Konuşanlar: Hilal TURAN, Hasan Basri YALÇIN
Siyaset ve medya, Türkiye’nin en önemli bunalım alanlarından ikisini oluşturuyor. Özellikle gündemin baş döndürücü bir hızla değiştiği ülkemizde medya etiği denilen şeye ihtiyaç da hızla artıyor. Kuşkusuz, Türk siyasi tarihini ve toplumu şekillendirme noktasında medyanın pek de başarılı bir sınav verdiğini söylemek mümkün değil. Ancak her alanda olduğu gibi medyada da işini hakkıyla yapan; objektif, tutarlı ve olaylara yaklaşımda soğukkanlı çizgisinden taviz vermeyen profesyoneller var. Türkiye’de objektif habercilik denince akla ilk gelen isimlerden biri de Gürkan Zengin.
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu olan Zengin, meslek hayatına Ankara’da TRT Haber Merkezi’nde yaptığı stajla adım attı. 10 yıl süreyle çeşitli televizyonların Ankara bürolarında muhabirlik, editörlük ve haber müdürlüğü yaptı; Son Durak ve Satır Arası isimli haber programlarını hazırlayıp sundu. 2000 yılından beri İstanbul’da yaşıyor. CNN Türk’te 6 yıldır Suat Toktaş ile birlikte hazırladığı ‘Editör’ programını sunuyor.
Yeni yılın ilk SöyleşiYORUM konuğu olan Gürkan Zengin’le “habere en yakın olmanın verdiği tecrübe”sinden hareketle Türkiye ve dünyada yaşanan siyasi gelişmelerden, yaklaşan cumhurbaşkanlığı ve milletvekili genel seçimlerine kadar geniş bir alanda keyifli bir söyleşi gerçekleşirdik. Zengin, sorularımızı içtenlikle ve samimi bir biçimde cevapladı. “Soru soran”ın cevaplarını merak ediyorsanız, buyurunuz.
2006 yılı hem Türkiye hem de dünya açısından oldukça hareketli geçti. Bir haberci gözüyle, sizce 2006’da yaşanan en önemli gelişmeler nelerdi? Hangi meseleler önümüzdeki yıla damgasını vuracak?
Dünyada meydana gelen en önemli gelişme, ABD’nin Irak işgali sonrasında gelinen noktadır: ABD Irak’ta yenilmiştir. 2006 sonunda bu artık netleşti. 11 Eylül 2001 saldırılarıyla okyanusların artık ABD’yi koruyamadığı anlaşılmış, savaş Amerikan topraklarına taşınmıştı. Bu, Amerikalılar açısından büyük bir toplumsal şoktu. 2006’da ise “Irak ikinci bir Vietnam olur mu?” korkularının gerçekleşmesine tanık oldular. ABD, 11 Eylül gibi bir felaketin ardından Irak’ta da yenildi. Bunun çok hayati sonuçları olacaktır.
İkinci önemli gelişme ise, 2005’te başlayan Türkiye’nin AB ile tam üyelik müzakere sürecinin 2006 sonu itibariyle AB tarafından fiilen durdurulmasıydı. Kıbrıs bahanesiyle sekiz başlığı dondurarak müzakere sürecini sakatlayan AB, “medeniyetler çatışması” tartışmalarının yapıldığı bir süreçte, “medeniyetler arası diyalog” misyonunu taşıyacak iradeden yoksun olduğunu gösterdi. Türkiye’nin AB üyeliğinin başka herhangi bir ülkenin üyeliği ile kıyaslanamayacak kadar muazzam sonuçları var. Ancak çapsız siyasetçilerin Avrupa’nın kaderini belirlediği bir dönemi yaşıyoruz maalesef.
Türkiye’de ise 2002 seçimlerinin Türk siyasi tarihi açısından bence devrim niteliğindeki sonuçlarına tanık olmaya devam ettik. Yerleşik düzenin, yeni toplumsal dinamiklere ve bunun ortaya çıkardığı yeni siyasi yapıya direnişine zaman zaman tanıklık ettik. Ama ben 2006’yı yine de, pek çoklarının aksine, sivil siyasetin ülkenin kaderine yön vermesi yolunda başarılı bir yıl olarak değerlendiriyorum.
Askerî bürokrasi-sivil siyaset ilişkisi 2006 yılında da Türk siyasi gündeminde önemli bir yer tuttu. Özellikle daha yumuşak ve dengeli bir yaklaşım izlediği iddia edilen Hilmi Özkök’ün genelkurmay başkanlığını Yaşar Büyükanıt’a devretmesinin ardından bu ilişkinin doğası nasıl değişti sizce?
Hilmi Özkök, “Türkiye’nin en temel önceliği demokrasidir” diyebilen ve bunun da gereğini görev süresi içerisinde yerine getirebilen bir genelkurmay başkanıydı. Soğuk Savaş ve 11 Eylül sonrası dünyanın temel dinamiklerini kavramış, bu yeni dünyada Türkiye’nin önceliklerini de bence doğru tespit etmişti. Bazı kesimlerde Yaşar Büyükanıt’ın genelkurmay başkanı olmasıyla birlikte bu tavrın değişeceği yönünde beklentiler vardı. Doğrusu Büyükanıt Paşa, bu beklentileri pek boşa çıkarmayacak gibi görünüyor. Zira Genelkurmay’ın zirvesinde basit bir üslup farkıyla izah edilemeyecek bir tavır değişikliği gözleniyor. Örneğin Genelkurmay Başkanı, Harp Akademileri 2006-2007 öğretim yılı açılış konuşmasında -doğrudan ismini anmasa da- Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın “Tartışmalar, laikliğin farklı yorumlanmasından kaynaklanıyor” şeklindeki sözlerini “irtica kanıtı” olarak değerlendirdi. Ardından DYP lideri Mehmet Ağar’ın Güneydoğu sorununun çözümüne ilişkin görüşlerini ‘kınadığını’ söyledi. Hükümetin Kıbrıs konusunda AB’ye yönelik limanlar manevrasını da “devletin resmî görüşünden sapma” olarak değerlendiren bir çıkışta bulundu.
Dolayısıyla Meclis Başkanı’yla da hükümetle de muhalefetle de siyasi tartışmalara giren bir Genelkurmay Başkanı var. Dünyada Soğuk Savaş’ın ardından yeni düzen henüz kurulabilmiş değil. Muazzam bir güç mücadelesi yapılıyor, haritalar değişiyor, enerji kaynakları yeniden paylaşılıyor. Türkiye’nin etrafında ateş var. Böyle bir dönemde TSK, Türkiye’nin elindeki en önemli hasletlerden biri. Dünyada pek çok şey değişti, artık ekonomik gücünüz, ordunuzun gücünden daha az önemli değil; ama yine de bölgemizde henüz değişmeyen jeopolitik bir gerçek var: Bu coğrafyada ayakta kalabilmenin yolu güçlü bir ordudan geçiyor.
Türkiye bu imkana sahip; güçlü bir ordusu var. Ancak içerideki siyasi tartışma ve çekişmelere taraf olması orduyu ve dolayısıyla Türkiye’yi zayıflatıyor. Bunu en başta da askerlerin görebiliyor olması gerekir.
Medyada yansıdığı şekliyle iç siyasette gündemi yoğun bir biçimde laiklik ve irtica tartışmaları belirlese de TESEV’in son araştırması, halkın “laikliğin tehlikede olduğu” tezine katılmadığını ortaya koyuyor. Sizce Türkiye’de medyanın gündemi ile halkın gündemi ne kadar uyuşuyor?
Bazı gerçeklerin ifade edilmesi için araştırma yapmaya gerek yoktur. Ben bu içerikte yapılan laiklik tartışmalarının geniş toplum kesimlerinde karşılığı olduğuna inanmıyorum. Türkiye’de halkın laiklikle sorunu yok. Devletle din arasındaki ilişkilere halkın gayet sağlıklı baktığını düşünüyorum. Bu da zaten Türkiye’nin tevarüs ettiği tarihî mirasın bir sonucu gibi görünüyor bana. Halk arasındaki devlet idrakine, İslam dinini algılayışına, dinî yaşayış biçimine bakınca gördüğüm şu: Bu topraklardan dinci radikalizm çıkmaz! Türkiye’de toplumun çoğunluğu türban yasağını onaylamaz, bunun kaldırılmasını ister; ama bu durum laiklikle sorunu olduğu, rejim değişikliğine sıcak baktığı anlamına gelmez. Bu tür yorumlar, halka en azından haksızlık yapmaktır. Türkiye’de rejim değişikliği isteyen çok marjinal bir kesim olabilir; ancak bunların siyaseten ağırlığı yahut rejim tartışması yaratacak kudreti olamaz. Dolayısıyla bence bu tartışmaların arkasında ya kendi halkını tanımama keyfiyeti ya da laiklik tartışmaları üzerinden yürütülen iktidar kavgası var.
Türkiye’de özellikle 2002’den sonra icraata konulan siyasetin farklı ve yeni bir politik çizgi olduğuna inanıyorum. Türkiye’de Erdoğan’la Erbakan arasında hiçbir fark olmadığını söylemek bazı kafalardaki şablonlara uyuyor olabilir; ama gerçeklere uymuyor. Aynı siyasi çizgiden geliyor olsalar da, AKP Refah Partisi, Erdoğan da Erbakan değil. 2002 seçimlerinden önce Milli Görüş hareketinden çok ciddi bir kopuş yaşandı. Yenilikçilerle gelenekçilerin genel başkanlık için kıyasıya mücadele ettiği Fazilet Partisi’nin kapatılmadan önceki son kongresi, Türkiye’de ve hatta dünyada siyasal İslam’ın gelişim sürecinde çok ciddi bir kırılmayı ifade ediyor. Kongre öncesinde yaşanan tecrübelerden hareketle Milli Görüş hareketinden gelen pek çok insan yıllardır savunageldikleri politikalarla ve ideolojik saplantılarla hesaplaştılar. Yenilikçilerin kurduğu AKP böyle bir zihinsel sorgulamanın içinden doğup geldi. Parti örgütü bütün Türkiye’de ikiye bölündü. Bunun sadece çatıda yani parti yönetimi içinde ve yönetimi ele geçirmek için verilen bir kavga olmadığı, bu kopuşun Türkiye sosyolojisinde bir karşılığı olduğu daha sonraki dönemde apaçık ortaya çıktı. Yeni partiyi kuranlar, eski politika ve söylemlerle yollarını ayırdıklarını ifade etmekle kalmadılar, son dört yıllık uygulamalarıyla da bunu kanıtladılar. Türkiye’yi tüm engellere rağmen AB üyeliğine tarihinde hiç olmadığı kadar yakınlaştırdılar. Milli Görüş kendini Batı karşıtlığıyla ifade eden bir hareketti. Bugün ise AB üyeliği için çırpınan ve sekiz başlıkta müzakereler askıya alındı diye karalar bağlayan bir Tayyip Erdoğan var. Sadece bu konuda değil, ekonomiye ve serbest piyasaya, dış politikaya bakışta belirgin farklılıklar görüyoruz. Tabii bütün bunlara rağmen Erdoğan’dan Erbakan çıkartmak gibi bir ısrarınız varsa apronda kesilen develere bakarak buna uygun analizler yapabilirsiniz! Yanlış anlaşılmasın apronda deve kesmenin analizi de ayrıca yapılmalıdır; ama bu tip absürd vakalar “rejim krizi var” söyleminin kanıtları olamaz.
Peki, AKP iktidarının dört yıllık performansını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir şeyin altını çizmek gerekir: Türkiye’de bir iktidar partisinin performansı değerlendirilirken, geçmiş ile mukayese yapılması şarttır. Bu zaten her yerde böyledir. Ben mesleğe 1989’da Berlin Duvarı yıkılırken başladım. 50 yıldır süren Soğuk Savaş bitiyordu. Soğuk Savaş sonrası 10 seneyi Ankara’da habercilik yaparak geçirdim. Gördüğüm şudur: 1991 Ekim seçimlerinden bu yana Türkiye’yi hep koalisyonlar yönetti. Bu on yılda kurulan koalisyon hükümetlerinin ortalama ömrü iki yılı bulmadı. Dünyanın neresinde olursa olsun bir ülkede ortalama hükümet ömrü iki yıl ise orada durum vahim demektir. Türkiye’de de öyle oldu. Berlin Duvarı’nın çöküşü sonrası dünyada kartların yeniden karıldığı bu dönemde Türkiye, zayıf, kısa ömürlü, başarısız koalisyonlarla on ‘altın’ yılını kaybetti.
2002 seçimlerindeki büyük tasfiye hareketi bütün bunların arkasından geldi. Yani AKP, eski partilerin kurduğu başarısız koalisyonlara tepki oylarıyla yeni bir hareket olarak ve tek başına iktidara geldi. Kötü yönetime, yolsuzluklara ve iflas etmiş bir ekonomiye tepki olarak iktidar imkanı verildi kendisine. Geçen dört yılda AKP’nin bu mesajı aldığını ve tek parti iktidarı imkanını iyi değerlendirdiğini düşünüyorum. Makro ekonomik göstergelerde başarılı bir performans gösterdi. Toplam milli gelir, kişi başı gelir, enflasyon, kamu borcu, milli gelir dengesi gibi alanlarda ulaşılan rakamları Türkiye daha önce hiç görmemişti. Dış politika ve sivil-asker ilişkilerine baktığımız zaman da çok olumsuz bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzu düşünmüyorum. AKP’nin hükümet süreci Türkiye’nin dış politikada hayati risklerle karşı karşıya olduğu bir döneme rastladı. Irak’ın işgal edildiği, İran ve Suriye’nin tehdit edildiği bir dönemde dış politikayı yönetmek kolay değil. En büyük müttefikiniz, üç komşunuzu askerî müdahaleyle tehdit ediyor. Böyle çetrefilli bir dönemde sergilenen dış politikayı başarısız görmüyorum. Ayrıca bu hükümetin bazı hayati konularda şansı da yaver gitti. Meşhur 1 Mart tezkeresinin Meclis’te reddedilmesi bu hükümetin iradesiyle olmadı; aynı şekilde sonraki dönemde çıkan tezkereyle askerin Irak’a gönderilmesine de Iraklı Kürtler karşı çıktı. Bu iki olay, tam tersi istikamette gelişmiş olsaydı bence dış politikada vahim bir tablo ortaya çıkabilirdi.
Konu dış politikaya gelmişken, 2003 yılındaki 1 Mart tezkeresinden bu yana Türk-Amerikan ilişkilerinde bir bunalım söz konusuydu. Sizce 2006 yılı içerisinde ABD ile imzalanan Ortak Vizyon Belgesi’nin ilişkiler üzerinde nasıl bir etkisi oldu?
İlişkilerin bu belgeyle ya da herhangi bir belgeyle düzeltilemeyecek kadar ciddi yapısal sorunlarla karşı karşıya olduğunu düşünüyorum. Ancak bu durumun sorumlusu, Türkiye değil, belki de tarihinde ilk kez dünyaya bu kadar dar bir ideolojik pencereden bakan Amerikan yönetimiydi. Dış politikayı Ortadoğu’ya dönük fantastik hayalleri olan neocon’lar belirlemeye başladı. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)’ni, Soğuk Savaş’ı kazanan Amerika’nın bu zaferini dünya rantına çevirme projesi olarak görüyorum. Bu durum, Türk-Amerikan ilişkilerinde muazzam bir çıkar farklılaşmasını ortaya çıkardı. Çünkü BOP’un Türkiye’nin çıkarlarına hizmet eden bir tarafı yok. İçinde yer aldığımız bölgenin demokratikleşmesi doğru bir hedef olarak görünebilir ama buna hangi yol ve yöntemlerle ulaşılacağı önemlidir. Kaldı ki, ‘demokratikleşme’ hedefinin işin sadece kılıfı olduğu çok geçmeden anlaşıldı. BOP’u 3-4 sene içinde iflas ettiren 3 olay yaşadık: İlki Irak’ın işgalidir. Uluslararası topluma açıkça yalan söylenilerek girişilen işgal, ülkeyi iç savaşa ve parçalanmaya sürükledi. İkincisi, Filistin’de demokratik yollardan iktidara gelen Hamas’ı iktidarda yaşatmamak için Amerika’nın elinden geleni ardına koymaması oldu. Hamas şu anda hem Avrupa hem de ABD’nin ambargolarıyla iş yapamaz halde. Demokratikleşme hedefinin sadece bir kılıf olduğu, Filistin’de çok açık bir şekilde ortaya çıktı. Üçüncüsü de, İsrail’in ABD’nin desteğiyle Lübnan’a saldırarak tüm ülkeyi tarumar etmesidir. Çoluk çocuk yüzlerce sivilin katledildiği, bütün ülkenin harap edildiği bu saldırıyı ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Tel Aviv’den “Yeni Ortadoğu’nun doğum sancıları” diye nitelendirebiliyordu.
BOP, fiilen iflas etmiştir artık. Bugün gelinen noktada ise Türkiye dahil bütün dünyada Amerikan karşıtlığı yükseliyor. Bu son derece doğal. Türkiye ve ABD’nin Ortadoğu’ya bakışı inanılmaz derecede farklılaştı. Artık bu ilişkinin eski konumuna dönmesi kısa vadede çok zor görünüyor. Bunun sorumlusu da ABD’nin bölgeye yönelik politikalarıdır. Irak’taki bu yenilgiden ve bütün dünyanın gözünde prestijinin yerle bir oluşundan sonra Bush yönetiminin son günlerde yeni bir arayış içine girdiğini gözlemliyoruz. Eğer ABD’nin Irak politikasında ve hatta dünyaya bakışında bir değişim gerçekleşirse, politikalarını yeniden mantıklı bir çizgiye çekecek olursa, Türk-Amerikan ilişkileri eski seyrine geri döner. Yani ilişkilerin düzelmesi için Amerika’daki mevcut zihniyetin ortadan kalkması gerekir.
Tekrar iç siyasete dönersek Türkiye’de normal seçim takviminin uygulanacağını düşünüyor musunuz? Genel seçimler öncesi AKP’ye kaşı ittifak senaryolarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Erken seçim ihtimali artık sıfırdır. Seçim öncesi ittifaklarının gerçekleşmesine de açıkçası ihtimal vermiyorum. Son günlerde MHP-CHP yakınlaşmasından yola çıkılarak bu tip değerlendirmeler yapılıyor; ama siyasetin doğası ve tarihî seyri düşünüldüğünde CHP ile MHP’nin bir araya gelmesinin mantıklı bir senaryo olduğunu zannetmiyorum. Bir araya gelebilecek bir ortak taban ve tavanları olmadığı gibi, bunu sağlayacak olağanüstü bir siyasi tablo da yok. Ben seçim öncesi bir siyasi ittifak beklemiyorum, ama seçimden sonra seçim sonuçlarına göre koalisyon hesapları gündeme gelebilir. Parlamentoya ikiden fazla, hele üçten fazla parti girerse o zaman bir şekilde yine koalisyonları konuşmaya başlayacağız demektir. Ben bugünden bakıldığında barajı en fazla üç partinin aşabileceğini düşünüyorum. Barajı DYP aşarsa MHP’yi; MHP aşarsa DYP’yi dışarıda bırakacak gibi geliyor bana. Bu iki partinin birlikte meclise girmesinin zayıf bir ihtimal olduğunu düşünüyorum. Bunun için AKP’nin çok fazla yıpranmış olması gerekiyor ki ben o derece bir yıpranma gözlemlemiyorum.
Eğer DYP girerse AKP, CHP ve DYP’li bir meclis Türkiye’deki siyasi ve ekonomik istikrarın devamını engellemez. Mehmet Ağar’ın son birkaç aydır ortaya koyduğu açılımlar, devletten uzaklaşarak topluma yaklaşan bir siyasetin işaretlerini veriyor. Ağar’ın bu yaklaşımı, seçim sonrasında bir koalisyon olacaksa bunun AKP-DYP koalisyonu olabileceğini düşündürüyor. Temsil ettikleri tabanlar çok farklı; ama Türkiye’deki temel tartışma konularında görüşleri birbirine çok yakın. Ancak meclise üçüncü parti olarak DYP değil de MHP girerse durum çok daha farklı olur.
2006’da Türk siyasetinde en çok konuşulan çıkışlardan biri DYP lideri Mehmet Ağar’a aitti. Ağar’ın “dağda terör yerine ovada siyaset” açılımı Türk siyasetinin Kürt sorununda yaşadığı tıkanıklığı giderebilir mi, yoksa bu sadece Güneydoğu’daki seçmeni kazanmaya yönelik bir manevra mı?
DYP tabanı itibariyle bir köylü partisiydi, hâlâ da öyle. Fakat Türkiye’nin gelişim dinamikleri belli. Türkiye giderek daha eğitimli, daha şehirli, daha güçlü orta sınıfı olan bir ülke olma yolunda ilerliyor. Mehmet Ağar bir köylü partisinin başına geldi. Ama bence Türkiye’nin bu yeni dinamiklerini doğru okudu ve politikasını buna göre yönlendirmeye başladı. Bürokrasinin içinden gelen, devlet memuru olan birinin sosyolojik olarak Türkiye’nin nereye gittiğini görüp partisinin çizgisini buna uyarlamaya çalışması çok önemli bir olay. Ağar, millete “Ben sizin babanızım” tarzındaki yaklaşımların artık geçerli olmadığını gördü. Bu minvalde Ağar’ın çok ilginç ve çarpıcı demeçleri oldu son dönemde. Bunlardan hiçbir geri adım da atmadı. Ağar’ın yeni yaklaşımının sivil siyasete çok ciddi bir katkı olduğunu düşünüyorum.
“Dağda terör yerine ovada siyaset” yaklaşımının Güneydoğu seçmenine yönelik basit bir manevra olduğunu zannetmiyorum. Ağar, yıllarını bu mücadeleye vakfetmiş bir isim olarak bu işin sadece askere, polise havale edilerek silahla çözülemeyeceğini görmüş durumda. Ama bu, Ağar’ın DTP çizgisine girdiği anlamına da gelmiyor. Ben bu açıklamayı Türk siyasetçisinin Güneydoğu halkıyla temasını kaybetmeme gayreti olarak gördüm. Yoksa Ağar’ın devlet deneyimi, bir af çağrısının belli bir zamana ve zemine vabeste olduğunu bilmeyecek kadar az değildir diye düşünüyorum. Kaldı ki bu demeç, siyasetin bilhassa hükümetin bu konuda manevra alanını genişletti.
AKP’nin de Kürt sorununda bir açılımı oldu. Erdoğan Diyarbakır’a giderek bazı olumlu mesajlar verdi; ancak bunun devamı gelmedi. Ağar’ın ki de buna benzeyebilir mi?
AKP’nin fazla bir gelişme kaydedemediği alanlardan biri bu. Kürt ya da Güneydoğu sorunu, Cumhuriyet’in ilk yıllarında olduğu gibi son 20 yıldır da Türkiye’nin en büyük sorunu niteliğinde. Önümüzdeki yıllarda da öyle olmaya devam edecek gibi görünüyor. Türkiye’nin önünü tıkayan, gelişimini yavaşlatan, umutlarını kıran ve daha önemlisi yakın bir gelecekte çözümü görünmeyen bir sorun bu.
AKP bu konuda geçmişe ilişkin bagajları olmadığı için rahat hareket edebilecek bir noktada; ama Türkiye’nin demokratikleşme düzeyi bunu bir partinin tek başına çözebilmesine imkan vermiyor. Bunun için Ankara’daki bütün ilgili devlet kurumlarının ve siyasi partilerin ortak bir çizgide buluşması gerekiyor. Kaldı ki, Öcalan’ın İmralı’dan verdiği mesajlara ve çözüm denince neyi kastettiğine bakınca bu meselede çözümün de pek yakın olmadığı görülüyor. Mevcut durum Türkiye için önemli riskler barındırıyor. Irak parçalanma sürecinde ve sürecin nerede duracağı belli değil. Böyle bir ortamda Kürt sorununu çözebilmek ve bu sorun üzerinde konuşabilmek o kadar kolay değil. Ben AKP’nin bu konudaki savrulmalarını biraz buna bağlıyorum.
Türkiye’de 2002 ile başladığını iddia ettiğiniz dönüşüm sürecinden muhalefet ne ölçüde etkilendi? Muhalefet yapma biçiminde bir değişim oldu mu sizce?
DYP dışındaki partilerin pek etkilendikleri söylenemez. Eskiden siyasi partiler din-iman edebiyatıyla halktan oy toplardı, bugünlerde de vatan-millet söylemi ön planda. Oysa halk, Türkiye’de kavganın vatanını, milletini sevenlerle sevmeyenler arasında olmadığını artık anlamış durumda.
Tek tek partiler bazında bakarsak, hem devleti kurmuş hem devlet tarafından kurulmuş bir parti olarak CHP’nin, devleti halka karşı korumak gibi absürd bir siyasi çizgisi olduğu görülüyor. Ecevit’e “bu partiyle olmaz” dedirten de Ertuğrul Günay’ı partide nefes alamaz hale getiren de bu çizgiydi. Dolayısıyla ben CHP’deki sorunun Deniz Baykal’ın şahsından kaynaklandığını düşünmüyorum. Dünyada ve Türkiye’de halk kitleleri siyasette giderek daha fazla belirleyici oldukça, CHP’nin bu yaklaşımı daha da arkaikleşecek ve CHP giderek marjinal bir parti haline dönüşecek gibi geliyor bana.
CHP, tarihten gelen bu özrüne rağmen, kendisini kitlelere ‘sol’ diye tanıtmayı başardı. Türkiye’deki sağ-sol tarifindeki trajik yanlışın bir tezahürüydü bu. Bundan sonra bu yanlışta ısrarın da artık mümkün olacağını zannetmiyorum; zira Türkiye’de bu konudaki kavram kargaşası da yavaş yavaş dağılıyor. Türkiye giderek daha yüksek bir sesle “CHP’nin solculuğunu” tartışır hale geldi. Kemal Tahir’in, İdris Küçükömer’in Türkiye’de sol düşünceye ilişkin tespitlerinden -Ecevit’in bir dönemi hariç- Türkiye neredeyse hiç yararlanamadı. Ama o tespitler orada duruyor. Ertuğrul Günay’ın bugünlerde Kemal Tahir ve İdris Küçükömer’den söz etmesi boşuna değil.
Peki, cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili öngörüleriniz var mı? Mevcut senaryoları nasıl değerlendiriyorsunuz? Mesela Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olursa AKP’nin dağılacağı söyleniyor, siz buna katılıyor musunuz?
Ben cumhurbaşkanını bu meclisin seçip seçemeyeceği tartışmalarını abesle iştigal görüyorum. Serbest seçimlerle oluşmuş bir parlamento anayasa gereği, anayasada belirlenmiş ölçüler içinde zamanı geldiğinde cumhurbaşkanını seçer. Karar parlamentonundur. Peki, Erdoğan cumhurbaşkanı olmalı mı? Bence, olmamalı. 1991-2002 dönemine, Özal-Demirel, Demirel-Çiller, Sezer-Ecevit çekişmelerine tanık olduk. Ankara’daki bu gerilimler, Türkiye’ye zaman ve enerji kaybettirdi.
Erdoğan’ın Çankaya Köşkü’ne çıkması halinde orada deyim yerindeyse rahat duracağına inanmıyorum. Bir süre sonra başkanlık sistemi tartışmalarını başlatacaktır; başbakanlığı süresince makro dengelerde başarı grafiği çizdiği için Çankaya’ya çıktığında hükümetin icraatlarını beğenmeyecek, hatta müdahalelerde bulunacaktır. Erdoğan’ın karakterinin de buna uygun olduğunu düşünüyorum.
Bugünkü Abdullah Gül-Tayyip Erdoğan uyumu Çankaya-hükümet ilişkilerine de yansıyacaksa sorun yok. Gül, Erdoğan’ın toplumun bir bölümünde kabul gören karizmasına, Erdoğan da Gül’ün uzlaşmacı kişiliğine ve soğukkanlılığına sahip değil. Farklı özellikleri olan bu ikili kompozisyon, partinin politikalarında aslında umulmadık bir denge de sağladı. Ama Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı durumunda bu uyumun sürebileceğine pek ihtimal vermiyorum. Gül, bildiğim, tanıyabildiğim kadarıyla Erdoğan’ın ‘kuklası’ olacak bir kişilik değil. Dolayısıyla kendisini rencide ettirmez. Eğer bir cumhurbaşkanı-başbakan kavgası başlarsa, Erdoğan’ın AKP içindeki gücü dikkate alındığında, partinin çok büyük sıkıntılara girebileceğini düşünüyorum. Gül, dışişleri bakanlığını başarıyla yürütebilmiş, soğukkanlı, dengeli, uzlaşmacı bir kişilik. Cumhurbaşkanlığı makamını daha iyi taşıyabilecek biri. Bence Türkiye için bugünlerde konuşulan formülün tam tersi, yani Cumhurbaşkanı Abdullah Gül-Başbakan Tayyip Erdoğan formülü daha sağlıklı.
Çok teşekkür ederiz.
Paylaş
Tavsiye Et