Konuşan: Ebru AFAT
Bu ayki SöyleşiYORUM konuğumuz, Başbakan Mahathir Muhammed ile birlikte Malezya’nın Dünya Bankası tarafından ‘mucize’ olarak adlandırılan ekonomik dönüşümüne imza atan Enver İbrahim. İbrahim, 1980’lerden itibaren, Malezya’ya “çağ atlatan” Mahathir’in hep yanında yer aldı. 1991’de maliye bakanlığı görevine getirilen, 1993’te de başbakan yardımcısı sıfatını alan İbrahim, o sıralarda Mahathir’in veliahtı olarak gösteriliyordu. Ancak 1997’de Asya’yı sarsan ekonomik kriz bu tabloyu bir anda tersine çevirdi. Krizle nasıl başa çıkılacağı konusunda Mahathir ile anlaşmazlığa düşen İbrahim, 1998’de görevinden alındıktan sonra yolsuzluktan gayr-i ahlaki davranışlarda bulunmaya kadar bir dizi suçlama ile yargı karşısına çıkarıldı ve suçlu bulunarak hapis cezasına çarptırıldı.
Uluslararası kamuoyunun baskısı üzerine 2004’te serbest bırakılan ve ABD ile İngiltere üniversitelerinde ders vermeye başlayan Enver İbrahim ile ekonomik krizlerden serbest piyasa ekonomisine, demokrasiden laikliğe uzanan geniş yelpazede ilginç bir konuşma yaptık. Ve bu sayede İbrahim’in kimilerince ılımlı İslam, kimilerince de Amerikan yanlısı olarak adlandırılan yaklaşımını irdelemeye çalıştık.
1997’de Asya’da yaşanan kriz sırasında dönemin Malezya Maliye Bakanı olarak İMF’nin önerdiği iyileştirme planını desteklediniz; devletin yerli şirketlere teşvik vermesine ve ülkedeki yabancı yatırımları kontrol etmesine karşı çıktınız. Batı’nın, özellikle de ABD’nin siyasi saldırganlığı ile küresel şirketlerin ve spekülatörlerin ekonomik çıkarları arasında bir ilişki olduğunu düşünmüyor musunuz?
Öncelikle dönemin Malezya Başbakanı Mahathir Muhammed’in bu krizin Malezya ekonomisine yönelik bir Yahudi komplosu olduğu şeklindeki görüşüne katılmadığımı söylemek istiyorum. Doğru sonuçlara ulaşmak için doğru değerlendirmeler yapmalısınız. Malezya ekonomisinin ana damarları Çinli azınlığın kontrolü altında. Yani bu durumda Müslümanların siyasi açıdan ekonomik gücü ellerinde tutan yabancıların değil, Çinlilerin kontrolünde olduklarını söylemeniz gerekir. Müslüman Malayların ekonomideki toplam payları sadece %20 civarında. Ben İMF ve Dünya Bankası ile temasa geçilmesini destekledim; çünkü uluslararası anlaşmaların hükümleri İMF ile müzakere masasına oturacağımızı açıkça ortaya koyuyor. Bu müzakereleri yapmak benim kişisel tercihim değil, maliye bakanı olarak devraldığım sistemin bir gereğiydi.
Şimdi Endonezya’da İMF reçetelerini uygulamaktan kaynaklanan bazı sorunlar yaşanıyor söz gelimi. Çünkü bu reçeteler çok sert ve çok katı; ama her halükarda İMF sadece krizin ardından yaşanan olumsuzluklardan sorumlu tutulabilir. İMF’ye başvurursunuz; çünkü zor durumdasınızdır. Burada sorulması gereken, neden ekonomilerde İMF’ye başvurmayı gerektiren sonuçlar alındığı sorusudur. Asıl sorun kendinizden kaynaklanmaktadır. Eğer yolsuzluk içinde yüzerseniz, arkadaşlarınızı ve çocuklarınızı kayırırsanız, bütün temelleri zayıflatırsınız. Gerçekte var olan sorunları vaktinde çözmeye çalışmazsanız, tam da ekonominizin patlama yaptığı bir sırada aslında mevcut yapının her türlü saldırıya açık olduğunu görürsünüz. Ardından da daha küçük bir ekonomiyi, kurlarda yaşanan spekülasyonları ve daha birçok mali kısıtlamayı kabul etmek durumunda kalır ve bütün ekonomik tercih haklarınızı kaybedersiniz. Burada bir noktayı açıklığa kavuşturmama izin verin. Maliye bakanı olduğum dönemde büyük bir bütçe fazlamız vardı -ki bu benim ekonomiyi nasıl yönettiğimi gösterir. Bu sebeple 1997’de krizle karşı karşıya kalındığında Endonezya, Tayland ve Güney Kore’ye oranla Malezya, bu krizi daha az zararla atlatmayı başardı; çünkü bizim ekonomimiz onlarınkinden daha iyi bir pozisyondaydı.
Ancak siz 1998’de Mahathir Muhammed tarafından görevinizden alındıktan sonra Malezya İMF’nin planlarını kabul etmeksizin ekonomik krizden çıkmayı başardı. Bu duruma ne dersiniz?
Öncelikle burada büyük bir yetenek söz konusu değil, bunu yapabilirlerdi ve yaptılar. Ayrıca kurlar zaten benim görevde olduğum süre zarfında tamamen kontrol altına alınmıştı. Krizden sonra ekonomide ne tür bir başarı sağlandığını ölçebilmek için verilere bakabiliriz. 1997’de Malezya’daki şirketlerin borsadaki değerleri Güneydoğu Asya’nın zirve noktasıydı. Bizim ardımızdan da Singapur geliyordu. Bugün Malezya, şirketlerinin borsa değerleri açısından bölgede Singapur’un ardından üçüncü sırada yer alıyor. Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarında ise Singapur, Tayland ve Endonezya’nın ardından geliyoruz. Mevcut bütçe açığımız ve bundan kaynaklanan bir sürü sorun da cabası. Bunlar propaganda değil, sadece gerçekler. Peki ama Malezya ekonomisi Sahra Altı ülkelerininki kadar kötü bir durumda mı? Elbette hayır, Malezya ekonomisi çok daha iyi bir durumda. Malezya hâlâ huzurunu koruyor; ama gittikçe daha fazla yolsuzluğun yaşandığı bir ülke haline geliyor. Devlet ekonomiyi kontrol ettiğinde sistemin ne hale geldiğine iyi bakmak lazım. Otoriter liderler daima ekonomiyi kontrol etmek isterler, ama bir defa ekonomiyi kontrol altına aldıktan sonra burada durmaz; medyayı ve hatta yargı organlarını da kontrol etmeye kalkışırlar. Sonuç olarak devlet yapısı içerisinde yer alan bütün sivil toplum kuruluşları ya bloke edilir ya da ortadan kaldırılır.
Yani kısacası ekonomiyi kont-rol etmenin sistemin bütün unsurlarını kontrol etmenin bir ön şartı olduğunu söylemeye çalışıyorsunuz.
Evet kesinlikle. Bu yüzden ekonomi kontrol yerine, idare edilmelidir. Ekonomiyi en iyi şekilde idare ettiğinizde insanlar size ve ekonomiyi yönetme biçiminize saygı duyarlar ve siz de çok daha iyi sonuçlara ulaşırsınız. Mesela Türkiye’yi ele alırsak; Türkiye demokratik bir ülke ve ekonomisi de yaşanan bütün krizlere rağmen iyi durumda; ekonomiyi kontrol eden otoriter bir yönetime ihtiyacınız da yok. Endonezya da artık demokratik bir ülke ve ekonomisi eskisine göre daha iyi. Bu durumda neden devletin kontrolünün artmasını isteyelim ki?
Yolsuzluk, düşmanlık, tiranlık gibi Müslüman ülkelerde yaygın olarak görülen bazı sorunlar üzerinde sıklıkla duruyorsunuz. Peki, ama neden bu sorunlara çözüm olarak liberalizm ve serbest piyasa ekonomisini sunuyorsunuz? Eğer Müslüman ülkelerin bu tür sorunları için en iyi çözüm liberalizm ve serbest piyasa ekonomisi ise, her ikisi de demokratik olan ve 2000’lerin başında ekonomik krizlerle sarsılan Arjantin ile Brezilya örneklerini nasıl değerlendireceğiz? Üstelik de İMF reçetelerini uygulamasına rağmen ekonomisini düzeltemeyen Brezilya’nın durumu ortadayken…
Devletin ekonomiyi kontrol ettiği ve ekonominin de iyi durumda olduğu demokratik ülke örnekleri de verebilirsiniz. Ama genel kurala baktığımızda dünyadaki en başarılı ekonomilerin tamamının demokratik ülkeler olduğunu görürüz. ABD’den Avrupa’ya, Güney Kore’den Japonya’ya kadar bu böyledir. Demokrasinin mevcut sorunların hepsine yanıt verebildiğini iddia etmiyorum. Burada insanî bir yönetimin, şeffaflığın, özgür ve sorumlu bir medyanın da olması gerekiyor. Medyanın özgürlüğü kadar sorumluluğu da önemli. Zira aşırı zengin işadamlarının kontrolündeki medya büyük bir etkiye sahip olur -ki eğer ahlaki standartlarınız da yoksa böylesi bir medya- topluma büyük zararlar verebilir. Batılılar liberalizm ve serbest piyasayı asli unsur olarak görüyorlar. Ben de şunu sormak istiyorum; ekonomiyi kontrol etme emrini kim verebilir? Peygamberimiz Hz. Muhammed serbest piyasa ortamında ticaret yapan birisiydi, “düşünceleriniz fiyatları kontrol etmesin” demişti ve bence ideal bir serbest piyasa kişisiydi.
İyi ama o dönemin serbest piyasa anlayışı ile günümüzün serbest piyasa kavramı aynı olabilir mi?
İlke aynıdır. Serbest piyasa demek, güçlü bir düzenleyici çerçeveye sahip olmak demektir. Serbest piyasa güçlü olmalı. Liberal teorinin kurucu babalarından Adam Smith de Ulusların Zenginliği kitabında bunun üzerinde duruyor. Serbest piyasanızın yanı sıra kurallarınız da olmalı. İnsanlar serbest piyasaya kumarhaneye gider gibi gidiyorlar. Tıpkı bugünkü borsalarda olduğu gibi. Bu durumda insanların yaptıklarından sorumlu olmaları gerekir. Kamuoyu hangi durumda kâr edip etmeyeceğine özgürce karar verebilmeli.
Örneğin, ABD’deki serbest piyasa Enron skandalını üretti. ABD’nin en güçlü şirketlerinden biri olan Enron’un yöneticilerinin borsada manipülasyon yaptıkları ortaya çıktı. Ama ABD hâlâ dünyanın en güçlü ekonomisine sahip; çünkü Enron skandalının sorumlularının tamamı hapse gönderildi. Hangi Müslüman ülkede yolsuzluk yapan işadamları gerçek anlamda cezalandırılıyor, söyleyebilir misiniz? Meselenin kırılma noktası burada. ABD’nin yaptığı yanlışları konuşmanın şu sıralar çok popüler olduğunu biliyorum. Ben de Filistin ve Lübnan’a yönelik saldırılarında İsrail’e sınırsız destek vermesi gibi ABD’nin aldığı birçok dış politika kararını kınıyor ve eleştiriyorum. Fakat aynı zamanda objektif olmamız ve ABD’nin yanlışları kadar doğrularından da bahsetmemiz gerektiğini söylüyorum. Ve Müslüman entelektüellerin bütün bu meseleleri açıkça ele almalarının bir zaruret olduğunu düşünüyorum.
Türkiye’nin İslam dünyasındaki yeri hakkında neler söyleyebilirsiniz? Ve ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın ifade ettiği şekliyle, ABD’nin Ortadoğu’ya demokrasi getirme ve yeni bir Ortadoğu inşa etme planlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Eğer birileri -bu Amerika, Türkiye ya da Güney Afrika olabilir- özgür demokrasiden, cinsiyet eşitliğinden, farklılıklara saygıdan, çok-kültürlülükten bahsediyorsa, bu herkes için iyi bir şeydir. Benim burada soracağım soru, yapılanlar ile söylenenler arasında tutarlılık olup olmadığıdır. Ortadoğu’ya demokrasi ve özgürlük getirmekten bahsedeceksin, ama demokratik bir ülke olan Lübnan’ın yerle bir edilmesine göz yumacaksın. Bazı halkların özgür davranmalarına izin vereceksin, ama bazılarının, mesela Filistinlilerin özgürlüklerini engelleyeceksin. Görüldüğü gibi ABD’nin söyledikleri ile yaptıkları arasında en ufak bir tutarlılık bulunmuyor. Demokrasiyi yaygınlaştırmak suretiyle yargı bağımsızlığını sağlamak istiyorsa ABD, tabii ki bunu desteklerim. Afrika, Asya ve Avrupa ülkelerinde özgür medyayı destekleyecek kurumlara sahip olmak istiyoruz, diyorlarsa buna da karşı çıkmam. Fakat ABD’nin demokrasiyi yaygınlaştırmak söylemi maalesef birçok kuşkunun doğmasına neden oluyor; çünkü tutarlılıktan yoksun ve kullandığı kavramlar da açıkça birbirine tezat.
Ben burada tavrımı ABD’nin politikalarından değil, özgürlükten yana koyuyorum. Konu özgürlük ve demokrasi olduğunda niçin Müslüman ülkeler daima özür dileyici ve savunmacı bir pozisyon içinde bulunsunlar ki? Bu soruya yanıt ‘ABD’ olarak gelecektir, ama lütfen ABD’yi bir tarafa bırakın. Bu noktada sürekli Türkiye ile Endonezya’yı örnek gösteriyorum. Türkiye’de Başbakan Tayyip Erdoğan ve AKP hükümetinin, Endonezya’daki Demokrat Parti hükümetinin deneyimlerine çok güçlü bir biçimde inanıyorum. Bu iki ülkenin de çözmeleri gereken sorunları olmasına rağmen; yine de bütün Müslümanların bu deneyimlerden çıkaracağı önemli dersler var.
Malezya İslam dünyasının ekonomik mucizesi olarak biliniyor; ancak röportajın başında belirttiğiniz gibi Malezya ekonomisinin ana damarları Çinli azınlığın kontrolü altında. Bu durumun değişme ihtimali yok mu ya da nasıl değişebilir?
Maliye Bakanı olarak hiçbir zaman Malezya’nın bir mucize olduğunu söylemedim. Bu ifadeyi Dünya Bankası kullandı ki bu da tamamen bir aldatmaca. Bir mucizeden bahsediyorsanız, ekonominizdeki büyümede, sosyal adalette, serbest piyasada, özgürlüklerde, eğitim ve sağlık hizmetlerini sağlamadaki eşitlikte bir mucizeden bahsediyorsunuz demektir. Eğer bu göstergelerde iyi bir seviyede değilseniz, ortada bir mucize de yok demektir; Malezya’nın da bu açılardan bakıldığında bir mucize olmadığı ortada. Ancak Malezya’nın görece birçok Müslüman ülkeden daha başarılı olduğu da bir vakıa. Müslümanlar Malezya’da çok aşağı bir noktadan şimdi bulundukları konuma geldiler. Müslüman Malayların toplam nüfustaki oranı bugün %60 civarında -ki bu oran Malezya 1963’te bağımsız bir ülke haline gelmeden önce çok daha düşüktü. Benim Çinlilerin ekonomik açıdan Müslümanlardan daha iyi bir pozisyonda bulunmalarından hiçbir rahatsızlığım yok; çünkü çok çalışıyorlar. Burada siyasi ve ekonomik açıdan esas önemli olan husus, Malezya’daki Müslümanları ve Çinlileri bir araya getirip ülkeyi yukarılara çekmek için beraber hareket etmelerini sağlamaktır. Bu noktada Çinliler ve onların ekonomideki konumları ülkeyi daha yukarılara çekmek ve ekonomiyi genişletmek için iyi bir kaldıraç olabilir. Yeter ki Müslümanlar yozlaşmasın ve kontrolü tamamen azınlıkların eline bırakmasınlar.
Özgürlük ve demokrasinin öneminden bahsediyorsunuz ve demokratik rejimlere sahip Müslüman ülkelere örnek olarak Türkiye ve Endonezya’yı gösteriyorsunuz. Biraz önce değinmiştiniz, ama ben daha ayrıntılı bir değerlendirme yapmanız için tekrar sormak istiyorum. Bu iki ülke, özellikle de Fransız tarzı laik bir sisteme sahip olan Türkiye, bütün bir İslam dünyası için model teşkil edebilir mi?
Burada laikliğin anlaşılma şekillerinden kaynaklanan bazı sorunlar yaşanıyor. Eğer laiklikten kastedilen aşırı laikçi politikalar ise, benim buna katılmam mümkün değil. Tam bu noktada dine ve insanların dünya görüşlerine saygı gösteren, eşitlikçi, adaletin sağlanması ve hukukun üstünlüğüne dayanan demokratik bir sistemden yana olduğumu belirtmek isterim. Böyle bir sistemde İslami açıdan bir problem var mı? Hayır, yok. Peki bundan daha demokratik bir devlet olabilir mi? Hayır, olamaz. İşte bu liberalizmdir. Herhangi bir dine veya İslam’a ve Müslümanlara karşı ayrımcılık yapmak için aşırı laikçi argümanların kullanılması kadar, İslam’ın insanları zorlamak için kullanılması da aynı ölçüde kabul edilemezdir. Tabii burada üzerinde durulması zaruri olan ahlaki meseleler de söz konusudur. Geçtiğimiz aylarda Endonezya’da pornografi konusunda büyük tartışmalar yaşandı. Çıplak kadın fotoğrafları yayımlayan dergilerin yasaklanmasını isteyen bazı Endonezyalılar bu amaçla gösteriler düzenlediler. Ve bu istek Batı’da özgürlük karşıtı bir yaklaşım olarak algılandı. İşte bu noktada liberalizm anlamını kaybediyor. Siz Paris sokaklarında çıplak olarak yürüyebilir misiniz?
Elbette hayır.
Yani bu demek oluyor ki, her halükarda bazı standartların olması gerekir ve ahlaki konular söz konusu olduğunda Cakarta’daki standartlar Paris’teki standartlardan farklılık gösterebilir. Bu durumda yapılması gereken aşırılığa kaçmak değil, müzakereden yana olmak. Dergilerde çıplak fotoğrafların yayımlanmasını istemeyebilirsiniz ve bu sizin özgürlüklere karşı olduğunuz anlamına da gelmez. Kendini eleştirebilen özgür bir medya olduğu takdirde bu müzakere zemini de oluşacaktır. Her ülkenin kendisi için neyin iyi olacağını müzakere etme hakkına sahip olduğunu kabul etmeliyiz artık.
Sizce Türkiye’nin AB’ye üye olma arzusu mevcut sorunlarının çözülmesini sağlayabilir mi? Türk siyasetçiler, AB’ye üye olduğu takdirde Türkiye’nin Avrupa ile İslam dünyası arasında bir köprü vazifesi göreceğini söylüyorlar. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?
Neden olmasın? Malezya ve Endonezya Müslüman ülkeler ama aynı zamanda Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN)’ne üyeler. Çünkü bu iki ülke jeopolitik olarak Asya’nın birer parçası. Ve bu doğal bir süreç. Türkiye de aynı şekilde Avrupa’nın bir parçası ve AB’ye mutlaka katılmalı. Dini ve ahlaki konularda ihtilaflar çıkabilir elbette; ama bunlar müzakere edilebilir. Meselâ benim ülkem Malezya’da Müslümanlar, Budistler, Hindular, Hıristiyanlar ve Konfüçyanistler bir arada yaşıyor. Şahsen Türkiye’nin bu müzakerelerin sonunda kazançlı çıkacağı kanaatindeyim. Çünkü Türkiye Avrupa Birliği gibi ekonomik açıdan üst seviyede yer alan bir bölgeye dahil olduğunda, başarılı bir ekonomiye, kusursuz işleyen demokratik kurumlara da sahip olacak. Türkiye Avrupalı olmak ile Müslüman olmak arasında bir tercih yapmak durumunda değil, o hem Avrupalı hem de Müslüman bir ülke. Ben ABD’de Georgetown Üniversitesi’nde dersi İngilizce veriyorum. Ama ben aynı zamanda Malay’ım, Müslüman’ım, Asyalıyım -ki Türkiye aynı zamanda Asya’nın da bir parçası. Artık kimlikleri tek bir boyuta indirgeyemezsiniz. Bugün insanlık için böylesi yeni vizyonlara ihtiyacımız var.
Yani küresel bir çağda yaşıyoruz ve hepimiz artık çok-kimlikli olmayı öğrenmek durumundayız, diyorsunuz...
Niçin çok-kimlikliliği bu çağa has kılıyorsunuz? Aslında tarih boyunca İslam şehirlerine bakarsanız, orada çok-kimlikliliğin en mükemmel şekliyle yaşandığını görürsünüz. Halbuki Paris’teyseniz, Fransızca konuşur ve bir Fransız üniversitesinde bu dilde ders verirsiniz. Ve bu tekbiçimci atmosfer içinde zamanla Müslüman kimliğinizi kaybedebilirsiniz. O sebeple herkesin içinde kendisi gibi var olmayı sürdürmesine elverişli uluslararası bir toplum kurmalıyız.
Avrupa halkları Türkiye’nin üyeliği konusunda ateşli bir muhalefet sergiliyor. Bu çok alışık olduğumuz bir manzara, çünkü Batı medeniyeti ötekiyle paylaşıma açık değil. İslam medeniyeti ise tarihî serüveni içerisinde paylaşımcı bir tecrübeye sahip. ‘Paylaşmak’ genelde Batı, özelde ise Avrupa için çok yeni bir tecrübe ve şu anda bununla sınanıyorlar diyebilir miyiz?
Evet, gerçekten de şu anda Batı’da istisnasız çok ateşli bir muhalefet var ve bu tablo İslamofobi, İslam karşıtlığı, İslam’a karşı ayrımcılık, terörizm maskesi altında İslam’a saldırı gibi eğilimlerin doğal bir sonucu. Ama diğer taraftan bir Londra örneği var ki son dönemdeki gelişmeleri hariçte tutarsak, oradaki Müslümanlar birçok İslam ülkesinde olduğundan daha özgür yaşayabiliyor. Ben Georgetown Üniversitesi’nde ders verirken çok mutluyum, çünkü son derece hoşgörülü bir atmosfer içindeyiz. Peki, ABD içerisindeki bu tablonun ABD yönetimine yansıdığını söyleyebilir miyiz? Hayır. Peki ya böylesi bir hoşgörüyü bazı İslam ülkelerinde görmeniz mümkün mü? Kesinlikle hayır. Bence böylesi bir ortamda Türkler bu gerilimi nihayette aşacaktır, çünkü daha açık görüşlü bir tavra sahipler. Fransızlar, yapılan anketlere göre, Türkiye’ye karşı tavırlarını belirlerken ekonomik ve siyasî argümanlardan çok dinî ve ırkî argümanlarla işi götürmeye çalışıyorlar. Kıbrıs meselesinde olsun, diğer tartışmalarda olsun, Avrupalılar hep dinî bir saikle ve ırkçı bir tavırla meseleye yaklaşıyorlar. Türkiye’nin ise sağlam bir şekilde gerekçelendirilmiş görüşleri ve birçok geçerli argümanı var. O sebeple de ben Türkiye’nin üyelik yolundaki bu engellerin üstesinden serinkanlılıkla geleceğine inanıyorum.
Geçenlerde katıldığınız bir toplantıda Batı’nın son derece tehlikeli, çatışmacı bir tavrı merkezden çevreye doğru yaydığını ve ılımlı insanlar ile köktenci yaklaşımları benimsemiş insanlar arasındaki gerilimin arttığını söylediniz. Bu gerilimi bertaraf etmek için Müslüman bilginler, entelektüeller ve yazarlar nasıl bir tavır benimsemeliler?
Gerçekten de ciddi sorunlarla karşı karşıyayız. Batı’nın insanlık için ürettiği cevaplar sadece şiddet doğuruyor ve bu cevapların bedeli olarak her gün yüzlerce Müslüman katlediliyor. Irak’ta patlak veren iç savaş da bize Batı’nın bir hediyesi. Müslümanların böylesi bir kaos ortamında sakin olmalarını beklemek en hafif tabirle safdillik olur. Bu gerilimin aşılması, ancak Müslümanların ‘içtihat’ meselesi üzerine yeniden kafa yormaya başlamaları ve geniş katılımlı özgür bir tartışma ortamını kendi içlerinde tesis etmeleriyle mümkün. Siz bunu Türkiye’de başlatacaksınız, biz Malezya’da ve bu eleştirel kültür bütün Müslüman ülkelere yayılacak. Fakat verimli bir tartışmanın öncelikli koşulunun özgürlük olduğunu unutmamalıyız. Gerçekten gelinen son noktada Müslümanlara büyük görevler düşüyor: Ciddi bir yapılanmayla hayat bulacak eğitim kurumları oluşturmalıyız, bilginlerimizi de şiddet kültürünün kökenlerini analitik bir zeminde tespit edip çözüme katkı sağlamaları yönünde teşvik etmeliyiz.
Az evvel sorduğum soru, İslam dünyasının sadece kendisi için değil fakat bütün bir insanlığın sorunlarının çözümü için özgün bir paradigma önerip öneremeyeceğine dairdi aslında. Sizce İslam dünyası bütün insanlığın sorunlarının çözümü için kuşatıcı ve güçlü bir paradigma, fikir ya da ideoloji sunabilir mi?
Bir kere şunu hatırda tutmalıyız: Hz. Muhammed “Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik” ifadesine muhataptır; onun getirdiği mesaj gayet tabii ki bütün bir insanlık için rahmettir. Dolayısıyla Müslümanların üreteceği siyasî söylem, doğası gereği sadece Müslümanları esas alan bir söylem olamaz. Hakkaniyet ve adalet kimden yana ise Müslümanlar ondan yana taraf olmalılar; çünkü dinimiz bunu emrediyor. Eğer bir çatışmada hakkaniyet gayrimüslimden yana olmamızı gerektiriyorsa, biz o ikilik içerisinde sırf Müslüman diye haksız olan tarafı tutamayız. Bu derece adaletli bir yaklaşımı Bush ve ekibinin benimsemesi mümkün görünmüyor; dolayısıyla böylesi bir kültürel rejimi ancak Müslümanlar olarak bizler tesis edebiliriz. Bazen nedense bu türlü bir yaklaşımı benimsemenin modernizme teslim olmakla eşdeğer olduğu gibisinden gerekçesiz iddialar ağır basıyor. Bu noktada kafamız gerçekten çok karışık. Ama bu kafa karışıklığının giderilmesinin yolu az evvel de belirttiğim gibi yeni bir ‘içtihat’ kavrayışı üzerine ciddi bir şekilde düşünmekten geçiyor. Böyle bir kavrayışı geliştirebilmek için eğitim kurumlarını ve bilginleri azamî ölçüde desteklemeliyiz. Bunu başarabildiğimiz takdirde sorunların çözümünün imkânsız olmadığını görürüz. Gelecek için ümitsiz değil, ümitvar olmalıyız.
Çok teşekkür ederiz.
Paylaş
Tavsiye Et