“ÜLKEMİ yabancı sermayeye peşkeş çekiyorlar, buna isyan ediyorum” diye ateş püsküren sen, askerlerin sahip olduğu bankalarını Hollanda sermayesine satmalarına kahrolmuşsundur eminim. Amerikalarda “Türkiye nasıl kaosa sokulur?” toplantısına katılan askerlerin varlığından da üzülmüşsündür elbet. Halbuki duymadın mı yapılan açıklamada, “Katılmıştır ancak konuşmamıştır” deniliyor. Asker katılmış, kısa süre kalmış ve sadece dinlemiştir yani. Peki, neyi dinlemiştir? Ülkesinin Anayasa Mahkemesi’nin başkanının öldürülmesi senaryosunu. Danıştay da bunun denemesi miydi acaba? Daha başka? Masum halkının topluca katledilmesi senaryosunu. Acaba bu ‘Taksim’ kısmı işin ‘aldatmacası’dır da, operasyon zaten Ankara Ulus’ta başarıyla uygulanmış olabilir mi? İşte, fikir beyan etmeden bunları dinlemiş katılan er kişi.
Kafan karıştı değil mi? O halde, gel ey ulusalcı çocuk, seninle diz dize verip dertleşelim.
Biliyorum, aslında sen de benim gibi Anadolu’nun arka sokaklarında sahipsiz ve şefkatsiz yetiştin. Başını okşayacak şefkatli bir el, bir ‘ağabey’ eksikliğini gidermek üzere kendini soyut değerlere adadın. Mahrumiyetlerini şehrin tenha duvarlarını sahiplenerek ve buralara kazıdığın intikam dolu sloganlarla gidermeye çalıştın.
Seni “Cumhuriyet’i kurtarma” mitinginde gördüm geçenlerde. Belli ki, gaza gelip, okulunu asmışsın. Çünkü sana “Ülkeni Amerika’ya satıyorlar, bir de şeriat getirecekler” dendi. Esasen ortalıkta savrulan sen, cadde başında “kırmızı ışıkta geçenleri uyarma” rol kesmesine de ‘fit’tin; ancak talihine daha ‘kallavi’ bir proje çıktı: Ülkeyi işgalden kurtaracaktın! Kim tutar seni!
Neden baldırı çıplak olduğunu unutup başka şeyleri kurtarmaya atıldın. Ancak, bir arada bulunduğun insanlarla bilinçsiz bir göz kaymasıyla göz göze geldiğinde yanlış yerde ve yanlış kişilerle olduğunu hissetmekte gecikmedin. Eline tutuşturulan, duysa dedenin yüzünü kızartacak sloganlardan başka ortak bir şeyinizin olmadığına dair garip duygular kemirdi içini.
Biz birbirimizi iyi tanırız.
Sen mahallenin kızlarını etkilemek için zevksiz teneke kutularda satılan ucuz spreyler kullanırken, vücudu dövmeli ve solaryum bronzlu bedeniyle, sana garip gelen telaffuz ve ses tonuyla haykıran tipler, Paris gecelerinde daha fazla parlamak için üzerinde La Roche ve bilmem daha neler yazan özel losyonlar kullanıyordu.Gel gör ki onlar siyasi bir projeyi kotarmak için senin aç karnının gurultusuna ve ter kokuna bir günlüğüne ve zoraki katlanmak durumundaydı.
Akşam şehrin üzerine çökerken, sen bütün umutsuz yorgunluklarınla gecekonduna, yani ait olduğun yere sığınırken, bir daha görme şansına sahip olmadığın “günü kotarma dostların” renkli âlemlere akıyorlardı. Çalıştığı lüks otelde bir gece bile kalmaya yetecek parası olmayan arka mahalle çocukları ile aynı hikayenin malzemesisin sen.
Bu panayırda sana düşen, bir dahakinde kapıp getirmek üzere “miting malzemesi” bayrağı eve taşımaktı.
Aslında seni pek ilgilendirmez ama belki al yazmalı ninene aktarmak istersin. Oyak Grubu, Ereğli Demir Çelik’i devletten satın alınca, “ulusta kaldı” diye derin bir ‘oh’ çekmiştin ya… Peki, Oyak’ın Ereğli’yi apansız yarıştan çekilen Fransız rakibi Arcelor’a satmaya kalkıştığını duydun mu? Sana bir züğürt tesellisi: Toplumun infiali nedeniyle bu şimdilik askıya alındı. Ancak Oyak Bank’ın tümünün yabancılara satılması ise artık tüm gerçekliğiyle karşında duruyor.
Kendi adıma “zenginin malı züğürdün çenesini yorarmış” eleştirisini yapıyorum. Hatırlatayım, ulusalcı bildiklerin 2001 krizinde ülkeyi bitpazarına çıkardığında, Batılı gazeteler “Şimdi Türkiye’de mal kapatma zamanı” diye manşet atıyorlardı. İşte Sümerbank da bitpazarına düşen bir amme malı olarak sadece 50 milyar liraya (50 bin YTL) ulusalcı Oyakçıların oldu. Eh, haklarını yemeyelim, Türk filminde olduğu gibi “kız kurtarıldı”. Banka 2,7 milyar dolara yabancıya satıldı. Kabul edelim ki, “it was a good deal” (Türkçesi: Ballı kaymaklı ticaret).
Oysa Demirbank hikayesinde bu kadar şanslı değildik. Piyasa ederi 2 milyar dolar olarak konuşulan banka sadece 350 milyon dolara İngilizlere geçti. Ne de olsa, “dünyanın yerel bankası”. Ancak başka ‘satışlar’ da var. Hızlı askerci ve ulusalcı Ferit Şahenk’in, üzerine el konulması son anda engellenen bankasının tümü o dönemde 1 milyar dolar etmezken, Şahenk aynı bankanın 2005 yılında sadece %25’ini 1,5 milyar dolara sattı. Ancak bu ulusalcı arkadaş da parayı AK Parti sayesinde kazanmasına rağmen, TV’si ve radyosuyla sağdan hizaya girdi. Ne de olsa banka ‘kurtarılmıştı’.
Bütün bunlardan sonra bazılarının senin gözündeki ‘ulusalcılığı’ fena halde sarsılmış olabilir. İkimiz de üzgünüz ayrıca. Sen kendine, ben ise sana. Ülkemin kaybolan nesline yani.
Sana kötü bir haber daha: Sen kendini parçalasan da, hiçbir zaman Atatürkçüler kulübü üyesi olamazsın. Onlar da Atatürkçülüğünü asla kaybetmezler. Davranışlarına içtimaiyat denen ilim dalı birazcık yön vermiş olsa idi, bunun nedenini pekâlâ sen de bilebilirdin aslında: Sen gettoların çocuğusun. Kaderinde ‘kaybedenlerden’ yazar. Oysa onlar, payelerini emeklerinden ve başarılarından değil, mensubu oldukları kast siteminden tevarüs etmiştir. Kastın anayasasının birinci maddesi “Biz haklıyız”, ikinci maddesi ise “Marabalar haklı olunca, birinci madde geçerlidir” şeklindedir. Demem o ki; miting gününün ‘birlikteliği’ni abartma sakın. Yüzü nefretten çarpık bayan meydandakileri ‘birleşmeye’ çağırırken, aslında sana düşen, arkanı dönüp oradan derhal uzaklaşmaktı.
Ülkesi İkinci Dünya Savaşı’nı kaybettiğinden, teslim olduktan sonra pijamalarıyla birlikte sokak ortasında Amerikan askerleriyle poz vermek zorunda kalan Japon İmparatoru’ndan habersiz, kendini ayağından mevzisine bağlayarak aylar sonra bile cephede savaşmaya devam eden Japon askerleri vardı.
Bilmem ki, bu tarihsel anekdotta kendine nasıl bir kare seçersin sen, ey Son Samuray!
Paylaş
Tavsiye Et