyacı hissetmemeleridir.
Tüm dünyayla dalga geçer gibi, İsrail’in “kendini savunma hakkı”ndan söz ediyorlar. ABD’nin kendini savunma hakkı Afganistan’dan başlıyor, Fransa’nınki Cezayir’den, İngiltere’ninki Hindistan’dan… G-8’lerin her birinin birer güvenlik alanı var ve bu bölgelerde yaşayanlar, üzerinde yaşadıkları toprakları gerçekten kendi toprakları zannettiklerinde ve buna göre tasarrufta bulunmak istediklerinde kendi topraklarının kendileri için hiç de güvenli topraklar olmadığı bir şekilde kendilerine hatırlatılıyor. Hukuk, demokrasi, özgürlük, bağımsızlık, egemenlik vs. söylemlerine rağmen yaşadığımız dünyanın gerçeği maalesef bu: İşte Filistin, işte Lübnan!
İsrail’in Beyrut’a yönelik saldırılarının üçüncü haftasına girildi. Savaş teknolojisini Hitler’e rahmet okutur bir acımasızlıkta kullanan İsrail, bir ara kara harekâtına yöneldiyse de verdiği zayiatlar sonrasında tekrar hava bombardımanına döndü. Beyrut’a yönelik saldırılarında yüzlerce sivil insanı öldürdü, yüzlercesini de yaraladı. Şehrin neredeyse tüm alt yapısını tahrip etti. Gazze’ye yönelik saldırılarının zaten ne başlangıcı hatırlanıyor, ne de yaptığı katliamların toplam bilançosu. Henüz yaşını doldurmamış bebeklerin, özürlü insanların bu saldırılar neticesinde hayatlarını kaybetmiş olmaları ne 50 yılı aşkın bir süredir oynadığı “mazlum ve mağdur” rolünün arkasına saklanıp bölgeyi kan gölüne çeviren İsrail için, ne de dünya barışının hamisi rolünde önüne gelene efelenip duran, önüne kimse gelmiyorsa “şanım yürüsün ve de bahanem olsun deyip kulelerine uçaklar çaktıran” ABD için bir anlam taşımıyor. Akıttıkları kanı “kırmızı şarap” zannedip israf olmasın diye yanına ziyafet sofraları donatmakla meşgul olsalar gerek! BM gibi uluslararası örgütler ise, ABD’ye ya da İsrail’e söz geçirebilecek ne bir güce sahipler, ne de böyle bir niyete. BM; 4 gözlemcisini, patronun kim olduğunu hatırlatmak için kasten katleden İsrail’i protesto etmekten bile aciz. Cılız bir şekilde dile getirdikleri ‘ateşkes’ ya da bölgede uluslararası bir güç konumlandırmak türünden taleplerle günü kurtarma ve vicdanlarını rahatlatma uğraşındalar.
Bir de suyun bu yakasına bakalım! Fırsat bulduklarında Arap dünyasının liderliği için birbirleriyle kapışan ve hatta uluslararası toplantılarda birbirleriyle hakarete varan tartışmalara girişen Arap devletleri bu durum karşısında ne yapıyor? İsrail ve ABD’nin söylemlerine paralellik arz eder bir tarzda Hizbullah’ı ve dolayısıyla da İran’ı suçlamakla meşguller. Sahip oldukları zenginlikleri kültürel, ekonomik ve siyasî bir güce dönüştürmekten yoksunlar ve bu durumu düzeltme gayreti içerisinde de değiller. Aslında bu değerlendirmemiz, bütün bir İslam dünyasına da şamil kılınabilir. Bugün bütün bir İslam dünyasında, Emir Şekib Arslan’ın “Trablus’un çöllerini koruyamayan, Şam’ın bahçelerini hiç koruyamaz” sözünde ifadesini bulan birlik bilincinin yerinde maalesef yeller esiyor!
Meselenin ibret verici bir başka yönü de, İsrail’in gerek Gazze’ye ve gerekse de Beyrut’a yönelik saldırılarının ilk günlerinde, Türk medyasının olayları veriş biçimiydi. İsrail’in kendi ülkesinde bir sansür uygulamakta olduğunu biliyor, fakat elinin Türk gazete ve televizyonlarına kadar uzanabildiğini bilmiyorduk. Onu da öğrenmiş olduk bu vesileyle.
İlk günlerde olaylar neredeyse faili meçhul birer olaymış gibi verildi medyamızda: Ortada insanlık dışı bir bombardıman eylemi var, bombalanan insanlar, yollar, köprüler var fakat bombalayan kim belli değil. Göze çarpan ikinci bir özellik ise; İsrail’in verdiği zayiatlardan söz eden haberlerde “anne ve kızı” türünden ibareler kullanılırken, İsrail’in katlettiği insanların yaşlarını, cinsiyetlerini, statülerini, uyruklarını ve özellikle de dinlerini belirtme ihtiyacının hissedilmemesiydi. Onların yüzleri ve kimlikleri yokmuş gibi davranıldı. Oysa bombardımanın ikinci haftasında bazı gazetelere yansıyan resimlerde, Müslüman nüfusun yoğun olduğu Güney Beyrut bombardımana maruz kalırken; Marunî nüfusun bulunduğu Kuzey Beyrut’ta eğlence hayatının hızlı bir şekilde devam ettiği görülmekteydi. İsrail ordusu ya da ABD yetkililerinin açıklamaları belirtti, bildirdi, açıkladı türünden kesinlik ifade eden sözcüklerle aktarılırken; Hizbullah ya da HAMAS yetkililerinin açıklamalarına ise birer iddia olmaktan öteye gitmeyen sözler muamelesi yapıldı.
Çat Sınır-İçinde, Çat Sınır-Ötesinde Operasyon!
İsrail’in Filistin ve Lübnan’da gerçekleştirdiği insanlık dışı eylemler, ülkemizde de PKK terörü bahane edilerek sınır ötesi bir operasyonun yapılması doğrultusunda isteklerin dile getirilmesini tetikledi. PKK ile sürdürülen savaşta verilen asker kayıplarının medyada yansıtılış şekli, sınır ötesi bir operasyonu isteyen bir kamuoyunun oluşumunu hızlandırdı ve bir anda İsrail’in bölgemizde sürdürdüğü ifsat edici eylemler, PKK’ya haddini bildirmek amacıyla Kuzey Irak’a yapılacak bir operasyonun meşru gerekçesi olarak kullanılmak istendi. “Hâlâ neyi bekliyoruz” anlamında manşetler atan gazeteler ve televizyon kanalları İsrail ile Türkiye ve Hizbullah ile PKK arasında paralellikler kurdular.
Türkiye kendi güvenliği gerekçesiyle Kuzey Irak’a girer veya girmez. Fakat bu girişi meşrulaştırmak için, sistemin şımarık çocuğu İsrail’in insanlık dışı şiddet eylemlerinin örnekliğine başvurulması çocukça bir girişim olarak kalmaya mahkumdur. Çünkü dünya sistemi, İsrail’e tanıdığı “güvenliğini sağlama hakkı”nı Türkiye’ye tanımayacaktır; nitekim tanımadı da. Daha da vahimi, Müslüman halklara yönelik sınır tanımayan katliamları nedeniyle tel’in ettiğimiz İsrail’le kendi konumumuzu eşitlemek suretiyle, İsrail’in mahkûm edilmesi gereken özelliklerini de meşrulaştırıyor olmamızdır.
Meselenin farkında olunması gereken bir diğer boyutu da, bu tür bir sınır ötesi operasyonunun sadece PKK ile sınırlı kalmayacağıdır. Çünkü PKK bugün itibariyle etkinliğini kaybetmiş bir örgüt konumunda. Gerçek tehdidin ve dolayısıyla da hedefin, Kürt meselesinde öne çıkan Barzani olduğu basına da yansımış bulunuyor. O nedenle, PKK terörü gerekçesiyle girişilecek operasyon aynı zamanda Türkiye’nin Irak’taki problemlerin içerisine daha fazla çekilmesine sebebiyet verebilir mi? Dillendirilen bu operasyonun Rice’ın dile getirdiği “Yeni Orta Doğu”ya yönelik Türkiye’nin bir ön-hazırlığı niteliğini taşıdığı da düşünülebilir. Yaşayıp göreceğiz.
YAŞ Yaklaşırken!
TSK’nın önümüzdeki dönemlerdeki hiyerarşisini belirleyecek Yüksek Askerî Şura 1-4 Ağustos’ta toplanacak. Toplantının tarihinin yaklaştığı günlerde yaşanan Tümgeneral Reha Taşkesen’in istifası, Albay Ali Ergülmez hakkında soruşturma açılması gibi olaylar TSK bünyesinde ilginç bir şeylerin olduğunu açığa vuruyor. Elbette bu ilgi çekici gelişmeler, Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanı olup olamayacağından başlayarak pek çok konuda spekülasyonlara da kapı aralıyor.
Benzer tartışmalar cumhurbaşkanlığı için de yapılıyor, başbakanlık için de. Hatta bilumum bürokratik kurumların başkanlıkları için benzer süreçleri yaşıyoruz. Bu tartışmalar bütünüyle gereksiz mi? Hayır. Ancak sorunumuz, söz konusu kurumların başına yalnızca o ya da bu kişinin gelmesiyle halledilebilecek nitelikte bir sorun değil. Meselelerimiz çok daha derin ve trafikte yaşadığımız kargaşadan rüşvete, yolsuzluklara vs. varıncaya kadar hepsi birbirine bağlı ve aynı kaynaktan neşet ediyor. Dahası, çözümü için yönetilenler ile yönetenler katı arasındaki bir mutabakatı ve dayanışmayı da gerekli kılıyor.
O nedenle: Eğer uyuşturucu kullanma yaşı 11’e kadar düşmüşse, her gün millî eğitim sistemimizin içler acısı durumunu yansıtan yeni bir 3. sayfa haberini dehşet içinde okuyorsak, zenginliklerimiz sağlıklı bir araştırma ve tartışma ortamına girişilmeksizin bir geç kalmışlık duygusu içerisinde kimlerin satın aldığına ve nasıl bir geri dönüş sağlayacağına bakılmaksızın en fazla para verene satılıyorsa, kontratını sona erdirmek için çalıştığı TV kanalında akla hayale gelmez terbiyesizlikler yapanlara -ödüllendirir gibi- bir başka TV kanalında iş veriliyorsa... Toplumsal yaşantımızın hemen her alanında buna benzer örneklerle karşılaşıyoruz. Eğer bu çürümenin farkına varılmıyorsa ve yukarıda olup bitenlerin aşağıda olup bitenlerle hiçbir alakası yoksa çok tehlikeli bir sürece giriyoruz demektir. O takdirde devlet milletini, millet devletini kaybediyor demektir. Böyle bir durumda ise, yöneticiler katında kopan fırtınalar kimin umurunda olacaktır?
Paylaş
Tavsiye Et