Küresel ısınma kavramıyla ilk ciddi yüzleşmeyi ve onun sonuçlarını merak ederek yaza giriyoruz. Aslında Ankara’nın politik havası Nisan ayının son günlerinden itibaren erkenden ısınmış durumda. Hatta kamuoyunda seçimin gerçekten yapılacağına dair inanç arttıkça, Ankara rahatlıyor; Türkiye’nin merkezinde yoğunlaşan ve artık yönetilmesi çok zor hale gelen enerji, miting meydanları vasıtasıyla ülkenin geri kalan bölgelerine dağılıyor. Ancak yorucu bir dönemin ardından tatil hazırlığına başlamak üzere olan partiler ve vatandaşlar, sersemletici yaz sıcaklarına denk gelen seçimin havasına henüz girebilmiş sayılmaz. Gerçek şu ki, vatandaş meydana gelmeye yanaşmıyor. Mahalle muhtarları, seçmen listelerinde pek çok kişinin adının bulunmaması ihtimali yüksek olduğu halde, gelip kontrol eden vatandaş sayısının çok az olduğunu söylüyor. Yani vatandaş sandığa da gelmeyebilir.
Peki, seçime iktidar hedefiyle giren parti liderleri ne durumda? Sırayla bakalım.
Tayyip Erdoğan: Seçime en hazır ve motivasyonu yüksek olan iktidar partisinin lideri. Başbakan, Türk siyasetinde klasikleşen liste depremini de cumhurbaşkanlığı seçimindeki mağduriyetin gölgesinde, en az hasarla atlattı. Fakat bu olumlu konuma rağmen, CNN Türk’teki Ahmet Hakan’ın programında yüzünün, biraz da ışık problemi ve abartılı makyaj nedeniyle “kireç gibi” görünmesi soru işaretlerine neden oldu. Bunu Ankara’nın bıktırıcı ve gerilim dolu havasına bağlayanlar da var. Çünkü Erdoğan, doğu illerinden başladığı mitinglerde yüzü en çok gülen parti lideri. Ancak geçen ay seçim beyannamesinin biraz gecikmesi “AK Parti, seçimin hâlâ Kasım ayında yapılacağını sanıyor” esprilerine neden oldu.
Deniz Baykal: 26 Haziran itibariyle, Baykal’ın elinde, AK Parti liderinin aksine, sadece seçim beyannamesi var diyebiliriz. Tabii bir de Anayasa Mahkemesi’ne yapılmış iptal başvuruları… Konuşacağı ili seçerken her zaman özenli davranan Baykal, muhtemelen meydanlarda da AK Parti’ninkine yakın bir itibar görecektir. Fakat beyannamenin popülistlikte Cem Uzan’ın “maç altı reklam vaatleri”yle yarışması, kültürlü CHP seçmeninin zihnindeki soru işaretlerini ünleme çevirebilir!
Devlet Bahçeli: Meydanlara indikçe barajı aşma umudu arttı; ancak MHP’de “Devletin başına Devlet geçecek”, “Erkek-ürkek” gibi iddialı ve çarpıcı sloganlar yok. Faraza önündeki defter kaybolmuş olsa, Bahçeli’den geriye boğaz mahreçli delişmen sesinden başka bir şey kalmayacak gibi görünüyor. En büyük handikabı kitlelerle metinsiz ve dolayısıyla samimi ilişki kuramaması.
Mehmet Ağar: AK Parti’ye oy vermemekte direnen %10 civarındaki sağ tabana Erkan Mumcu’yla birlikte önce cenneti gösterdiler, ardından cehennemi… Ortalık bir anda sosyete birleşip ayrılmaları gibi toz duman olurken, Ağar DYP’yi Demirel’e kaptırdı; Mumcu ise 2002’de AK Parti’ye katılarak kurtardığı milletvekilliğinden oldu. Aslında hâlâ kimse bir şey anlamış değil; ama bir gerçek var: Zoraki bir heyecan dalgası oluşturarak, istifalarla sarsılmış kitlesini coşturmaya çalışan Ağar’ın sesi erken kısıldı. “Adam gibi adam” sloganına sinen “erkeklik vurgusu” ve “ağır abi” pozu dağılmak üzere; benden söylemesi.
Cem Uzan: İlk çıktığı Doğu Karadeniz gezisinde traktör vagonunda havaalanına getirilen fındık ağaçlarına tutunarak iki yüklemli flaş bir vaat cümlesi kurdu: “Namussuzum(1), fındık 8 lira olacak(2).” İkincisine inananlar olduğu gibi, ilkine dikkat çekenler de oldu; “Her ikisi doğru” diyenler de… O kadarını bilmiyoruz; ama iktidar olamayacağının bilincindeki bir partiye barajı aştıracak hap sloganlar lazım. Kısacası Uzan doğru yolda.
Erkan Mumcu: En iddialı retoriğe sahip lider olarak adı “Erkan Seçim”e çıkmak üzereydi. Bütün partiler sine-i millete dönerken en öndeki Mumcu -biraz fazla mı döndü ne?- geriye dönüverdi. Şimdi Salih Abi’nin deyişiyle “yatsı barajı”nın yakınlarında dolanıyor.
Haydar Baş: “Nereden çıktı?” demeyin. Önce Ankara’nın en işlek yerlerinden Dikmen Caddesi girişine “İş, aş, Haydar Baş” temalı haşmetli seçim posterlerini ta Nisan başında astırdı -ki burası Meclis’in, Genelkurmay Başkanlığı’nın, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın, İçişleri Bakanlığı’nın ve hatta Başbakanlık binasının kesiştiği yerdir. Ardından Baş, yine projelerine sahip olamamasıyla gündeme geldi; “30 yılımı verdiğim milli ekonomi modelini diğer partiler çalıyor” diye şikayette bulundu. 2002 seçimlerinde de “Bizi bunlarla koalisyona mecbur etmeyin” demişti. Seçmen de galiba mesajı yanlış anladı. Sonuçta Haydar Hoca, kimseyle koalisyona mecbur kalmadı; ama iktidar da olamadı.
Doğu Perinçek: Üniversite hocalarını arayıp İşçi Partisi iktidarında bakanlık görevi üstlenip üstlenmeyeceklerini sormaktan vazgeçtiği söyleniyor.
Recai Kutan: Allah selamet ve saadet versin.
Tavsiye Et
Hudson Enstitüsü skandalı patladığında Ankara’nın seçim meydanlarına dağılmaya başlayan gerilim enerjisi yeniden yükseldi. Bunun en büyük nedeni, iddiaların ortasındaki Genelkurmay’ın açıklama yapmakta acele etmemesiydi. Lakin biz gafiller tayfası bu gecikmeyi “sükut ikrardandır” sözü fehvasınca yorumlamakla ne büyük kusur işlemişiz! Meğer havada, karada, denizde her daim hikmetinden sual olunmayan TSK mensupları Hudson’da da suale gerek duyulmayacak denli önemli işler peşindeymiş.
Artık rutin olduğu üzere yapılan Genelkurmay açıklamasını sonuna kadar okuma sabrı gösterenler, bir haftalık geciken cevabın TSK düşmanlarını nasıl faş ediverdiğini de öğrenme mutluluğuna erdiler. Bu bir hafta boyunca çenesini tutamayıp “Genelkurmay’dan açıklama bekleyen”ler bu süre zarfında “ibretle izlendiklerini” ve TSK’yı yıpratmak amacıyla “yaratılan bu ortamın arkasındaki aktörlerin gerçek yüzlerini” gördüler.
Fransızlar, bir izahın izaha muhtaç olması durumunda “E alors?” tepkisini verirler. “So what?” gibi bir şeydir bu.
Bizde de ordusunu, milletini, devletini karşılıksız ve katıksız bir aşkla seven sade vatandaş ile temiz kalpli münevverler buna benzer bir sıkıntı yaşıyorlar. Mesela şu sorunun tam karşılığını alabilmiş değiller: Türkiye’nin konu edildiği korkunç bir senaryoyu PKK destekçisi Celal Talabani’nin oğlu Kubat ve Amerikalı uzmanlarla aynı masa etrafında tartışan Genelkurmay’a bağlı Stratejik Araştırmalar ve Etüt Merkezi (SAREM)’nin direktörü Tuğgeneral Süha Tanyeri, Washington Askerî Ataşesi Tuğgeneral Bertan Nogaylaroğlu ile SAREM’den diğer bazı yetkililerin orada ne işi vardı?
Bu, sade vatandaş ile temiz kalpli münevverin kafasındaki soru.
Benim aklıma takılan soru ise başka: Ya Hudson Enstitüsü’ndeki o masanın etrafında Cüneyt Zapsu, Egemen Bağış, Ömer Çelik üçlüsünden biri veya ikisi veya üçü olsaydı?
Vur tahtaya üç defa!
Tavsiye Et
Bu sözü kim çıkardı bilmiyorum; ama eş anlamlısı ‘ulvî’ sözcüğü olan ‘yüce’nin Türkiye’nin en laik kurumlarından birini tanımlamak için kullanılması laik arkadaşlarımı fena halde rahatsız ediyor. 1961 Anayasası ile kurulmuş, üyeleri cumhurbaşkanı tarafından atanan fanilerden oluşan, hatta Hudson’daki “felaket senaryosu”nda başkanına suikast düzenlenmesi bile tasavvur edilebilen bir mahkeme nasıl uluhiyet kokan bir sıfatla anılır?
Kavramın doğrusu “yüksek mahkeme” olacak; çünkü Anayasa Mahkemesi, hukukî hiyerarşi içinde en yüksek yargı organıdır. Yüce denmesi, ona ilahi bir nitelik vermeyeceği gibi, yüksek demek de onun üstün hiyerarşik niteliklerini küçümsemek anlamına gelmez.
Oysa başta Dengir Mir Mehmet Fırat olmak üzere pek çok AK Partili de söze “Yüce Mahkeme…” diye başlıyor; Tabii “Yüce Mahkeme” derken Mahkeme-i Kübra’ya gönderme yapılıyor ise, ona sözümüz yok.
Tavsiye Et
Zor zamanlarda dostluğun değerini gösteren bir insan, Nusret Ağabey, güzel gördüğü ölümle tanıştı. Şuradan biliyorum: İntihar etmeyi kafasına koyan bir dostumu ona götürmüştüm. Nusret Ağabey, ölümden korkmadığını söyleyen arkadaşı bir müddet süzdükten sonra şu mealde konuşmuştu: “Ölüm kötü bir şey değildir kardeş. Yalnız güzel ölmek lazım. Yine de sen bilirsin.” Mekanın cennet olsun Nusret Ağabey, senin hayatın da güzeldi.
Tavsiye Et