TÜRKİYE’DE son aylarda cumhurbaşkanlığı seçimi etrafında cereyan eden hararetli ve duygusal içerikli tartışmaların etkileri dalga dalga yayılmaya devam ediyor. “Devletin irticaî emellerle ele geçirilmesi” söylemi çerçevesinde beliren tepkisel tavırların kurumlar seviyesinde ortaya konulmasının son örneklerinden biri de YÖK kanadından gelen yeni yönetmelik oldu. Resmî Gazete’nin 11 Mayıs 2007 tarihli sayısında yayımlanan 26.519 sayılı yeni denklik yönetmeliğinin 7. maddesinin 3/a alt maddesi şu düzenlemeyi getiriyor: “Yurtdışındaki yükseköğretim kurumlarında öğrenim gören öğrencilerin programlarında; programın müfredatı ile ilgisi olmayan ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın temel ilkeleri ile 2.547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 4. ve 5. maddelerinde belirtilen amaç ve ilkelerine aykırı dersler bulunması halinde, alınan diplomalara denklik verilmez.” Geçtiğimiz günlerde bir televizyon kanalına verdiği mülakatta yönetmelikle ilgili soruları cevaplayan YÖK Başkan Vekili İsa Eşme, her ne kadar bu maddenin hedefinde “dinsel eğitim verdiği gerekçesiyle Dışişleri Bakanlığı ve yurtdışı eğitim ataşelerinin çeşitli uyarılarına konu olan üniversiteler” olduğunu söyleyerek yapılan yeni düzenlemeye “İran, Pakistan ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde eğitim veren üniversitelerde mesela inşaat fakültesi adı altında tamamen dinsel içerikli eğitim veren bölümler bulunduğu” iddiasını gerekçe gösterse de, bu yönetmeliğin yeni hukukî belirsizliklere ve keyfî uygulamalar neticesinde doğacak yeni mağduriyetlere kapı aralayabileceği açıkça görülüyor.
Disiplinlerarasılığın Baltalanması
Maddede yer alan “programın müfredatı ile ilgisi olmayan” ifadesi son derece muğlak. Böylesi bir ifade gerekçe gösterilerek her türlü disiplinlerarası çalışma baltalanabilir ve katı bir uzmanlaşmayla “bilimsel körleşme” körüklenmiş olur. Günümüzün eğitim felsefesinin çözmeye uğraştığı sorunların başında, akademideki aşırı uzmanlaşmanın getirdiği körleşme ve disiplinlerarası bağlantısızlığın çok boyutlu bir meseleyi bütüncül bir şekilde kavramada ortaya çıkardığı güçlükler yer alıyor. Bu noktadan hareketle dünya üniversiteleri müfredatlarını daha esnek ve öğrenci-merkezli bir şekilde yeniden yapılandırarak ve disiplinlerarası programları yaygınlaştırarak bu sorunun üstesinden gelmeye çabalıyorlar. Bilimin piyasa odaklı olması her ne kadar tartışmalı bir konu olsa da, şurası kuşku kabul etmez bir gerçek: Bilim dâhil her türlü insanî çaba, hayat içindir ve hayatın gereklerinden kopuk bir şekilde düşünülemez. Hayat ise piyasadan ibaret bir süreç olmayıp, hem maddî (biyolojik, ekonomik, politik) hem de manevî (entelektüel, psikolojik) ihtiyaçlardan mürekkep bir bütündür. Bu ihtiyaçları ıskalayarak bilim yapılamaz. Hayatta karşımıza çıkan sorunlar çok boyutludur ve bir tek sahada elde edilecek uzmanlığın sağladığı veriler ve kavrayışlarla çözülmesi imkansızdır. Bu noktada sorulacak “Bilim, sorun çözmeye odaklı olmak zorunda mıdır?” sorusuna verilecek cevap, “sorun çözmek” ifadesi kısa vadeli, öngörülebilir sonuçlar vadeden, somut getirileri olan, gündelik ihtiyaçları merkeze alan hedeflerle sınırlanmadığı takdirde kaçınılmaz olarak ‘evet’tir. Çünkü bilginin kökeninde ‘merak’ vardır, merak ise Aristoteles’in Metafizik’inde ortaya koyduğu şekliyle insan doğasının belirgin bir özelliğidir. Çünkü insan için, var olmanın bizatihi kendisi bir sorundur. Mesele bu şekilde serimlendiğinde, dünyadan çok uzaktaki bir gezegen yahut yıldız üzerine yapılan astrofiziksel araştırmaların da, maddenin yapısına ilişkin yürütülen teorik fizik tartışmalarının da sorun çözmeye odaklı olduğu anlaşılacaktır.
Keyfî Uygulamalara Davetiye
Yönetmelikle alakalı bir diğer sorun da söz konusu maddedeki “2.547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 4. ve 5. maddelerinde belirtilen amaç ve ilkelerine aykırı dersler bulunması halinde” ifadesi. Bu ifadenin doğurabileceği sakıncaları anlayabilmek için öncelikle bahsi geçen 4. ve 5. maddelerin yapısına bakmalıyız. Bu maddeler özetle “Atatürk milliyetçiliği”, “Türk olmanın şeref ve mutluluğu”, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilme ve bunları davranış haline getirme”, “milli kültür, örf ve âdetler” gibi kavramlara vurgu yapıyor ve yüksek öğrenimin amacını bu değerler üzerinden tanımlıyor. Verilen bu 20. yüzyıldan kalma ulus-devletçi tanım kapsamında, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yapısı üzerine ABD’de yahut Avrupa’daki herhangi bir üniversiteden eleştirel bir siyasi tarih dersi alan bir siyaset bilimi öğrencisinin durumu ne olacaktır? Ya da kendi toplumunu çözümlerken onun kültürel dokusunu hesaba katmasının gerekli olduğunun farkında olan bir Türk sosyoloji öğrencisi, yurtdışındaki üniversitesinden “İslam mimarisi ve sanatı” başlıklı bir ders aldığında alanının dışına çıkmış sayılacak mıdır?
Ortega Ne Diyor?
İspanyol filozof José Ortega y Gasset’nin, 20. yüzyılın önemli tartışmalarından biri olan eğitim reformu üzerine kaleme aldığı Üniversitenin Misyonu başlıklı küçük risalesini okuyanlar, o yılların İspanyası ile 2000’lerin Türkiye’si arasındaki neredeyse aynı dedirtecek ölçüde büyük benzerlikleri görünce dehşete kapılacaklardır. 20. yüzyılın başlarında İspanya’daki üniversitelerin ciddi bir reforma ihtiyacı vardı, fakat gerek devletin gerekse üniversitelerin reformundan bahseden insanlar sayıca çok azdı. Sebebine gelince, ima yollu dahi olsa “Kral çıplak!” diyerek reformdan bahsedebilme cesaretini gösterenler sırf bu yaklaşımlarından ötürü ya yasadışı damgası yiyor, ya da deli diye yaftalanıyordu. Ortega’nın ifadesiyle, “böyle biri İspanyol toplumunun dışına itiliyor ve sanki cüzzamlıymışçasına marjinal bir hayata mahkûm ediliyordu.” Halbuki bu talepler radikal eğilimli kişilerden geliyor değildi. En ılımlı kişilerden de gelse aynı şekilde, yani dışlanmayla sonuçlanıyordu. O yıllarda reform çağrısı yapanlar arasında yer alan Ortega da “kendi içerisinde her türlü zaafı barındıran bir statükoyu muhafaza etmede inatçı bir kararlılık gösterenler” tarafından “değişimi desteklediği ve modası geçmiş şekillerin gözden geçirilmesini teklif ettiği” için “tekrar tekrar ‘üniversitenin düşmanı’ olarak adlandırılmıştı.” Halbuki bu eleştiriler yersiz değildi. Ortega İspanya devletinin tutarsız ve samimiyetsiz tavrına isyan ediyor ve devleti, “vatandaşın fırsat buldukça yasalara uygun hareket etmekten kaçınmasına” göz yumması, “kanunları vatandaşı aldatmanın bir vasıtası olarak sahtekârca uygulaması” gibi sebeplere işaret ederek şapşallıkla suçluyordu: “Millî hayatımız baştan aşağı şapşallığın tesiri altındadır. Hareketlerinin yönlendiricisi ve esin kaynağı şapşallıktır.”
Tutarlılık ve İstikrar Şart!
Ortega’nın vurguladığı şey, akademide ve bütün devlet kurumlarında evvela tutarlılığın, istikrarın ve hakkaniyetin olması gerektiğidir. Bunlar olmazsa zemin kayganlaşır ve uzun vadeli hedefleri tutturmak imkânsız hale gelir.YÖK, 2007 yılı başında yayımladığı “Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi” başlıklı kitapta kendi çarpık sisteminin doğurduğu kötü sonuçları itiraf ediyor: “Üniversite kadrolarının oluşmasında ve yükseltilmelerinde liyakat esaslı değerlendirme pratikleri sadakat esaslı değerlendirmeleri ortadan kaldıramamaktadır.” Bu tespite karşı yöneltilecek bir “Peki niçin?” sorusu metnin içinde cevapsız kalıyor, ama bunun cevabı gün gibi aşikâr. Eğer üniversite “bütün görüşlerin özgürce ve yüksek sesle temsil edildiği çok perspektifli bir platform” olma özelliğini yitirmiş ve gücünü ve meşruiyetini üniversite dışı kurumlardan alan profesörlerin saltanat sürdüğü bir açıkhava cezaevi halini almışsa, burada liyakat esaslılık yerine elbette ki riyakârca bir sadakat esaslılık işleyecektir. Dışarıda yetişmiş insanlar da ülkelerine dönmekte tereddüt etmekte haklılar. Çünkü ABD’de ya da dünyanın başka yerlerindeki iyi üniversitelerde, hem entelektüel hem de ekonomik anlamda gerekli desteği görüyorlar. Eğer Türkiye’ye dönmek, bu yetişmiş insanlarımıza ekonomik anlamda fakirlik sınırında yaşamaktan ve entelektüel anlamda ucuz siyasal mücadelelerin bir tarafıymışçasına itham edilmek ve cezalandırılmaktan başka bir şey vadetmiyorsa, tabii ki de bu insanlar ülkelerine dönüp hizmet etmeyi göze alamazlar. Böyle bir durumda da “Beyin göçü var!” diye yakınmak, ya da Yükseköğretim Strateji metninde “arz kapasitesindeki azlık”tan şikayet etmek ve “Türkiye’nin var olan doktoralı eleman yetiştirme kanallarının yeterli sayı ve kalitede doktoralı insangücü üretememesinden” dem vurmak beylik laflar sarf etmekten öteye geçmez. Evvela icraatlarda tutarlılık ve istikrar şarttır. Bu yeni düzenleme, 80 ihtilali sonrasında üniversitelerde uygulanan tasfiye hareketini andıran yeni 1.402’likler üretmekten ve içe kapanmaktan başka bir şey getirmeyecektir. O zaman da böyle strateji metinlerinde timsah gözyaşları dökmekle yetinilir.
Paylaş
Tavsiye Et