İslâm ve Batı kitabını yazma fikri nereden doğdu? Bütün yazılı metinler gibi İslâm ve Batı da bir ihtiyaca cevap vermek için kaleme alındı. İslam ve Batı toplumları arasında giderek çetrefilleşen ilişkileri anlamlandırabilmek için küçük bir yol haritası vazifesi görmeyi amaçlıyor kitap. Bugün bu sorunu ne göz ardı etmek mümkün ne de indirgeyici yaklaşımlarla açıklamak. İslam ve Batı toplumları arasındaki ilişki gibi dinamik bir konuyu anlamak için pek çok araca ihtiyacınız var. Bunların başında iyi bir tarih bilgisi gerekiyor.
Tarih bugünde yaşamaya devam ediyor değil mi?
Evet. Ortaçağlardan bugüne İslam’ın ve Müslüman dünyanın Batı’da nasıl algılandığını anlamadan günümüzdeki bazı tepkileri anlamamız mümkün değil. Örneğin İslam’ın bir şiddet dini olduğu, kılıç zoruyla yayıldığı iddiası yeni değil; 9. yüzyıldaki Bizans polemiklerine kadar gidiyor. İslam’ın hızlı yayılmasının ve siyasi-kültürel başarılarının Avrupa’da yarattığı zihin karışıklığı ve panik hali, köklü bir direnç ve yer yer nefret psikolojisinin doğmasına neden oldu. Papa 16. Benedikt’in Bizans imparatorlarından II. Manuel’i bu çerçevede zikretmesi bir tesadüf değil. Jerry Falwell’in 11 Eylül’den hemen sonra Hz. Peygamber’i ‘terörist’ ilan etmesi de aynı tarihî birikimin sonucu.
Aynı şekilde İslam toplumlarındaki Batı algısını anlamak için de tarihe bakmak gerekiyor. Ortaçağlarda Müslüman toplumlar çok kültürlülüğün şayan-ı dikkat örneklerini Kurtuba, İstanbul, Halep, Şam, İskenderiye, Kahire, Bağdat, Basra ve Kalküta gibi birçok şehirde hayata geçirdiler. Bunun sunduğu yaratıcı enerjiyi muazzam bir kültürel üretime ve zenginliğe tahvil ettiler. Avrupa’yla ilişkilerinin şüphesiz bir “ileri cephe siyaseti” boyutu hep vardı. Fakat bugünkü kadar iki tarafı da kuşatan büyük bir gerilim yaşanmadı. Kısacası Müslüman toplumların da Batı algısı değişti.
Fakat tarih bir manayı ortaya çıkarmak için inceleniyorsa işe yarar bir şeydir. Ben kitapta bu tarihin ana hatlarını ortaya koyarken, temel sorunlara da ışık tutmaya çalıştım.
Algı-gerçeklik ilişkisi kitabınıza nasıl yansıyor?
Modern iletişim araçları sayesinde bugün gerçekliği istediğimiz gibi kurgulamak mümkün. Bu manada hepimiz bir “elastik çağ”da yaşıyoruz. Günümüzün telaş toplumlarının gerçekliği olduğu gibi takip edip anlamlandırma gibi bir çabası yok. Jean Baudrillard “(Birinci) Körfez Savaşı olmadı” dediğinde bu savaşı CNN ekranlarından izleyen insanların algı biçimine atıfta bulunuyordu. Tarihin hiçbir döneminde savaşlar bir TV ekranından izlenmedi. Bütün savaşlar acı, kan, gözyaşı getirdi ve ardından ağıtlar yakıldı; hikayeler, efsaneler anlatıldı. Şüphesiz bu da bir algı biçimi ama herhalde savaşın gerçekliğine daha uygun.
Yani bugün algıyı daha kolay kontrol edebiliyoruz.
Tabii. Bu yüzden temel algı formlarını doğru anlamadan İslam-Batı ilişkilerini de doğru tahlil etmek mümkün değil. Ayrıca bu konu artık küresel bir boyut kazanmış durumda. Bugün İslam-Batı ilişkileri Ortadoğu’nun yahut Balkanların ötesinde Hindistan’dan Çin’e, Rusya’dan Latin Amerika’ya hemen bütün dünya toplumlarının bir şekilde ilgi duyduğu bir konu.
Üstelik bu ilgiyi sadece petrol/enerji ve güvenlik meselesi olarak görmek, resmi biraz eksik okumak olur. İslam ve Batı medeniyetleri tarihte hiçbir medeniyet arasında olmadığı kadar uzun ve karmaşık bir ilişkiye sahip. Aralarında köklü bir rekabet var ve bunun beslediği ben-tasavvuru çok güçlü. Hem Avrupalılar hem de Müslümanlar tarihleri boyunca pek çok kültür ve medeniyetle karşılaştılar. Ama ne Avrupa’nın yazılı ve sözlü kültüründe, ne de İslam geleneğinde bu ikisi arasındaki ilişkinin derinliğine denk düşebilecek bir başka kültür ve medeniyet aktörü vardır. Zaten bugün yaşanan gerginliklerin arkasında tarih eksikliği değil, tam tersine uzun bir tarihin yaşanmış olması yatıyor.
Bu uzun ve karmaşık tarihi birkaç kavramla açıklamak ne kadar mümkün?
Bu bütün hermenötik tarih çalışmalarının temel felsefi sorunudur. Ben bu tarihi ve ona yön veren temel algı biçimlerini anlamak için kitapta Batı’da hâkim olan üç temel tehdit algısı üzerinde duruyorum. Birincisi İslam’ın teolojik bir meydan okuma olarak görülmesidir. İslam’ın temel dinî ve ahlakî öğretileri kendinden önceki dinlerle yani Yahudilik ve Hıristiyanlıkla hem uyum hem de ayrışma içindedir. İslam kendini İbrahimî geleneğin bir parçası, daha doğrusu son halkası ve mührü olarak tanımladığından ister istemez bu iki dinle ilişkiye girmek zorundaydı. Fakat aynı zamanda İslam, Yahudiliği ilahî mesajı tek bir ulusun tekeline vermek ve bir tür din milliyetçiliği yapmakla eleştirirken; Hıristiyanlığı teslis ve çarmıha gerilme öğretileri nedeniyle tevhid inancını zedelemekle tenkit etmiştir.
İkinci tehdit algısı, siyasidir. İslam, tarihteki bütün dinlerden çok daha hızlı ve köklü bir şekilde yayılmıştır. Bu yüzyılların “soğuk savaş dönemi”nin iki büyük aktörü Sasani ve Bizans imparatorluklarıdır. İslam’ın özellikle daha önce Bizans kontrolü altında olan bölgelerde hızla yayılması daha 9. yüzyıl Avrupa’sında büyük bir korkuya neden olmuş ve Haçlı Seferleri’nin düzenlenmesine gidecek süreci başlatmıştır.
Son olarak üçüncü tehdit algısı İslam’ın Ortaçağlardaki kültürel meydan okumasıyla ilgilidir. Müslüman toplumlar kısa bir sürede dünyadaki hemen bütün büyük kültür ve medeniyet havzalarıyla irtibata geçtiler ve 10. yüzyıldan itibaren yepyeni bir bilim, kültür, sanat ve medeniyet dili geliştirdiler. Bunun etkileri özellikle Ortaçağ Avrupa’sında çok derin olmuştur. 12 ve 13. yüzyıllarda İslam düşüncesi, eğitim kurumları, rasathaneleri, bilimsel araştırma merkezleri yahut filozofları hakkında bir şey bilmeden aydın yahut ilim adamı olmak mümkün değil. Ortaçağ Skolastik düşüncesinin kurucusu olan Aziz Thomas’ın Summa Theologica adlı başyapıtında İbn Sina ve İbn Rüşd’ün isimleri iki yüz defadan fazla zikredilir.
Bu algılama biçimleri bugün de etkili mi sizce? Son 3-4 asırda İslam ve Batı toplumları büyük dönüşümler geçirdiler…
Evet; bu tehdit algılaması bugün de farklı biçimlerde varlığını göstermeye devam ediyor. İslam köktenciliği, cihadizm, İslam terörizmi, hoşgörüsüzlük, göçmen Müslümanlar ve Batı’nın değişen demografisi (Bernard Lewis’in ‘eurobia’ uyarısını hatırlayın), Müslüman gettoculuğu, asimilasyona direnç, vs. gibi konu başlıkları, benzer algılama ve tasavvurların hâlâ çok etkin olduğunu gösteriyor.
Peki, İslam ve Batı toplumları hep çatışmak zorunda mı?
Hayır; prensipte çatışmak zorunda değiller. Kitapta buna ilişkin önemli istisnalara değindim ve farklılıklarla beraber bir arada yaşamanın mümkün olduğunu göstermeye çalıştım. Bunun için hem Batı hem de Müslüman toplumların temel tehdit algılarını gözden geçirmesi gerekiyor. Avrupa-merkezci bir tarih okumasıyla Avrupa dışındaki birikimi yok sayan, ötekileştiren tavırlardan vazgeçmediği müddetçe Batı’nın İslam’ı (ve diğer kültür ve toplumları) anlaması mümkün değil. Aynı şekilde Müslüman toplumların kurban edilmişlik psikolojisinden kurtulması ve kendi sorunlarıyla cesur bir şekilde yüzleşmesi gerekiyor. Kötü giden her şeyin arkasında ABD’yi, AB’yi, vd. aramak bizi ancak zihnî tembelliğe ve atalete götürür. Evet, çatışmak zorunda değiliz ama bunun için hepimizin aynada kendimize bir kez daha bakması gerekiyor.
Paylaş
Tavsiye Et