ORTADOĞU’DA Nisan ayına damgasını vuran en önemli olay, Basra Körfezi’nde görev yapan İngiliz askerlerin İran karasularına izinsiz girdikleri iddiasıyla İran Devrim Muhafızları tarafından tutuklanmasıydı. BM Güvenlik Konseyi’nin uranyum zenginleştirme faaliyetlerini askıya almadığı gerekçesiyle İran’la ilgili daha kapsamlı yeni bir yaptırım planını kabul etmesinden yalnızca birkaç gün sonra gerçekleşen bu olay, bölgede ve dünyada büyük heyecana yol açtı. İran toplumsal hafızasında yer eden sömürgecilik döneminden kalma olumsuz İngiliz tasavvuruna değinmek, İranlıların kriz boyunca sergiledikleri davranışları daha iyi anlamak açısından faydalı olacak. Klasik anlamda hiçbir zaman sömürge olmayan İran’ın başta İngilizler ve Ruslar olmak üzere Batılı ülkelerle yaşadığı ilişkiler, acı ve gurur kırıcı anılar, gerek yöneticiler gerekse sıradan halk üzerinde olumsuz etkiler bıraktı. Kaçar hanedanlığının verdiği bütün tavizlere rağmen yıkılması, Meşrutiyet’in ilanı sırasında ve sonrasında yaşanan iç çatışmalar, Pehlevi diktatörlüğünün kurulması, Musaddık’ın işbaşından uzaklaşmasına neden olan 1953 Darbesi gibi olayların ardında doğrudan ya da dolaylı olarak İngiltere bulunuyor. Halk arasında “ülkenin başına ne geliyorsa İngilizlerden geliyor” inancı o kadar yaygın ki, birçok İranlıya göre İslam Devrimi’nin gerçekleşmesinde bile ABD lehine kaybettikleri petrol imtiyazlarının intikamını almak isteyen İngiliz petrol şirketlerinin parmağı var. Bu nedenle esir alınan İngiliz askerlerin televizyon ekranında “İran karasularına girdiğimiz için İran halkından özür dileriz” demeleri böylesi bilinçaltına sahip İranlılar için sanıldığından çok daha anlamlıydı ve bu itiraflar rejim yanlısı ya da karşıtı bütün İranlıların ulusal gururunu okşadı.
Olayın Güvenlik Konseyi’nin ikinci kararının hemen ardından gerçekleşmesi ise dikkat çekiciydi. İddia edildiği gibi karasularına birkaç yüz metre girmiş olsalar bile, İngiliz askerlerinden karasularını terk etmelerini istemek yerine ani bir baskınla onları tutuklamayı tercih etmesi, İran’ın sınır ihlaline tepki göstermekten başka bir amacı olduğu düşüncesini uyandırdı. Krizin ciddiyetinin farkında olan İran, durumu kontrolde tutmaya da özen gösterdi ve olayın ilk sıcak anlarında dünya kamuoyuna olumlu bir mesaj vermek amacıyla tutuklular arasındaki tek kadın askeri serbest bırakacağını açıkladı. Ancak İngiltere’nin sert tepkiler vermesi ve olaya Güvenlik Konseyi ile AB’yi müdahil etme çabaları karşısında İran da tavrını sertleştirdi. İngiltere’nin özellikle iç kamuoyuna yönelik “Askerlerimizi kurtarmak için her seçeneği değerlendiriyoruz” açıklamalarını etkisiz kılmak için de, askerlerin pek de kurtarılmaya ihtiyaçları olmadığını yansıtan görüntüler yayımladı. İran ilk günden itibaren ısrarla olayın ikili görüşmeler yoluyla çözümlenebileceğini vurguladı ve zamanı çok iyi kullandı. Nitekim İngiltere’nin tavrını yumuşatması, konuyu incelemek üzere Tahran’a bir heyet göndermesi ve Irak’ta kaçırılan İranlı diplomat Celal Şerefi’nin serbest bırakılması gibi adımlardan sonra İran, “Kutlu Doğum Haftası” ve “Paskalya Bayramı” dolayısıyla “İslami hoşgörü ve şefkatin bir göstergesi olarak” askerleri serbest bırakmayı kabul etti.
İran bu krizden birkaç açıdan kazançlı çıktı. Öncelikle, yasal haklarından kolay kolay taviz vermeyeceğini, gerekirse sıcak çatışmayı bile göze alacağını, kendisine yönelik diplomatik ve askerî hamlelere karşı farklı cevap seçeneklerinin olduğunu gösterdi. İkinci olarak, Batı medyası tarafından özellikle Ahmedinejad’ın şahsında oluşturulmaya çalışılan “acımasız, çılgın İranlı lider” imajı ciddi bir darbe aldı ve dünya, hediyelerle ve resmî törenle uğurlanan tutuklu askerlerin görüntülerini izledi. İç kamuoyuna “İran’ın Kaçarlar ve Pehleviler dönemindeki İran olmadığı”, “sömürgeci devletlerin Körfez’e birkaç savaş gemisi göndererek istedikleri imtiyazları aldıkları zamanların çok geride kaldığı” mesajları verildi. İran bu olayla Irak’taki diplomatlarına yönelik kaçırma eylemlerine de tahammül etmeyeceğini gösterdi. (Serbest bırakılan Şerefi’nin işkenceler sonucu delik deşik olmuş ayakları, iki medeniyetin elindeki esirlere muamele farkını söze hacet bırakmayacak şekilde anlatıyordu.) Ayrıca İran bu kriz esnasında çeşitli bölgesel olaylarda desteğine ihtiyaç duyduğu ve karşısına almamak için azami özen gösterdiği Türkiye ve çok yakın ilişkilere sahip olduğu Suriye gibi ülkelerin de inisiyatif almalarına izin vererek bölgesel dayanışma ve ilişkilere önem verdiğini göstermek istedi. Dikkat çekici diğer bir olay da, İran’ın askerlerin serbest bırakılmasından doğan olumlu havadan istifade ederek endüstriyel ölçüde uranyum zenginleştirme işlemine başladığını iddia etmesi ve Ahmedinejad’ın bunu Güvenlik Konseyi’nin askerî alandaki ambargoları da içeren ikinci kararına bir cevap olarak nitelemesiydi. İranlı yetkililerin 2000 adet santrifüj ürettiklerini açıklamaları ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın Netenz’de sayıları 1300’ü aşan santrifüjle uranyum zenginleştirme işleminin yapıldığını doğrulaması, İran’ın hedefine bir adım daha yaklaştığını gösteriyor. Uzmanlar nükleer silah yapabilmek için 54 bin santrifüje ihtiyacı bulunan İran’ın bu sayıya 2-3 yıl içinde ulaşacağını düşünüyor. Öte yandan Rusya’nın çeşitli gerekçelerle sürekli olarak Buşehr nükleer santralinin çalışması için gerekli nükleer yakıtı sağlamayı ertelemesi, İran’ın nükleer yakıt temini hususunda kendisine verilen uluslararası güvencelere neden itibar etmediğini açıklıyor. Bu arada İranlı ‘emekli’ General Asgeri’nin Türkiye’de ‘kaybolması’na benzer şekilde ‘emekli’ FBI ajanı Robert Levinson’un İran’da ‘kaybolduğu’nun ABD tarafından resmen açıklanması ve bulunması için İran’dan resmî talebi de iki ülke arasındaki soğuk savaşın devam ettiğini gösteriyor.
Bu taktik başarılarına rağmen İran’ın etrafındaki çember gittikçe daralıyor. Bu noktada Türkiye’de gerçekleştirilen ve nükleer krizin diplomatik yollardan çözümü için son şanslardan biri olarak görülen Solana-Laricani görüşmesi özel bir önem taşıyor. Bu görüşmenin gerçekleşmesi bile başlı başına bir umut; zira şimdiye kadar AB, diplomatik müzakerelerin gerçekleşmesi için İran’ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerini durdurmasını ön şart olarak öne sürüyor, İran ise bunun mümkün olmadığını belirtiyordu. İran eğer uranyum zenginleştirme faaliyetlerini durduracaksa bunu Güvenlik Konseyi’nin üçüncü kararı onaylanmadan yapmak zorunda; çünkü bu karardan sonra atılacak bir geri adım, içeride ciddi meşruiyet tartışmalarına yol açarak Ahmedinejad taraftarlarının yaklaşan seçimlerde başarılı olmalarını imkansızlaştıracak. İranlı yetkililer ciddi hesap hatası yapmaları durumunda son birkaç yıldır bölge çapında elde ettikleri kazanımlardan çok daha fazlasını kaybedeceklerini biliyor olmalılar.
Paylaş
Tavsiye Et